Önüne bakarak başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça, “Burası Yalnız Efe’nin ‘sırrolduğu’ yerdir!” dedi. Serin bir rüzgâr yağmurun fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüze siyah bir çadır gibi açılan çam dalları titriyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunç tarafı; Buzdağı’na giden bu ıssız yol eskiden beri bir eşkıya uğrağıydı, bunu biliyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir köyde doğdum. (…) Bilmem onun için mi, eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.
Ömer Seyfettin denince akla gelen ilk eserlerden olan Yalnız Efe’yi yazar önce 1918’de hikâye formatında yayımlamış, bir yıl sonra tekrar ele alarak “Anadolu Romanı” üst başlığıyla roman olarak tefrika etmeye başlamıştı. Hayatının son dönemine denk gelen tefrikayı maalesef tamamlayamamış, Yalnız Efe, hikâye halinden sonunu bildiğimiz bir yarım roman olarak kalmıştı.
Yazarın orijinal diline, anlatımına dokunmadan hazırlanan bu çalışmada Yalnız Efe’nin bu iki versiyonu bir araya getirildi. Bu eşsiz hikâyeye yazarın zengin arşivinden, farklı konularda on öykü eşlik ediyor.
Can Yayınları’nın Notu
Ömer Seyfettin, günümüzde bir klasik haline gelen “Yalnız Efe”yi önce hikâye olarak 25 Nisan 1918’de Yeni Mecmua’da yayımlamış, daha sonra metni “Anadolu Romanı” üst başlığıyla 1919’da Büyük Mecmua’da tefrika etmeye başlamıştır. Büyük Mecmua’daki tefrikanın sonunda yer alan “mabadı var” notundan romanın devamının olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte derginin ilerleyen sayılarında roman devam etmemiş, yazar da kısa süre sonra vefat etmiştir. Elinizdeki kitapta “Yalnız Efe”nin hem hikâye hem de roman versiyonlarının yanı sıra yazarın on hikâyesine yer verilmiştir. Kitap, açıklamalı orijinal metin olarak hazırlanmıştır. Ömer Seyfettin külliyatına yazarın ölümünün ardından dahil edilen bir-iki hikâye dışında diğer hikâyeler yazarın sağlığında süreli yayınlarda yahut kitaplarında neşrettiği son nüshalar esas alınarak düzenlenmiştir. Hikâyeler düzenlenirken kronolojik bir sıra izlenmiş, yalnızca “Yalnız Efe” metinleri birbiri ardınca verilmiştir. Kitapta yazarın diline ve üslubuna mümkün olduğu nispette müdahale edilmemiş; bugün sık kullanılmayan Türkçe kökenli bazı kelimelerin, halk deyişlerinin anlamları ile şahıs, mekân adları ve hikâyelere dair bazı açıklayıcı bilgiler dipnotlarda verilmiştir. Kitabı hazırlarken Ömer Seyfettin hikâyelerinin sonraki yıllarda yapılan baskılarından da zaman zaman yararlanılmış, kitabın sonuna bir sözlük hazırlanarak okura kolaylık sağlanmaya çalışılmıştır.
İçindekiler
Eleğimsağma …………………………………………………………… 13
Kızılelma Neresi? …………………………………………………….. 21
Külah …………………………………………………………………….. 31
Yalnız Efe (Öykü) ……………………………………………………. 43
Yalnız Efe (Roman) ………………………………………………….. 51
Antiseptik ………………………………………………………………. 87
Bir Kayışın Tesiri ……………………………………………………… 91
Baharın Tesiri ………………………………………………………….. 95
Horoz …………………………………………………………………… 107
Dünyanın Nizamı …………………………………………………… 115
Miras ……………………………………………………………………. 121
Uçurumun Kenarında ……………………………………………… 131
ELEĞİMSAĞMA
Küçük Ayşe sabahtan beri önünde mekik dokuduğu yüksek bez tezgâhından kalktı. Yorgun yorgun gerindi. Bugün evde yapyalnızdı. Babasıyla kardeşleri dün erkenden kasabaya, pazara gitmişlerdi. Annesiyle ablası da komşudaydılar; belki Zaimlerde… Gözlerini ovuşturdu. Yavaş yavaş sofanın duvarındaki sarı çerçeveli aynaya yaklaştı. Kendine baktı. Beyazları azalan kömür gözleri uykudan henüz kalkmış gibi mahmurdu. Yanakları daha ziyade aldı. Ve gür siyah saçları dağınıktı. Tekrar gerindi. Gerinirken bütün bütün süzülen gözlerini, titreyen, gerilen ince dudaklarını, beyaz ve billur gerdanını sanki ilk defa görüyormuş gibi şaştı.
