Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yaban Oynaşması
Yaban Oynaşması

Yaban Oynaşması

Yukio Mişima

Bu fotoğrafın, o içler acısı olaydan birkaç gün önce çekildiğini düşünmek mümkün değil. Üçünün de yüzünde huzur ve neşe var. Birbirine inanan insanların yüzleri…

Bu fotoğrafın, o içler acısı olaydan birkaç gün önce çekildiğini düşünmek mümkün değil. Üçünün de yüzünde huzur ve neşe var. Birbirine inanan insanların yüzleri işte böyledir diye düşündürüyor yalnızca.

Bir süre özel bir üniversitede ders verdikten sonra anne babasından kalan seramik işini devam ettirmekte karar kılan İppey, bir yandan da edebiyat eleştirileri yazmaktadır. Dükkânında yarızamanlı çalışmaya başlayan Koğci ise, İppey’in de mezun olduğu üniversitede öğrencidir. Birlikte içki içtikleri bir akşam İppey, eşi Yuğko’dan uzun uzun bahsedince Koğci, henüz tanışmadığı halde kadını arzulamaya başlar. Bu tutkusu, olayların seyrini değiştirecek tehlikeli boyutlara varacaktır.

Japon No oyunlarından ilham alan ve İkinci Dünya Savaşı sonrası, İzu Yarımadası’ndaki İro köyünde geçen Yaban Oynaşması ilk kez 1961’de, haftalık bir dergide on üç parça halinde yayımlanmıştır.

“20. yüzyılın en iyi avangard Japon yazarlarından biri.”

The New Yorker

Giriş

Bu fotoğrafın, o içler acısı olaydan birkaç gün önce çekildiğini düşünmek mümkün değil. Üçünün de yüzünde huzur ve neşe var. Birbirine inanan insanların yüzleri işte böyledir diye düşündürüyor yalnızca. Bu fotoğraf çekilir çekilmez hemen Taysenci Tapınağı rahibine gönderilmişti. Bugün de orada özenle saklanıyor.

Gemi ekipmanları deposunun olduğu rıhtımın üstünde, güçlü yaz ışığı altında çekilmiş fotoğrafta İppey Kusakado’nun beyaz bir yukata1 , Yuğko’nun beyaz tek parça bir elbise ve Koğci’nin de beyaz bir polo tişört ile beyaz pantolon giydiği görülüyor. Aşağıdaki denizin yansımalarının da vurduğu resimde üçünün de beyaz giysileri üstünde yalnızca güneşten yanmış yüzleri göze çarpıyor. Fotoğraf belirgin olmakla birlikte, çok hafif bir titremeyle sallanmış, odak noktası kaymış duygusu veriyor. Böyle görünmesi doğal çünkü fotoğraf makinesini kayıkçıya verip kayığın üzerinden çektirmişlerdi bu resmi; deniz ne kadar dingin olsa da birazcık sallantı kaçınılmazdı.

İzu Yarımadası’nın batısında İro adlı bir balıkçı limanındaydılar. Liman derin körfezin doğu yakasındaydı. Körfezin dağları çevrelediği batı tarafında, bir dizi küçük koy içinde, her biri dağların koynunda yuvalanmış –küçük olsa da adına böyle denmiş– bir tersane, bir yakıt depolama tankı ve balıkçı ağları ile diğer gemi malzemelerinin olduğu birkaç depo bulunuyordu.

Tersaneden yakıt depolama tankına, tanktan depoya giden karayolu bulunmadığından yöre sakinlerinin oraya ulaşmasının tek yolu teknelerdi.

Üçünün fotoğraf çektirmek için üstüne çıktığı rıhtım, işte o deponun rıhtımıydı. Oraya küçük bir tekneyle gitmişlerdi. Teknenin üstünde güneş şemsiyesini açan Yuğko daha uzaklardan burasını parmağıyla göstermişti.

“Orası iyi, orada çektirelim.”

Ağustostaki balık avı tatili hemen hemen bitmişti. Çoğu balıkçı gemisi çoktan Hokkaydo ve Sanriku kıyılarında zargana avına çıkmaya başladıkları için, bir önceki haftaya göre limandaki gemiler oldukça azalmıştı. Bu sayede küçük körfezde denizin yüzeyi birden önceki halinden daha geniş görünmeye başlamıştı.

Ayrılanlar yalnızca balıkçılar değildi. İzin alıp buraya gelen Savunma Ordusu’ndan Kiyoşi de İmparatorluk Müzik Aletleri fabrikasında çalışan işçi kızlardan Kimi de zargana avına çıkan Matsukiçi gibi, memleketlerini arkada bırakıp Hamamatsu’ya dönmüştü. Yaz mevsiminin kısa aşkları bitti. Üstüne Latin harfleriyle adını kazıdığı yeni ukulele de artık Savunma Ordusu’ndaki lojmanına dönen Kiyoşi’nin dizlerinin üstünde olsa gerekti.

Koğci rıhtıma çıkması için İppey’e yardım etti. Üçü de duvar üstünde dizildiklerinde, kızgın güneş altındaki beton parçasının şimdiye kadar koruduğu hassas düzen, insan elinin değmediği yalnız nesnelerin şiir gibi dizildiği o düzen birdenbire bozulmuş gibi göründü.

