“İlkokul üçüncü sınıf öğrencisi, sınıfın en kısa boylu erkeği, fizik kurallarını biliyordu ha! İşin kötüsü, ikinci sınıftayken eski dili bildiğime, üçüncü sınıftayken fizik kurallarını kavradığıma ben de inanmaya başlamıştım. Tabii ki ne eski dille alakam vardı ne fizik kurallarından haberdardım. Yalnızca başkalarından aldığım iki cümleyi satmıştım. Ama doğru zamanda, doğru yerde, usturuplu biçimde satmıştım. Ben bilemezdim, büyükler de farkında değildi; hayatta ne iş yapacağım o zamandan belliydi. Gazeteci-yazar olacaktım. Gazeteci-yazar oldum gerçekten de. Bana gazeteci-yazar dendi, daha doğrusu. Ama tire işaretinin iki yanında da kayda değer bir başarı sağlayamadım.” Gazetelerde, dergilerde, televizyon kanallarında, entelektüel âlemlerde ve romancılık hayallerinin peşinde geçmiş otuz küsur yıl. Uzun bir başarısızlık hikâyesi… Magazincilikten haber kanallarına, erotik yayınlardan kültür sanat programlarına, küçük şarkıcılardan büyük patronlara, düğün salonlarından Lübnan dağlarına, uçan tekmelerden başkanın suratında patlayan yumruğa, Bukowski kitaplarından çakma tasavvuf eserlerine, 12 Eylül döneminden AKP’li yıllara… Can Kozanoğlu, çocukluğunu ve aile çevresini anlattığı Acemi Eğitimi’nden sonra, şimdi de yetişkinlik dönemini, “meslek hayatı”nı anlatıyor. Nasıl görmek isterseniz öyle: hakikate sadık kalınarak yazılmış anılar ya da Yalan Yıllar…
İçindekiler
Küçük Sahtekâr İstikbale Koşuyor ……………………………….13
Sevimli Maymun Zıpzıp, Bunalım Romanım ve
İlk Radyo Piyesim ………………………………………………24
Ömer ve Ponçik Masumdu, Ben Korkaktım! …………………51
Ahım Seni Öldürecek: Küçük Abla Gülcan ve
Ofis Çakalı Henry Walls ……………………………………..91
Şehri Kıyısından Soluyan Şair Öldü, Teşvikiye’de
Mandalar Yaşadı ……………………………………………….128
Aritmetik Tanrısıyla Sınavım ve Bir Ciğer Şiş
Polisiyesi …………………………………………………………162
Magic Sex’ten TRT’ye: Porno Başımda Duman,
İlk Yumruk İlk Heyecan …………………………………….187
Yolun Sonuna Doğru: AB Bürokratıyla Âlemlerde,
Kadın Polisle Tenhalarda ……………………………………223
Hazin Son: Başkana Daldım, Dursun’u Kırdım,
Kamu Spotunda Çocuk Ağlattım ………………………..263
Küçük sahtekâr istikbale koşuyor
“Atatürk buluuutttt! Atatürk buluuuttt!”
Koridorda bağırmak yasaktı. Koşmak da öyle. Hem bağıracaksınız hem koşacaksınız; büyük suçtu. Ama suçu cezayı düşünecek durumda değildim. Ders zili çaldığında, bahçeden okul binasına girerken gözüm bir buluta takılmıştı. Mavi gökyüzünde Atatürk bulut! Sanki kocaman, masmavi bir resim kâğıdı vardı da biri beyaz boyayla Atatürk portresi çizmişti üzerine. “Buluta baksanıza, aynı Atatürk!” dedim ve okul bahçesinde yalnız olduğumu fark ettim. Bana karşılık verecek çocuk kalmamıştı, herkes derse girmişti. İşte o anda koşmaya başladım:
“Atatürk buluuutttt! Atatürk buluuuttt!”
Birkaç sınıfın kapısı açıldı, birkaç öğretmen, “Ne oluyor?” diye bağırdı. Onların bağırması yasak değildi. Koşmaya devam ettim, bizim sınıfa daldım.
Bağırma sırası İffet Öğretmen’deydi: “Neredesin seeeen? Ders başlıyor, Can ortada yok! Seni doğrudan ikinci sınıfa almakla hata ettim galiba. Yollarsam seni birinci sınıfa görürsün! Hem ne bağırıyorsun sen koridorlarda?”