“Ne güzelim ben, ayol…” diye güldü. Başını eğdi. Ma vi aba terliklerinden boynunun görebildiği yerlerine kadar bütün vücudunu dikkatle süzdü. Gözlerini tekrar aynaya attı. Döndü. Saçlarını elleriyle dalgalandırdı. İşte daha on yaşında yokken koca bir kız gibi iriydi. İki gün evvel Zaimlerin düğününde öteki köylerden gelenler onu bu kadar büyümüş görünce hayrette kalmışlardı. Hem öyle kuvvetliydi ki… Erkek akranlarını bir tutuşta kaldırıp yere çarpıyordu. Ona “Pehlivan Ayşe” derlerdi. Erkek çocuklar gibi ata binmesini, silah atmasını, güreşmesini, birdirbir, esir almaca oynamasını çok seviyordu. Fakat…
Fakat işte büyüdükçe o kadar sevdiği bu oyunlara veda etmek lazım gelecekti. Hatta geçen gün çeşme dönüşünde köyün imamına, Kurt Hoca’ya rast gelmişti. Kuru elini öperken bu hiç hoşlanmadığı huysuz ihtiyar ona, “Kız Ayşe, anana söyle, seni örtüye soksun. Artık senin açık dolaşman caiz değil,” demişti.
Yarın yahut öbür gün o da her büyüyen kız gibi, cara girecek… Ve demek kendini sıkan bu evde, bu bez tezgâ hının başında ölünceye kadar mahpus kalacaktı… Atlara, tüfeklere, güreşlere, kaydıraklara, hepsine veda etmek ha… Eliyle saçlarını arkaya attı. Aynaya tekrar dikkatle baktı. Ne güzeldi! Ama bu güzelliğin, bu gür saçların, bu kömür gözlerin, bu al yanakların onca hiç ehemmiyeti yoktu. İçini çekti, “Ah erkek olsaydım…” dedi.
Ah erkek olsaydı… Hemen alevlenen masum bir çocuk hayalinin mantıksız garabetleriyle düşünmeye başladı. Neler yapmayacaktı? Bir kere yalnız Bozkaya’nın değil, hatta bütün kazanın birinci pehlivanı olacaktı. Sonra… Meşhur bir efe… Ve mutlaka Zaimoğulları’nın küçük kızını alacaktı. Muharebelere girecek, göğsü nişanlarla dolacak, dağları aşacak, cesur köy delikanlılarının yaptıkları gibi haftalarca ayı avlarında dolaşacaktı. Aynanın önünden çekildi. Yine yavaş adımlarla pencereye doğru yürüdü. Kenara dirseğini dayadı. Hava hem açık hem bulutluydu. Yüz adım ötede Kurt Hoca’nın bahçesinden horozlar ötüyordu. Öğle yaklaştığı halde ortalıkta sanki yeni sabah oluyormuş gibi tatlı bir hal vardı. Ara sıra hafif bir yağmur serpeliyordu. Ayşe tamamıyla hayalatına daldı. Cansız bir heykel gibi hiç kımıldamıyordu. Fakat… birdenbire yüreği atmaya başladı.
