Albert Camus’nün ( 1913-1960) en tanınmış, en çok yabancı dile çevrilmiş, en çok incelenmiş ve hala en çok satan kitaplar arasında yer alan Yabancı, aynı zamanda yazarın en gizemli yapıtı. Ölümün egemen olduğu bir varlıkın en anlamsız olgularını saçma bir düzensizlik içinde yaşayan bu romanın başkişisi Meursault, bir simge kahraman değildir, adı olmayan bir Yabancıdır; bu eksik kimlik, gerçeklikten algıladığı şeyi yapılandıramayan, yeniden örgütleyemeyen, ama gerçekliğin yankılarını yakalamaya çalışan bir boş bilincin imgesidir. Onun kayıtsızlığı ve edilgenliği, işte bu boş bilincin ürünüdür. Yabancı, büyüleyici gücünü, içinde barındırdığı trajedi duygusuna borçlu: Bir türlü ele geçirilemeyen anlamın sürekli aranması, bilinç ile toplumsal dünya arasındaki çatışma… Camus’yle buluşanların hiçbiri, onunla karşılaşınca hayal kırıklığına uğramamıştır. Mutluluk, bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir, der Camus. Giderek daha çok sevilen bir yazar olması, onun bu sevgisinin yansımasından başka bir şey değildir.
Başkalarından daha erken ölecektim, orası aşikârdı. Ama herkesin bildiği gibi, hayat yaşamaya değmez.
Meursault, annesinin öldüğünü öğrendiği gün cenazeye katılmak üzere yola çıkar, hava çok sıcaktır. Gün boyu hissettikleri dış dünyaya ait uyarıcılardan öteye geçmez; sıcak, ışık onu rahatsız eder, dikkati kendi bedeni üzerindedir. Herkes ondan bir oğul olarak duygusal bir tepki beklerken o duyusal dünyaya dikkat kesilmiştir. Halbuki onun kayıtsızlığı, sadece annesinin ölümüyle ilgili değildir. Birkaç gün sonra ıssız bir kumsalda yürürken, onu telafi edilmez bir eylemde bulunmaya sevk edecek olan da aynı kayıtsızlıktır.
Meursault, anlamın olmadığı yerde bir anlam varmış gibi davranmayı reddeder, Yabancı’nın çıkış noktasını oluşturan da budur. Camus, saçma felsefesinin temel unsurlarını Meursault’da bir araya getirerek, toplumsal düzenle bireyin özgürlüğü arasındaki açmazı, kişinin kendine ve topluma karşı yabancılaşmasını açığa vuran kült bir roman ortaya koyar.
“Camus’nün karamsarlığı kabulleniş değil, tam aksine bir eylem hatta isyan çağrısıdır. Romanı bitirdikten sonra Meursault’ya karşı karışık hisler beslesek de dünyanın iyi bir yer olmadığına ve değişmesi gerektiğine inanırız.”
Mario Vargas Llosa
ALBERT CAMUS
ve
YABANCI’SI
XX. yüzyıl Fransa’sının. dahası, dünyasının düşün yaşamına damgasını vurmuş sayılı birkaç aydınından biridir Albert Camus. Düşünce dünyasının. dünyamızın. Bertrand Russell. Einstein. Sartre gibi yüceleri yanında, romanları, tiyatro yapıtlan, politika yazılarıyla, tutumu, davranışı, özelgenel yaşamıyla, çıkarsız bir aydın örneğini vermiş bir insan olarak özel bir yeri var Albert Camus’un, yüzyılımızda.
Albert Camus’un dünya görüşü, yaşamın anlamsızlığından, saçmalığından kaynaklanan bir anlayışkavrayıştan yola çıkmaktadır. Değil mi ki yaşam, bir yerde ölümle yani yoklukla sonuçlanıyor, öyleyse nedir bu didinip durma, bu yedimiçtim. aldımverdim, benimsenin kavgasının anlamı?