Korkmadım desem yalan. Bir yandan da güveniyordum kendime. Az sonra Atatürk’e benzeyen bulutu herkese gösterecek, kahraman olacaktım. Daha iki hafta önce, okul hayatımın ilk gününde, üç kulaklı simitçi gördü ğüme de kimse inanmamıştı. Sonra ne olmuştu? Üçüncü kulak, simitçiyle itişen müdürün eline gelmemiş miydi? Kahraman ilan edilmemiş miydim? Bütün çocuklar, “Can görmüüüüşşş, Can görmüüüşşş!” diye bağırmamış mıydı? Yine öyle olacaktı, yine ben haklı çıkacaktım. Hem Ayşegül’ün görüp aferin aldığı kelebek bulut, Sinan’ın görüp aferin aldığı kedi bulut gibi sıradan bir şey değildi benim gördüğüm.
“Öğretmenim, bir bulut gördüm, aynı Atatürk!” dedim.
Öğretmen nerede gördüğümü sordu. Nerede görmüş olabilirdim ki? Gökyüzüne bakarken gördüğümü söyledim.
İffet Öğretmen’in bir soru daha sormasına fırsat kalmadan müdür daldı sınıfa: “O koridorları inleten öğrenci sizin sınıfa girmiş galiba.”
Müdürün, “Hangisi?” diye sormasına gerek yoktu.
Belli ki bendim; öğretmenin yanında duran, kan ter içindeki çocuk.
“Evet müdür bey, bu öğrenci işte,” dedi öğretmenim.
“Gökyüzünde Atatürk’e benzeyen bir bulut görmüş.”
Müdür şöyle bir baktı bana:
“Sen geçen gün o üç kulak şeyini gören değil misin?
Can mıydı adın?”
“Evet öğretmenim.”
“Çok şey görüyorsun sen. Gidip bakalım hadi.”
Müdürün sözüyle bütün sınıf ayaklandı ama sevinç kısa sürdü. Müdür beni göstererek, “İkimiz gidelim, eğer doğru söylüyorsa siz sonra bakarsınız,” dedi.
Merdivenlerden indik, demir kapıdan bahçeye çıktık.
Müdür bir gökyüzüne baktı, bir bana baktı.
Ben bir gökyüzüne baktım, bir müdüre baktım.
Bir umut yeniden gökyüzüne baktım. Endişeyle, korkuyla hatta hafiften titreyerek gökyüzüne bakmaya devam ettim. Müdür sırtıma sertçe vurdu, göz göze geldik.
“Nerede yavrum bulut?”
“Yok, öğretmenim!”
“Hani vardı? Bütün okulu ayağa kaldırdın bulut bulut diye. Nerede yavrum bulut, haaaa?”
“Gitmiş herhalde öğretmenim. Yemin ederim ki aynı Atatürk’e benziyordu. Gördüm, daha demin gördüm.
Yukarıda öyle şey…”
“İşte bu sana ders olsun yavrum. Bulutlara fazla güvenirsen güneşin altında kalıverirsin!”
Sonra bir eliyle saçımdan tuttu, diğer eliyle iki yanağıma iki tokat indirdi müdür. Canım yanmıştı, üzülmüştüm, hayal kırıklığına uğramıştım. Gözümden yaşlar süzüldü. Müdür önde ben peşinde binaya girdik. O odasına yöneldi, ben sınıfa.
Müdür arkamdan bağırdı: “Bundan sonra değil Atatürk, Demirel’i bile görsen ses çıkarmayacaksın. Anladın mı? Anladın mı?”
Burnumu çekerek, “Evet öğretmenim,” dedim. Her şeyi anlamamıştım tabii. Müdürün yaşadığı ani pişmanlık ve korkuyu mesela. O sert adamın niçin büyük bir hızla geri döndüğünü, yumuşattığı sesiyle, “Tabii Atatürk, Demirel’den büyük, en büyük,” gibi şeyler söylediğini yıllar sonra anlayacaktım.
Hemen o anda anlayabilsem, bulutlara güvenmeme dersi gibi bir karşı ders de ben verir miydim müdüre?
“Düşünmeden saçma sapan laflar edersen az önce dövdüğün öğrencinin yanında böyle küçük kalp krizleri geçirirsin işte!” diyebilir miydim? O zor olurdu biraz.