Sarardı. Nefesi tutuluyordu. Acaba o söz sahi mi? Ama yalan olmak ihtimali var mı? Kızardı. Başını ellerinin içine aldı. Evet… Ömründe bu kadar yakın bir eleğimsağma görmemişti. Köyün arkasındaki kuru dereye giden yolun etrafındaki fundalıkların, devedikenlerinin ortasından pembeli, mavili, yeşilli, sarılı, morlu, kırmızılı, turunculu kalın, gayet kalın bir eleğimsağma kalkmış, nurdan eğri bir direk gibi havaya uzanmıştı. Ucu ta fundalıkların içindeydi… Ayşe’nin yüreği daha hızlı çarpmaya başladı. İşte bu kadar köyün yakınına inmiş olan bu eleğimsağmanın koşup bir kere altından geçse… Erkek olacak! Bunda hiç şüphesi yoktu. Daha ziyade düşünmedi. Pencereden ayrıldı. Merdivenlerden indi. Bahçeyi geçti. Kendini sokağa attı. Deli gibi koşmaya başladı. Etrafını görmüyordu. Koştu. Koştu. “Eleğimsağma sönmeden yetişeyim,” diye bütün kuvvetiyle koştu. Koştu. Kestirme gitmek için hendeklerden atladı. Tarlaları çiğnedi. Tepelere tırmandı. Fundalıklara daldı. Yağmur hep yağıyordu. Koştu. Koştu. Koştu. Çalılara etekleri takılıyor, elleri, yüzü, gözü yırtılıyordu. Nihayet eleğimsağmaya elli adım kadar yaklaştı. İyice kesilmişti. Bir gayret… Bir gayret daha…
Nefes nefese eleğimsağmanın altından geçti. “Oh!” dedi. Yağmur hâlâ yağıyor, güneş bulutların arasından görünüyordu. Koşarken terliklerini ayağından atmıştı. Çorapları paralanmış, dikenlere, taşlara çarpan ayakları berelenmişti. “Biraz dinlensem…” diye fundalıkların içine uzandı. Yağmur bazı hızlanıyor, bazı yavaşlıyordu.
* * *
Ayağa kalkınca şaşırdı. Boyu büyümüş, cepkeni yırtılmış, kısalan etekleri belinde kalmıştı. Islanmış yüzüne elini götürdü. Parmaklarına bıyıkları dokundu. Kendine baktı. Koca bir delikanlı! Ama arkasındakiler erkek esvabı değil.
“Eve gideyim, şunları değiştireyim,” dedi. Yürüdü. O kadar kuvvetlenmişti ki… Demin yarım saatte koşarak geçtiği yerleri üç adımda aştı. Her tarafı sıcak bir güneş aydınlatıyordu. Çok susamıştı. Açık bıraktığı kapıdan girdi. Evvela kanıncaya kadar su içti. Sonra yukarı çıktı. Kilitli bir sandığı kırdı. Ağabeysinin bayramlıklarını çıkardı. Giydi. Vücuduna çok dar geliyordu. Duvardan martini1 de aldı. Omzuna taktı. Dışarı çıktı. Her yeri ağır bir sis kaplamıştı. Sokağın baş tarafından davul zurna sesleri işitti. O tarafa doğru gitti. Yolda oynayan çocuklara ne olduğunu sordu.
“Zaimgillerin düğününde güreş var,” dediler.
“Üç gün evvel onların düğünü olmadı mı be?”
“Şimdi de küçük kızlarını everiyorlar…”
Küçük kızlarını, Gülsüm’ü ha… Birdenbire hiddetlendi. İşte şimdi erkekti. Bu üzüm gözlü küçücük kızı kendi alacaktı. Koştu, cami meydanından geçti. İkindi namazından çıkanlar ona bakıyor, kim olduğunu tanımıyorlardı. Düğün evinin avlusuna girerken yeni yüze inmiş efeler gibi bir nara attı:
“Er olan meydanda! Açılın!”