Albert Camus için yaşam, insan yaşamı, bir saçma, bir anlamsız, bir akıldışı, bir mantıkdışı yaşamdır. Yani. başlangıçta bir karamsarlık, bir umutsuzluktur söz konusu olan. Ama umutsuzluktan yola çıkmak, sonuna dek umutsuz olmayı gerektirir mi? Hayır, diyor, Albert Camus.
Ölümle biten yaşam saçmadır, evet. Bunda kuşku yok. Ama, yaşam ölümle bitiyor diye, kapayacak mıyız gözümüzü, yüreğimizin kapılarını bu yasanası dünyanın güzelliklerine, bunlar yanında insanların acılarına, çaresizliklerine? Mademki yaşıyoruz, yaşadığımız sürece mutlu olmaya, sağımızda solumuzda mutluluk yaratmaya bakmalıyız. Mutluluk, bir yerde ve her yerde, hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir, diyor Albert Camus.
İşte, Albert Camus’un dünya görüşü bu Saçma dünyada insan niçin yaşar? Alışkanlık dolayısıyla mı, yoksa, yaşamayı seçtiği için mi? R.M Alberts, bu konuya şöyle bir açıklama getiriyor: “…insan ne yaptığını bilerek talihin bütün kötülüklerini karşısına alarak, boşuna hayallere kapılmayı teperek seçmeli. İnsanın, yaşamı tam anlamıyla seçmesi demek, yaşamın saçma, dünyanın haksız, “Emrı’nın sağır olabileceğini düşünmüş olması demektin insan her şeyi kaybetmeli ki, her şeyi alabilsin. Camus, yaşamın anlamı üzerinde Descartes’ın dünyanın varlığı Özerine yürüttüğü düşünce ile önce yaşamın hiçbir anlamı olmadığını kabul ediyor İşte, o zaman seçiyor ve yaşamdan yana oluyor,Stoik (dayançlı) bir filozof., ama vahlanmayan ve böbürlenmeyen bir filozof.”
Camus, yaşamın saçmalığı karşısında, umutsuzluğu, eylemsizliği, eli kolu bağlılığı değil, umudu, insan acısını bir yerde dindirmek, bir yerde yüceltme doğrultusunda, yine de yaşamı seçmiştir Ünlü romanı Veba’yı okursanız görürsünüz ki, orada, bir kenti sarmış olan o korkunç salgına karşı, birbirinden kopuk iki ayrı güç, savaşını vermektedir: Bir yanda, ölüm ötesinin cennetli cehennemli (daha çok, cenneti hurili, gılmanlı) yaşamına bel bağlamış, dolayısıyla saçmalıktan uzak tanrısal düzene yazgıya inanan din adamları, öte yanda, “umutsuzluk içinde dünyayı haksız görürken bile ona karşı insanın insana, insanın haksız yazgısına olan” yakınlığını duyan, ötedünya masallarına inanmayan hekimler var Yani, bir yanda din, bir yanda bilim ve teknik, sonunda hekimler kazanıyor savaşımı ve kenti vebadan kurtarıyorlar.
İşte burada, Camus’un yaşam felsefesi, dünya görüşü bütün açıklığı ile çıkıyor ortaya.
Yaşamın, ölümle sonuçlanan yaşamın saçmalığına karşın, umutsuz değil Camus’nün dünya görüşü. Bir yazısında bakın ne diyor Camus: “Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umut kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan?,. Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı yoktur demek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur Ama, yaşamak ve Örneğin, yiyip içmek kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer veriyoruz demektir Umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir? Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa, bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur Umutsuzluk konuştu mu, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır”
Camus, bir edebiyat adamı, bir sanatçı, umutsuzluğa savaş açmış bir insan olarak çıkıyor karşımıza, “Ben, kendi hesabıma insanlığın yüz karasıyla savaşmaktan geri kalmadım, katı yürekli insanlardan tiksindiğim kadar hiçbir şeyden tiksinmedim,” diyor ve şunları ekliyor: “Şu var ki, en koyu umutsuzluğumuz içinde, bu umutsuzluğu (bu inkarcılığı) aşmanın yollarını aradım. Bunu da iyiliğimden, herkesten daha üstün ruhlu olduğumdan yapmış değilim. Ama ben doğuştan içimde taşıdığım bir sezgi ışığına bağlıyım. Bu sezgi ile insanlar binlerce yıldır yaşamı en büyük acılar içinde bile sevmesini bilmişlerdir.” İslam dininin kurucusu Muhammed, “Ölmeyecekmiş gibi çalış, ölecekmiş gibi dua et,” demiş. Yirminci yüzyılın (hiç kuşkunuz olmasın) peygamberlerinden biri olan Camus şöyle demek istiyor Ölmeyecekmiş gibi çalış, öleceğini bile bile yine de çalış.