Yediğim dayaktan utandığım için bu olayı evde hiç anlatmadım. Eğer anlatsaydım ve sıkı CHP’li hâkim babama, “Değil Atatürk, Demirel’i bile görsen ses çıkarmayacaksın!” lafını aktarsaydım birtakım tatsızlıklar yaşanırdı herhalde.
Sınıfa girerken, değil Demirel, Atatürk’ü bile düşünecek halde değildim. Gözümdeki yaşlardan ve iki yanağımdaki kızarıklıktan durumu anlayan İffet Öğretmen, “Yerine otur,” dedi, derse devam etti. Herkesin gözü benim üzerimdeydi. Sınıftaki hasmım olan Menderes gülüyordu. Kulağıma, “Yalan söylemiiişşş… Dayak yemiiişşş…” gibi fısıltılar çalınıyordu.
Bulutun ihanetini çözmeye çalışıyordum. Yine müdürle bahçeye indiğimizi, Atatürk bulutun bize gökyüzünden göz kırptığını, bütün okulun bahçeye doluştuğunu hayal ediyordum. Beş dakika içinde büyük bir hızla yaşadıklarımı düşünüyordum.
Bir de hayat dersi almıştım: “Bulutlara fazla güvenirsen güneşin altında kalıverirsin!” Aslında gerçekten bir hayat dersi, bulut-güneş meselesinden daha önemli bir ders almıştım. Bu dersin anlamını, birçok benzer olay yaşadıktan sonra, zaman içinde kavrayacaktım. Artık hayatta olmayan müdürümüzün şahsını karıştırmadan, hatta öteki dünya varsa fazla dayak yemesin diyerek, nezih okurlardan da özür dileyerek bu dersi şöyle özetleyebilirim: Filozoflukla kazmalık arasındaki çizgi öylesine ince ki ve öylesine kolay silinebiliyor ki…
Müdür yine bana o bulutlu güneşli sözü söyleseydi de dayak atmasaydı bir tür filozof müdür anısı olacaktı bu. Çok derin bir felsefi bakışın eseri değildi söylediği. Ama küçük bir çocuk için dersti işte. Müdürümüz öyle bir sözün üstüne iki tokat attı, geriye filozof müdür anısı değil okul dayağı anısı kaldı. Otuz küsur yıl önce nereden bilebilirdim ki, büyüdüğümde ekmeğimi gazetecilik ve televizyonculuk yaparak kazanacağım; çeşitli vesilelerle ünlü ünsüz birçok insan tanıyacağım; insanları tanıdıkça bulut-güneş felsefesi üstü iki tokat olayını sık sık hatırlayacağım; süslü sözlerle acımasız darbeler arasındaki uyumsuzluk ya da uyum konusuna uzun süre kafa yoracağım; erken dönem darbelerinin ardından günlerce, “Niye vurdu ki?” sorusuyla boğuşacağım; bir saat gelecek, çok şeyi kanıksayacağım. Daha kötüsü, ben de olmadık anlarda, bazen kendim de nedenini çözemeden, mazereti geçtim bahane bile uyduramadan bol bol darbe indireceğim.
Ve yine nereden bilebilirdim ki, Atatürk bulut hadisesinden üç yıl sonra Ecevit profili bulut göreceğim. Okul bahçesinde değil mahallede, manavdan çıkarken gördüğüm için, dükkândakilere göstereceğim. Bizim apartmanın emektarı Osman Efendi hayret ve sevinçle, “Kurban olayım ben o Ecevit’e!” diye bağıracak. Manav Saffet burada aktaramayacağım bir küfür edecek. Saffet’in üzüm tartmasını bekleyen yaşlıca bir müşteri, “Kalsın üzüm, ben böyle terbiyesiz esnaftan alışveriş yapmam,” diyecek, kavga çıkacak, Saffet adama iki yumruk atacak, karakola küçük şahit olarak götürülmemi son anda annem engelleyecek, o yılların filmlerinde ve gazete haberlerinde sıkça rastlanan küçük şahitlerden biri olamadığım için üzüleceğim.