Herkes ona baktı. Tanımıyorlardı. Davullar, zurnalar çalıyor, ortada çifter çifter pehlivanlar güreşiyordu. Evvela kim olduğunu söylemedi. “Hoş geldin efe, kimlerdensin?” diyenlere gülüyor, “Sonra anlarsınız…” diyordu. Pehlivanlara bağırdı:
“Benimle ikişer ikişer güreşecek varsa meydana çıksın!”
Kadın erkek bütün köy ahalisi şaştı. Bir fısıltıdır gitti. Yerinden kalkan Kurt Hoca bile cüppesini arkasına kambur yapıyor, onu iyice görmek için gözlüklerini takıyordu. Şimdiye kadar bir kişinin iki pehlivanla güreştiği işitilmemişti. Ayşe yağlandı. Kispetler giydi. Çifter çifter karşısına çıkan pehlivanları kaldırıp kaldırıp yere çarptı.
Başa verilen kocaman mandayı kuzu gibi kucağına alınca halk hayretten bağrışmaya başladı:
“Neredensin delikanlı?”
“Kimlerdensin efe?”
“Yaşa, yaşa.”
Davullar, zurnalar sustu. Avlunun içindekilerin hepsi etrafına toplandı. Ayşe, “Ben Bozkaya’danım…” diye haykırdı. Herkes birbirine bakıştı. Bütün köy halkı oradaydı. Hiçbirisi onu tanımıyordu.
“Hayır, Bozkaya’dan değilsin.”
“…”
“Biz köyümüzü tanımaz mıyız?”
“…”
“Eğleniyorsun!”
Dayanamadı. Güldü.
“Ben Ayşe’yim…”
Halk uğuldadı:
“Hangi Ayşe, hangi Ayşe?”
“Hacı Mehmetlerin Ayşe…”
“!!!”
Köy ahalisi bir türlü inanamıyordu. Ayşe bağıra bağıra nasıl koştuğunu, nasıl eleğimsağmanın altından geçtiğini, nasıl erkek olduğunu anlattı.
Nihayet sordu ki:
“Gülsüm’ü kim alıyor?”
“Muhtarın oğlu Hasan…” dediler.
“Çabuk karşıma gelsin…”
Kalabalığın içinden Hasan’ı buldular. Ayşe Efe’nin karşısına diktiler.
“Nikâhı kim kıydı?”
“Kurt Hoca…”
“Kurt Hoca ha… Onu da getirin bakayım.”
Kurt Hoca’yı da getirdiler. Herkese emreden, daima surat asan, kimseye yüz vermeyen Kurt Hoca şimdi yumuşamış, el pençe divan duruyordu. Ayşe dedi ki:
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıYalnız Efe - Açıklamalı Orijinal Metin
- Sayfa Sayısı144
- YazarÖmer Seyfettin
- ISBN9789750762833
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Maruzatım Var ~ Nurhan Suerdem
Maruzatım Var
Nurhan Suerdem
Hayat: Başlangıç noktasından sona doğru yol alırken, nelerle karşılaşabileceğini tahmin edemediğin bir seyahat. Herkesin başlangıç noktası farklı olduğu gibi; son durağa gidiş yolu, gideceği...
- İlk Aşk ~ Ivan Sergeyeviç Turgenyev
İlk Aşk
Ivan Sergeyeviç Turgenyev
Turgenyev bu uzun öyküde, görünüşte bir “aşk üçgeni” çıkartıyor karşımıza. Ama aslında bir “aşk-çokgeni” bu; çökmeye yüz tutmuş taşradaki aristokrat bir ailenin genç kızı...
- On İkiye Bir Var ~ Haldun Taner
On İkiye Bir Var
Haldun Taner
Türk edebiyatının ve tiyatrosunun büyük ustası Haldun Taner’in bu ay bir kitabı daha YKY raflarında yerini alıyor. Haldun Taner, hayata bakışındaki derin ve keskin...