İşte, Camus’un bizlere peygamberce mesajı bu.
Camus, ilk kez adını ve sanını Yabancı adlı romanıyla duyurdu dünyaya. Yıl 1942. Fransa, Hitler ordularının toplu tüfekli, tanklı, çizmeli mahmuzlu, hoyrat işgali altındadır. Çevresine ve de kendine yabancı düşmüş bir insancığın, sıradan, akıldışı, mantıkdışı bir dünyada, akim hiçbir yardımı olmaksızın gün gün, dakika dakika yaşayışını dile getirmektedir Yabancı romanı.
Bir saçma serüvendir Meursault’nun gözlerimiz Önüne serilen serüveni. Sevip sevmemek, evlenip evlenmemek, Tanrıya inanıp inanmamak, bir hiç yüzünden adam Öldürüp elini kana bulamak gibi soruları kendine dert edinmeyen, saçmalıktan içinde saçma bir yaşam düzeyine kendini kaptırmış bir insancığın romanıdır Yabancı.
Sartre’ın deyimiyle, saçmalık “İnsanın dünya ile ilişkilerinden başka bir şey değildir.” Meursault. bu saçmalığı yaşamaktadır, anasının ölümüne, Marie’nin sevgisine, hatta hatta kendi Ölümüne duygusuz kalabilmenin saçmalığına sırtını dayayarak.
Yabancı’da saçma duygusu ile saçma kavramı arasındaki ayrılık çıkıyor karşımıza Meursault, saçma kavramından habersiz, saçma duygusu içinde yaşayan bir yaratıktır, örneklerini görebileceğimiz yüz binlerce insan arasında.
Yine, Sartre’ın yerinde bir tanısına dayanarak diyebiliriz ki. Yabancı romanı, saçma üzerine ve saçmaya karşı yazılmış, klasik değerde bir romandır.
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum. İhtiyarlar Yurdu’ndan bir telgraf aldım: “Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar.” Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dündü.
İhtiyar Yurdu Marengo’dadır, Cezayir’den seksen kilometre uzakta. Saat ikide otobüse biner, öğleden sonra oraya varırım. Bütün gece başında bekler, yarın akşama da dönerim. Patrondan iki günlük izin istedim, ortada böyle bir mazeret varken hayır diyemezdi. Ama pek de hoşnut görünmüyordu. Hatta ona, “Bunda benim bir suçum yok,” dedim. Karşılık vermedi. O zaman, böyle söylememeliydim, diye düşündüm. Hem özür dilemek için neden de yoktu. Asıl onun bana başsağlığı dilemesi gerekirdi. Öbür gün beni yas elbisesiyle görünce, diler elbette. Şimdilik sanki anam pek ölmemiş gibi. Ama gömüldükten sonra, tam tersine, mesele kapanmış olur ve her şey daha resmî bir kılığa girer.
Saat ikide otobüse bindim. Hava çok sıcaktı. Yemeği her zamanki gibi Celeste’in lokantasında yedim. Benim adıma hepsi çok üzülüyorlardı. Celeste bana. “İnsanın bir tek anası olur,” dedi. Gideceğim zaman, beni kapıya kadar geçirdiler. Emmanuel’in odasına çıkıp siyah boyunbağıyla siyah kol şeridini almam gerektiği için biraz telaşlıydım. Birkaç ay önce, onun da amcası ölmüştü.