Bitmedi! Aradan on yıl geçecek, gencecik bir muhabir olarak, selam veren subay biçimindeki bir bulutun fotoğrafını çekeceğim; istihbarat şefimiz, “Vay anasına, şapkaya yapışmış sağ el, kafa, omuzlar… Tam subay yahu bu! Hatta Evren Paşa’ya benziyor, kulakları küçücük!” diyecek; fotoğrafı basalım basmayalım meselesi, şefle haber müdürü arasında sıkı bir tartışma kopartacak; fotoğraf yayımlanmayacak, iki koca adam on gün küs kalacak, kavganın acısı fotoğrafı çeken genç muhabirden çıkarılacak ve ben, o günden sonra bir daha bulutlara bakmayacağım.
Bu da bir hayat dersi kendince: Tanınmış birini andıran bulut görürseniz gördüğünüzü kendinize saklayın. Başkalarına gösterdiğinizde mutlaka tatsızlık çıkıyor.
Ama şık bir sözünüz varsa kendinize saklamayın. Güzel sözü yerinde kullandığınızda çok işe yarıyor. Dayak olayından birkaç hafta sonraydı, 29 Ekim yaklaşıyordu ve Cumhuriyet Bayramı şerefine hayatımızın ilk kompozisyonunu yazacaktık. Günlerce Atatürk’ü anlatan, ardından kompozisyon yazımı konusunda bilgiler veren İffet Öğretmen, “Haydi çocuklar,” dedi, “Atatürk’ü niçin sevdiğinizi yazın. En az bir sayfa dolacak!”
Bütün sınıf harıl harıl yazmaya başladı. Ben de Atatürk’ün düşmanları kovduğunu, cumhuriyeti kurduğunu yazdım. “Başka ne yazayım?” diye düşünürken aklıma bir şey geldi. 1920 doğumlu hâkim babamla 1925 doğumlu avukat annem, hem yaşları hem meslekleri itibarıyla eski kelimeleri kullanmaya yatkındılar. Büyük abim Hamdi bir gün evde Atatürk ödevi yazarken babam şöyle iki cümle önermişti: “O, Türkiye’nin halaskârıdır. Cumhuriyetin bânisidir.” Ve öğrenmiştim ki, halaskâr kurtarıcı, bâni kurucu demekmiş. Kompozisyonu, babamın cümleleriyle bitirdim. “O, Türkiye’nin halaskârıdır. Cumhuriyetin bânisidir.”
Kâğıtları verdik, aradan iki gün geçti, İffet Öğretmen ilk ders başlamadan beni yanına çağırdı:
“Can, halaskâr ne demek?”
“Kurtarıcı demek, öğretmenin.”
“Bâni ne demek?”
“Kurucu demek, öğretmenim.”
“Nereden biliyorsun sen halaskârı, bâniyi?”
“Biliyorum işte öğretmenim.”
“Babam abimin ödevine yardım ederken duymuştum,” demeyecek kadar uyanıkmışım demek ki. Küçük bir sahtekârmışım hatta. Doğrudan ikinci sınıfa başlayan öğrencinin ilk kompozisyonunda halaskâr ve bâni kelimelerini kullanması okulda hadise yarattı; “eski dili bilen çocuk” oldum. İffet Öğretmen, 29 Ekim töreninde beni diğer öğretmenlere gösterdi, annemi babamı tebrik etti, babam şaşırmış gibi yaptı, o günlerde okula uğrayan velilerden bazıları sınıfa yeni gelen Can’ı görmek istediler, birkaç hafta havamdan yanıma yaklaşılmadı.
Benzer bir havalanma dönemini ertesi yıl da yaşayacaktım. Üçüncü sınıfta.
Bir gün evde misafirler varken, iki abim, Hamdi’yle Levent uyduruk sihirbazlık setiyle gösteri yapmaya kalkıştılar, yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Kaçınılmaz son gerçekleşti, birbirlerini suçlayan başarısız sihirbazlar tekme tokat girişti. Kavgayı, annemin arkadaşlarından Müberra Teyze’nin oğlu Tarık Abi ayırdı. Üniversite öğrencisi olan Tarık Abi, “Zaten sihirbazlık filan yalandır çocuklar,” dedi. “Yok topu kaybedeceksiniz de, boş torbadan elma çıkaracaksınız da… Fizik kuralı var bir kere; hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan şey de yok olmaz!”
