İtalyan edebiyatında yeni gerçekçilik akımının kurucusu olarak kabul edilen Cesare Pavese bir kere daha sıradan hayatın ötesine geçerek insanı saran büyük yalnızlığın ve hüznün romanını yazıyor. Çocukluk yıllarını geçirdiği Torino’ya bu kez bir işkadını olarak dönen Clelia’nın, resim sergilerinde, bohem çevrelerde karşılaşıp dostluk kuracağı kadınlar, bir mutluluk hayalinin peşindedir. Mutluluğun anahtarı kimisi için erkek kimisi için eşcinsellik kimisi için para kimisi içinse ölümdür. Clelia’nın, bir otel odasında intihara giriştiğine tanık olduğu Rosetta’yla kuracağı dostluk, genç kadını yaşama bağlayabilecek midir? Bu sorunun yanıtı kitapta nasıldır, okumadan bilinmez. Ancak Pavese kendi açısından bu yanıtı hiçbir zaman veremeyecektir. Kahramanı Rosetta gibi, Torino’da bir otel odasında intiharı denemiş; ancak o, sonuna dek giderek yaşama veda etmiştir.
I
Panayır cambazları, şekerleme satıcıları gibi, Torino’ ya ocak ayının son karı yağdığında geldim. Revakların altında tezgâhları, asetilen lambalarının akkor memelerini görünce karnaval olduğunu anımsadım. Hava daha kararmamış olduğu için revakların altından çıkıp kalabalığa karışarak istasyondan otele doğru yürüdüm. Serin hava bacaklarımı ısırıyordu. Yorgun olduğum için vitrinlerin önünde oyalanıyor, insanların bana çarpmalarına aldırmıyor, kürküme sarınarak etrafıma bakıyordum. Artık günlerin uzadığını, yakında güneşin çamurları çözüp ilkbaharı başlatacağını düşünüyordum. Revakların alacakaranlığında, Torino’yu yeniden böyle gördüm. Otele girdiğimde sımsıcak bir banyo yapıp uzanmaktan ve uzun bir geceden başka bir şey yoktu aklımda. Torino’da bir süre kalacaktım nasıl olsa. Hiç kimseye telefon etmemiştim, bu otele indiğimi kimse bilmiyordu. Bir demet çiçek bile yoktu beni karşılayan. Ben odada dolaşırken banyoyu hazırlamakta olan kız, küvete eğilmiş bir şeyler diyordu bana. Bir erkek görevli olsaydı böyle bir şey yapmazdı. Gitmesini söyledim kıza, gerisini ben yapardım. Ellerini silkeleyen kız doğrulup bir şeyler mırıldandı. Nereli olduğunu sordum. Belirgin bir biçimde kızardı, Venedikli olduğunu söyledi. “Belli oluyor,” dedim. “Ben de Torinoluyum. Venedik’e gitsen sevinmez misin?” Cin gibi bakışlarıyla onayladı sorumu. “Öyleyse benim de buraya döndüğüm için sevinçli olduğumu düşün, keyfimi kaçırma,” dedim. “Özür dilerim,” dedi. “Gidebilir miyim?” Tek başıma kalınca ılık suyun içinde gözlerimi yumdum. Fazla konuştuğum, gereksiz sözler ettiğim için canım sıkılmıştı. Konuşmanın bir işe yaramadığını anladıkça daha fazla konuşur olmuştum. Özellikle kadınlar arasında. Ama su, yorgunluğumu ve hafif ateşimi alıp götürmüştü. Torino’ya –savaş sırasında– bir saldırının ertesinde gelişimi anımsadım; su boruları patladığı için banyo yapamamıştım. Bunun ne demek olduğunu düşündüm: “Hayat, bir banyo sundukça yaşamaya değerdi.” Bir banyo ve bir sigara. Suyun üstündeki elimle sigaramı tüttürürken, beni bir beşik gibi sallamakta olan su, tanık olduğum çalkantılı günleri, boş sözleri, öfkelerimi, hep gerçekleştirdiğim, ama bu akşam bu küvetle, bu ılık suyla sınırlı isteklerimi çağrıştırdı. Gözüm çok mu yükseklerdeydi? Böyle yüzler getirdim gözlerimin önüne: Solgun, yorgun, gergin yüzler – içlerinde bir saatçik olsun rahat yüzü görmüş olan var mıydı acaba? Ölürken bile tutkuları dinmezdi. Kendi payıma, bir an olsun yüreğimin rahat ettiğini bilmiyorum. Belki yirmi yıl önce, daha küçücük bir kız çocuğuyken sokaklarda oynar, yüreğim çarparak konfetiler, çadırlar, maskeler mevsiminin gelmesini beklerken içim rahattı. Ama o yıllarda benim için karnaval at oyunlarından, şekerlemelerden, kartondan yapılmış takma burunlardan başka bir şey değildi. Daha sonra, dışarı çıkıp Torino sokaklarında gezip dolaşmak merakı, Carlotta ve öbür kızlarla birlikte dar sokaklara yaptığımız ilk