Otobüsü kaçırmamak için koştum. Bu aceleden, koşuştan. üstelik bunlara eklenen sarsıntıdan, benzin kokusundan, yoldaki ve gökteki ışıkla ısı yansımasından, herhalde, bütün bunlardan olacak, sızmış kalmışım. Hemen bütün yol boyunca uyumuşum. Gözlerimi açtığımda, kendimi bir askerin üstüne abanmış buldum. Bana bakıp gülümsedi ve “Uzaktan mı geliyorsun?” diye sordu. Kısa kesmek için, “Evet,” dedim.
İhtiyarlar Yurdu köyden İki kilometre uzaktadır. Yolu yayan yürüdüm. Anamı hemen görmek istedim. Kapıcı Önce müdürü görmem gerektiğini söyledi Müdür meşgul olduğu için, biraz bekledim. Bu ara hep kapıcı konuştu, sonra müdürü gördüm, beni bürosunda kabul etti. Ufak tefek bir ihtiyardı, göğsünde Agion d’honneur nişanı vardı. Pırıl pırıl gözlerini bana dikti. Sonra elimi sıktı, uzun süre bırakmadı, öyle ki nasıl çekeceğimi bilemiyordum. Bir dosya karıştırdı, sonra bana, “Bayan Meursault buraya üç yıl önce girdi. Sizden başka bakacak kimsesi yoktu,” dedi. Beni suçlu buluyor sandım, durumu anlatmaya başladım. Ama sözümü kesti, “Kendinizi haklı çıkarmanıza gerek yok yavrum. Annenizin dosyasını okudum. Gereksinimlerini karşılayamıyormuşsunuz. Ona göz kulak olacak biri gerekliydi. Sizin ücretinizse azmış. Hem aslını ararsanız, o burada daha mutluydu,” dedi. Ben de, “Evet müdür bey,” diye karşılık verdim. “Hem burada kendi yaşıtları, arkadaşları vardı. Onlarla bir başka zamana ait mutlulukları paylaşabiliyordu. Siz gençsiniz. Yanınızda canı sıkılırdı herhalde.” diye kekeledi.
Doğruydu. Anam evdeyken, vaktini beni sessiz sessiz seyretmekle geçirirdi Yurda girdiği ilk günlerde sık sık ağlarmış. Ama sırf alışkanlık yüzünden. Birkaç ay sonra yurttan alınsaydı, yine ağlayacaktı. Yine alışkanlık yüzünden tabii. Son yıl yurda hemen hiç gitmedimse, biraz da bu yüzden gitmedim. Hem sonra, bu bütün bir pazarımı alıyordu. Otobüse kadar gitmek bilet almak ve iki saatlik yollara düşmek zahmeti de caba.
Müdür daha başka şeyler de söyledi. Ama, artık onu hemen hemen dinlemiyordum Sonra, “Herhalde annenizi görmek istersiniz, sanırım?” dedi. Hiç bir şey demeden ayağa kalktım, önümden kapıya doğru yürüdü. Merdivenlerde, “Ötekilerin yürekleri kalkmasın diye, kendisini bizim küçük morga taşıttık, Yurttakilerden biri öldü müt ötekilerin birkaç gün siniri bozuluyor Bu da işimizi güçleştiriyor dedi. Bir avludan geçtik. Birçok ihtiyar ufak ufak kümeler halinde toplanmış, çene çalıyorlardı. Biz geçerken sustular. Arkamızdan konuşmalar yine başladı. Sanki, boğuk bir papağan gürültüsüydü bu. Müdür, küçük bir kapının önünde, “Sizi bırakıyorum Bay Meursault. Büromda emrinize amadeyim. Cenaze usulen, sabahın onunda kalkacak. Böylece, geceyi merhumenin başında geçirebilirsiniz diye düşündük. Son bir söz daha: Anneniz sanırım, dinsel törenle gömülmek istediğini arkadaşlarına sık sık söylermiş. Gereken şeyleri yapmayı üzerime aldım. Yalnız, haberiniz olsun istiyordum,” dedi. Kendisine teşekkür ettim. Anacığım, dinsiz olmamakla birlikte, sağlığında hiç de dini aklına getirmiş değildi.