Fizik dersi, Levent’in Hamdi’ye yapıştırdığı ani bir yumrukla son buldu, ben Tarık Abi’nin lafını unutmadım. Haftalar geçti, bir derste öğretmen, “Hiç tiyatroya gitmiş olan var mı?” diye sordu. Bora ayağa fırladı: “Biz gittik öğretmenim. Sihirbaz vardı bir tane, kediyi yok etti!” Öğretmen kızdı: “Tiyatro salonu başka, tiyatro oyunu başka. Siz tiyatro salonuna gitmişsiniz ama tiyatro oyunu seyretmemişsiniz. Hem nasıl sihirbazmış o, tavşan bulamamış da sokaktan kedi mi getirmiş? Öldürmüş olmasın hayvancağızı!” Aklıma Tarık Abi’nin lafı geldi. Öğretmenin Bora’yı azarlamasından da cesaret aldım, elimi kaldırdım: “Öğretmenim, fizik kuralı var bir kere. Hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan şey de yok olmaz!” Bu laf arkadaşlarımı hiç etkilemedi ama öğretmeni çok etkiledi. Yine diğer öğretmenlere gösterildim, yine annem babam tebrik edildi, yine okula uğrayan velilerin ilgisiyle karşılaştım. İlkokul üçüncü sınıf öğrencisi, sınıfın en kısa boylu erkeği, fizik kurallarını biliyordu ha!
İşin kötüsü, ikinci sınıftayken eski dili bildiğime, üçüncü sınıftayken fizik kurallarını kavradığıma ben de inanmaya başlamıştım. Tabii ki ne eski dille alakam vardı ne fizik kurallarından haberdardım. Yalnızca başkalarından aldığım iki cümleyi satmıştım. Ama doğru zamanda, doğru yerde, usturuplu biçimde satmıştım. Ben bilemezdim, büyükler de farkında değildi; hayatta ne iş yapacağım o zamandan belliydi. Gazeteci-yazar olacaktım.
Gazeteci-yazar oldum gerçekten de. Bana gazeteciyazar dendi, daha doğrusu. Ama tire işaretinin iki yanında da kayda değer bir başarı sağlayamadım. Bugün, medyada geçmiş ya da haybeye harcanmış otuz küsur yılın ardından bunu kabullenmek kolay değil. Yine de kabullenmek zorundayım. Meşhur gazetecilerin, televizyoncuların yazdığı anı kitaplarını eskiden imrenerek, özenerek, hayaller kurarak okurdum. Artık kıskanarak, üzülerek, “Ben niçin başaramadım?” diye hayıflanarak okuyorum. İlkelerinden asla taviz vermemiş, kötülüklere ve bayağılıklara karşı asilce mücadele etmiş, kimsenin hakkını yememiş, bir kez olsun hata yapmamış, ömür boyu başarıdan başarıya koşmuş, ortaya koydukları her işle ses getirmiş o insanlarla aramdaki fark neydi? Daha ilkokul yıllarında ortaya çıkan potansiyel nasıl güme gitmişti? Ya da öyle bir potansiyel hiç var olmamış mıydı bende?
İlkokul yıllarında, eski dili bilmeden eski dil uzmanı, fiziğin f’sinden habersizken fizik uzmanı kesildiğim gibi, tırsak bir ev çocuğu olmama rağmen öğretmene yalan söyler, oyuna dalınca ödevleri şişirir, tuvalete gitmek zor geldiğinde bahçedeki kuytu bir noktaya işer, daha bir sürü vukuat işlerdim. Hatırladığım kadarıyla bütün sınıf öyle yapardı. O müthiş gazeteciler, televizyoncular, ışıltılı ve lekesiz arkadaşlar, abiler, ablalar? Belki onlar başka sınıftandı. Bilemiyorum. Başarısızlığa kılıf uydurmak da istemiyorum. Olmadı işte.