kaçamaklar, ilk kez peşimize düşülmesinin yol açtığı yürek çarpıntıları bu saflığı da sona erdirmişti. Ne tuhaf. Babamın fenalaşıp sonra öldüğü yortu gününün akşamında, eğlenceleri kaçırdığım aklıma geldikçe, hırsımdan ağlamış, babama öfke kusmuştum. O akşam yalnızca annem beni anlamış, beni azarlamış, ayakaltında dolaşmamamı, gidip Carlotta’ların avlusunda ağlamamı söylemişti. Babamın ölmek üzere olması beni korkuttuğu ve karnavala katılmamı engellediği için ağlıyordum ben. Telefon çaldı. Küvetten çıkmadım, çünkü sigaramla birlikte mutluydum ve büyük bir olasılıkla, artık gerilerde kalan o gece ilk kez kendi kendime, bir şey yapmak, yaşamda bir şey elde etmek istiyorsam, kimseye bu münasebetsiz babaya bağlandığım gibi bağlanmamaya, kimseye bağımlı olmamaya söz verdiğimi düşünüyordum. Başarmıştım bunu ve şimdi tek keyfim bu suya gömülmek ve telefonu açmamaktı. Telefon yine çaldı bir süre sonra, sanki kızmış gibiydi. Telefona gitmedim ama sudan çıktım. Bornoza sarınıp ağır ağır kurulandım, ağzımın kenarına krem sürerken kapı vuruldu. “Kim o?” “Bir pusula var sizin için.” “Burada olmadığımı söyleyin.” “Gönderen vermemi istedi.” Yerimden kalkıp anahtarı çevirmek zorunda kaldım. Yüzsüz Venedikli pusulayı uzattı. Göz gezdirip kıza, “Görmek istemiyorum onu, yarın gelsin,” dedim. “Aşağıya inmeyecek misiniz?” Yüzüm gerilmişti sanki, öfkemi belli edemiyordum. “İnmiyorum. Bir çay istiyorum. Yarın öğleyin gelmesini söyle ona,” dedim. Yalnız kalınca telefonu fişinden çıkardım ama hemen santralden karşılık geldi. Sudan çıkmış balık gibi çaresiz bir ses masanın üstünde homurdandı. Bunun üzerine bağırarak bir şeyler dedim telefona, benim fişten çıkardığımı, uyumak istediğimi söylemiş olmalıydım. İyi geceler dilediler.
Yarım saat geçti, kız hâlâ gelmemişti. “Ancak Torino’da olur böyle şeyler,” diye geçirdim aklımdan. Daha önce hiç yapmamış olduğum bir şey yaptım, aptal bir kız gibi. Sabahlığımı giyip kapıyı araladım. Sessiz koridorda bir sürü insan, garsonlar, erkekler, benim saygısız kız bir kapının önüne yığılmışlardı. Birisi alçak sesle bir şeyler diyordu. Sonra kapı aralandı, beyaz önlük giymiş iki kişi, büyük bir özenle, yavaşça bir sedyeyi dışarı çıkardılar. Herkes susup yol açtı. Sedyede bir kız yatıyordu –yüzü şişmiş, saçları dağılmıştı– açık mavi, ipekli bir gece giysisi giymişti, ayakkabıları yoktu. Gözkapakları ve dudakları ölü olmasına rağmen yüzünden alaycı bir ifade okunuyordu. İçgüdüsel olarak sedyenin altına baktım, kan damlıyor mu diye. İnsanların yüzlerine baktım – hep aynıydı, kimisi dudaklarını ısırıyordu, kimisi bıyık altından güler gibiydi. Benim odama bakan kızın gözlerini yakaladım – kız sedyenin peşinden koşuyordu. Uğultuların arasından (ellerini ovuşturan kürklü bir kadın da vardı) bir doktorun –ellerini kurulayarak odadan çıkmıştı– sesi yükseldi, her şeyin bittiğini, dağılmalarını söyledi. Sedye merdivenlerde gözden yiterken, yüksek sesle, “Yavaş yavaş,” denildiğini duydum. Yeniden kat görevlisi kıza baktım. Koridorun sonundaki bir iskemleye koşmuş, çaydanlıkla birlikte geri dönüyordu. Odaya girerken, “Durumu kötü, çok yazık!” dedi. Gözleri parıldıyordu, kendini tutamayıp her şeyi anlattı. Kız otele sabah gelmişti; tek başına bir eğlenceden, bir balodan dönmüştü. Odasına kapanmıştı, gün boyunca dışarı çıkmamıştı. Birisi telefon etmişti, arayanı olmuştu, emniyetten biri kapıyı açmıştı. Kız yatağın üstünde can çekişiyormuş. Görevli kız konuşmasını sürdürdü: “Karnavalda zehir içmek büyük günah. Üstelik ailesi çok varlıklı. Armi Alanı’nda güzel bir villaları var. Kurtulması mucize olur…”
Çay için biraz daha su istediğimi söyledim. Yine merdivenlerde oyalanmamasını da. Ama o gece umduğum gibi uyuyamadım, yatakta dönerken koridordaki olaya burnumu soktuğum için kendimi yumruklamak geliyordu içimden.