İçeri girdim. Burası beyaz badanalı, üstü camla örtülü, çok ışıklı bir salondu. İçinde eşya olarak yalnız iskemleler ve X biçiminde sehpalar vardı. Ortada iki tanesinin Üstünde kapağı kapalı bir tabut duruyordu. Ceviz rengine boyanmış tahtaların üstünde yalnız yan çakılmış parlak vidalar göze çarpıyordu. Tabutun yanında beyaz kaputlu Arap bir hastabakıcı duruyordu. Başında parlak renkli bir başörtü vardı.
Bu sırada kapıcı arka taraftan içeriye girdi. Koşmuş olmalıydı. Biraz kekeledi, ‘”tabutu kapamışlar, ama ananızı görmek isterseniz açayım dedi. Tabuta yaklaşırken durdurdum, “istemiyor musunuz?” dedi. “Hayır,” diye karşılık verdim. Lafı uzatmadı. Sıkıldım, çünkü bunu söylememeliydim, dîye düşündüm. Az sonra bana baktı, sanki Öğrenmek istiyormuş gibi, başıma kakmadan, “Niçin?” diye sordu. “Bilmiyorum,” diye karşılık verdim. O zaman beyaz bıyığını bükerek, yüzüme bakmadan, “Anlıyorum,” dedi. Açık mavi güzel gözleri ve hafif kırmızı bir teni vardı. Bana bir iskemle verdi, kendisi de biraz arkamda oturdu Tabutun yanındaki hastabakıcı kalktı, kapıya doğru yürüdü, O sırada kapıcı, “Frengisi var,” dedi. Pek kavrayamadım, hastabakıcı kadına baktım; gözlerinin altından doğru başına dolanmış bir sargı vardı. Sargı burnunun hizasına doğru düzdü. Yüzünde sargının beyazlığından başka bir şey görünmüyordu.
O gidince kapıcı, “Sizi yalnız bırakayım” dedi. Ne türlü davrandığımı bilmiyorum, ama gitmedi, arkamda ayakta durdu. Onun orada, arkamda oluşundan sıkılıyordum. Oda güzel bir ikindi ışığıyla doluydu. İki eşekarısı camların üstünde vızıldıyordu. Beni uyku bastırıyordu Yüzümü çevirmeden, kapıcıya, “Çoktan beri mi buradasınız?” dedim. Ne zamandır bu soruyu bekliyormuş gibi, hemen, “Beş yıldan beri diye karşılık verdi.
………….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYabancı
- Sayfa Sayısı117
- YazarAlbert Camus
- ISBN9789750748677
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Efendi ile Uşak ~ Lev Nikolayeviç Tolstoy
Efendi ile Uşak
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Efendi ile Uşak, tümü coşkuyla kaleme alınmış, insani değerlerle dinî değerleri aynı platformda ele alan hikmet dolu öykülerden oluşuyor. Öğüt veren, yol gösteren, iyilik...
- Martin Eden (Türkçe) ~ Jack London
Martin Eden (Türkçe)
Jack London
Martin Eden Jack Londonın hayatından belirgin izdüşümler taşıyan özyaşamsal bir roman. Hayalleri kadar iradesi de güçlü bir genç, sosyal statüsünü değiştirmek için giriştiği yazar...
- Kum Fırtınası ~ James Rollins
Kum Fırtınası
James Rollins
NEFES KESEN BİR GERİLİM VE AKSİYON ROMANI DÜNYAYI KASIP KAVURAN SİGMA SERİSİNİN İLK KİTABI İNSANLIK GELMİŞ GEÇMİŞ EN KORKUNÇ FIRTINAYLA BAŞ EDEBİLECEK Mİ? Esrarengiz...