Olmayan bir şey daha var. Bana medyadaki başarısızlıktan daha fazla koyan bir şey. İyi bir roman yazmak istedim hep. Kompozisyonları beğenilen çoğu öğrencinin kapıldığı hayallere kapıldım zaman zaman. Ortaokulda, lisede kimseye göstermediğim hikâyeler yazdım. Gazeteciliğimin ilk aylarında mecburiyetin ortaya çıkardığı bir durum, roman yazma aşkımı alevlendirdi ve bugüne kadar, o alev hiç sönmedi. Ama edebî bir eser koyamadım ortaya. Acemi Eğitimi’nde anılarımı yazdım, bu kitapla anılara devam ediyorum; roman konusunda niçin o kadar başarısız olduğumu ise çözemiyorum, derken…
Bu son “çözemiyorum”la bir anda fark ettim ki, kitap; çözemiyorum, bilemiyorum, anlayamıyorum, sonra anlayacaktım, geç kavrayacaktım diye gidiyor. Daha birkaç sayfa oldu üstelik. Değiştirebilirim ama değiştirmeyeceğim. Hakikati anlatacaksam, hakikat budur çünkü. Çözemedim, anlayamadım, bilemedim, kavrayamadım… Hakikat demişken… Acemi Eğitimi’nde aktardığım bir sözü, dedemin arkadaşı Reşat Bey’in sözünü tekrarlamak istiyorum: “Bazen en basit hakikatler öyle inanılmaz görünür ki, inandırıcı olmak için hakikatleri değiştirmek zorunda kalırsın.”
Ama ben, yine her şeyi yaşandığı haliyle aktaracağım, inandırıcı görünmek için hakikatleri değiştirme yoluna sapmayacağım. Yalnızca, tahmin edilebilecek sebeplerle birkaç ismi değiştirmek zorundayım. Bazı olayların hangi gazetede, dergide, televizyon kanalında geçtiğini de yazamayacağım. Korumam gereken ilkeler ve insanlar var. O insanların başında ben geliyorum. Madem hakikatten sapmama sözü verdim, bunu itiraf etmesem olmazdı. İlk kitapta ağırlık çocukluğumda ve aile çevresindeydi. Bu kez gazetecilik ve televizyonculuk yıllarım ağır basacak. Bir de başarısız romancılık maceramı anlatmaya çalışacağım.
Gazetecilik ve televizyonculuk anılarım biraz gariban işi maalesef. 28 Şubat konusunda haftalar öncesinden Demirel’i ve Çiller’i uyaran ben değildim. Washington-Ankara-Bağdat hattında en kritik sekiz saat yaşanırken Özal beni aramadı. Asil Nadir duvarları yumruklarken odada yoktum. Hürriyet’in kaderi değişirken, geceye benim vurucu cümlemle nokta konmadı. Sabah ve ATV’ deki depremlerin en büyüğünde, o en gergin akşamda, “Bakın Dinç Bey…” diye söze başlayabilecek bir konumda değildim. Cumhuriyet’te bir dönemi bitiren toplantıya katılamadığım için sesler yükselince araya giremedim. DSP ve MHP’yle koalisyon kurarken Mesut Yılmaz benim fikrimi almadı; “Hayırlı olsun Sayın Ecevit,” diyemedim. AKP döneminde zaten hiç iplenmedim. Ama gazete şoförleriyle muhabirler arasındaki yumruklaşmalara, “Oğlum ayıp lan!” şeklinde müdahalelerim olmuştur; bunalan arşiv görevlisi çelik dolaplara kafa atarken oradaydım; başka kanaldan teklif alan iki kameraman arkadaşımız karar vermekte zorlanırken, “Bir de şöyle düşünün…” diye lafa başlamıştım, güzel konuşmuştum…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıYalan Yıllar
- Sayfa Sayısı280
- YazarCan Kozanoğlu
- ISBN9789750725340
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Ciltli Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Park Cinayetleri ~ Armağan Tunaboylu
Park Cinayetleri
Armağan Tunaboylu
Hercule Poirot kadar zeki, Sherlock Holmes kadar dikkatli, Mike Hammer kadar çapkın, James Bond kadar yakışıklı, Philip Marlowe kadar pervasız… Yok canım, nerdee! O,...
- Sokakta ~ Bahaeddin Özkişi
Sokakta
Bahaeddin Özkişi
Tarihimizin son 150 yılını konu olarak almıştır. Gözlerinde, geçmiş otuz yılın gölgeliyemediği aynı berrak bakış, bana, “bu ONLAR’ın işi” dedi. Sesi bir fısılj ıı...
- Taş ve Gölge ~ Burhan Sönmez
Taş ve Gölge
Burhan Sönmez
“Gece, sessizlik değil damıtılmış ses demekti. Gündüz bütün sesler birbirine karışıp gürültüye dönerken, gece her ses kendi sadeliğiyle belirirdi. Çocukluğun şarkıları, ruhların iniltileri, baykuşun...