II
Ertesi sabah bir buket çiçek getirdiler, ilk nergislerdi. Torino’da daha önce kimsenin bana çiçek göndermemiş olduğunu düşünüp gülümsedim. Ama çiçekler Torino’dan gelmiyordu. Siparişi, otele geldiğimde bana sürpriz yapmak isteyen Maurizio salağı vermişti. Ama vaktinde getirmemişlerdi çiçeği. “Roma’da da olur böyle,” dedim içimden. Maurizio’yu beni uğurladıktan sonra Veneto Sokağı’nda canı sıkkın dolaşır ve son kahveyle ilk aperitif arasında çiçekçinin sipariş kâğıdını doldururken canlandırdım gözümde. “Dünkü kızın odasına çiçek gönderilmiş miydi acaba?” diye sordum kendi kendime. Ölürken insan yanı başında çiçek olmasını ister miydi? Belki yüreklendirirdi insanı. Kat görevlisi kız gidip bir vazo getirdi, nergisleri yerleştirmeme yardım ederken, gazetelerin intihar girişiminden söz etmediklerini söyledi. “Olayın gizli kalması için kim bilir kaç para harcamışlardır. Özel bir kliniğe kaldırdılar… Dün gece soruşturma yapıldı. İşin içinde bir erkek olmalı… Bir kızı bu duruma getireni hapse atmalı…” Gecenin geç saatine dek eğlenen, evine dönecek yerde bir otele giden bir kızın ne yaptığını bilmesi gerektiğini söyledim ona. “Öyle mi diyorsunuz?” dedi, alınmıştı. “Suç analarda. Niye kızlarıyla birlikte gitmiyorlar?” “Analarda mı?” dedim. “Bu kızları anaları dizlerinin dibinden ayırmaz, nazlanarak yetiştirilir, dünyayı camların ardından izlerler. Tek başlarına kalınca da, ne yapacaklarını bilemeyip yenik düşerler.” Mariuccia şimdi gülüyor, sanki bana kendisinin ne yapacağını bildiğini söylemek istiyordu. Kızı gönderip üstümü giydim. Sokaklar soğuk, hava açıktı. Gece çamurların üstüne yağmur yağmıştı ama şimdi revakların altını güneş aydınlatıyordu. Yeni bir kente benziyordu Torino, yeni yapılmış. İnsanlar sokaklarda koşuşuyor; sanki son eksikleri tamamlamak, birbirleriyle tanışmak için rastlantı sonucu burada bulunuyorlardı. İlk müşterilerini bekleyen büyük mağazalara bakarak kent merkezindeki büyük binaların önünde dolaştım. Bu vitrinlerin, bu adların hiçbiri bildik, tanıdık değildi; kahveler de, kasaların başındaki kızlar da, yüzler de… Değişmeyen, yalnızca güneşin eğik ışınları ve çisentili havaydı. Hiç kimse gezinmiyor, herkes sanki bir iş peşinde koşuyordu. Sokaktaki insanlar yaşamıyor, koşup gidiyorlardı. Oysa bir zamanlar kolumda çantamla geçerken, buraları bana tatile çıkmış, hiçbir derdi olmayan insanlar cenneti gibi, o sıralarda öyle olduğunu sandığım kaplıcalar gibi gelirdi. İnsan bir şeye istek duyunca, her yerde onu görüyordu. Bütün bunlar acı veriyordu, üzüyordu beni. “Dün gece Veronal yutan budala kız ne istiyordu acaba?” diye sordum kendi kendime. İşin içinde bir erkek varmış… Kızlar aptallıklar yapar. Venedikli kız haklı. Otele dönünce pusula göndermiş olan Morelli’nin hiç beklemediğim cılız suratıyla karşılaştım. Unutmuştum onu. “Beni nasıl buldunuz?” dedim gülerek. “Hiçbir şey yapmadım. Bekledim.” “Bütün gece mi?”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYalnız Kadınlar Arasında
- Sayfa Sayısı160
- YazarCesare Pavese
- ISBN9789750725043
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- XX’in Erkek Kardeşiyim ~ Fleur Jaeggy
XX’in Erkek Kardeşiyim
Fleur Jaeggy
XX’in Erkek Kardeşiyim’de çağdaş Avrupa edebiyatının sıra dışı kalemi Fleur Jaeggy’nin Ingeborg Bachmann, Oliver Sacks gibi dostlarını andığı fragmanvari metinler, olağanüstü bir hayal gücüyle...
- Altın Damla ~ Michel Tournier
Altın Damla
Michel Tournier
Daha önce Veda Yemeği, Cuma ve Çalı Horozu adlı kitaplarını yayımladığımız, Goncourt ödüllü Michel Tournier’nin son romanı Altın Damla‘yı sunuyoruz bu kez. Bu romanında...
- Yanılsamalar Kitabı ~ Paul Auster
Yanılsamalar Kitabı
Paul Auster
Karısıyla iki küçük oğlunu bir uçak kazasında yitiren David Zimmer, yaşayan bir ölüye dönüşmüştür; teselliyi alkolde bulduğu günlerini kendine acıyarak geçirmektedir. Bir gece televizyon...