Deponun önündeki, ağları kurutmak için bambu dallarından yapılmış raflar ve üstlerine sallapati atılmış balık ağları bu manzaraya çok uygun bir çerçeve oluşturmuştu. Bir yelken direği yan yatmıştı, iskele halatları birbirine dolanmıştı. Hepsi deniz seferlerinin anıları ve yoğun mesaileri ardından dinlenmeye geçmiş, yatışmış bir haldeydi. Durgun güneş ışığındaki esintinin nefesi, deponun gök mavisi rengindeki büyük kapısı, deponun binaları arasındaki boy atmış yaz çimleri, çimlerin arasındaki örümcek ağları, betondaki çatlaklardan taşan yabani krizantemlerin beyaz çiçeklerinin mükemmelliği. Paslanıp kızıllaşmış ray parçaları, paslı teller, balık havuzunun kapağı, küçük dayama merdiven ve benzerleri.

Ortam korkutucu derecede sessiz ve sakindi. Durdukları yerden aşağıya bakınca, bulutların ve dağların denizin üzerindeki yansıması görünüyor, rıhtım kenarındaki yer yer berrak sularda yosunların içinden geçen küçük balık sürüleri netlikle seçiliyor, yaz bulutlarının beyaz gölgesi rıhtım yakınlarında binlerce parçaya bölünüyordu.

Yuğko yerlere serilmiş ağlar üzerinde yürürken, güneş ışıklarının göz kamaştıracak kadar yansıdığı beton zeminde kan damlalarını andıran izleri fark edince durdu.

Koğci bunu hemen sezerek, “Yok bir şey, boyadır o,” dedi. “Bir yeri boyarken damlamış olmalı.”

Gerçekten de kızıl boya damlalarından başka bir şey değildi. Yuğko’nun titreşen güneş şemsiyesinin gölgesi lekelerin üstüne düşünce hepsi kararmış kırmızıya dönüştü.

“Orası iyi,” diye işaret etti Koğci sorumluluk alarak, Yuğko ve İppey’i ilk deponun önünde durdurdu. Ağlar yüzünden bedenlerinin belden aşağısı görünmeyecek diye Yuğko şikâyet edince, “Öylesi iyi işte” diye Koğci kabaca araya girdi. “Daha artistik görünecek. Biz de ağlara takılmış üç balığız zaten.” Omzuna asılı fotoğraf makinesini çıkarıp hazırlıklara başladı.

Gerçekten tam da Koğci’nin dediği gibi diye düşündü Yuğko. Üçü de suçluluk ağlarına takılmış üç balık gibiydiler…

*

İppey orada yerini alana kadar her zaman olduğu gibi yüzünden gülümsemesini eksik etmedi ve her zamanki gibi denilen her şeye uyarak hareket etti.

İnce yapılı ancak bakımlı yüzünün rengi son derece sağlıklıydı. Yürürken sağ ayağının aksaması ve bir bakıma uyuşuk görünen hareketleri bazen zarif bile görünüyordu. Kırk yaşındaki bu adam, eşinin özverisi sayesinde, ayak parmaklarına varana kadar tertemizdi. Yakından bakılırsa, o sonsuz gülümsemesinin, aslında sürekli kararsızlık içinde bocalarken başka seçeneği olmadığı için edindiği bir ifade olduğunu görebilirdiniz. Karısı Yuğko yeterince özen göstermesine rağmen, üstündeki yukata ve kuşağı sanki hemen şimdi çözülüp düşecek gibi duruyordu. Bedeni bu giysiye alışmadığı için değil de, bunu giyme isteği olmadığı için, bedeniyle giysisi kendi başlarına farklı yönlere doğru hareket ediyor gibiydi.

Yuğko kocasını destekleyerek ışıktan kamaşan gözlerle kameraya baktı. Işıkların vurduğu yüzündeki girintiler çıkıntılar silinmiş, beyaz ve duygusuz bir ayna yüzeyi gibi görünüyordu. Yuğko’nun yuvarlak ve alımlı bir yüzü vardı; yalnız dudakları inceydi. Biraz makyajla her türlü derdini saklayabilirdi ama bu sıcak güneş altında hızlı hızlı soluyan dudaklarından sanki görünmeyen acıları da sessizce çıkmaktaydı. Kısacası, Yuğko acılarını saklayacak bir yapıda değildi. Büyük buğulu gözleri, dolgun yanakları, yumuşak kulakmemeleri, Koğci’ye karşı umursamazca gülümsemesine kadar hepsi bir bakıma o acılarının kanıtıydı. Yine de Yuğko’nun asla yorgun görünmemesi, acılar karşısında inatla direndiğini gösteriyordu.

Yuğko, güneş şemsiyesini katlayarak, kendisine özgü, kokuşmuş çiçeklerle dolu bir kulübedeki dayanılmaz havayı çağrıştıran erotik sesiyle seslendi: “Hazır değil mi hâlâ?”

Koğci rıhtım duvarı üzerinden sandaldaki yaşlı gemici Sadaciro’ya kamerayı uzattı ve deklanşöre nasıl basacağını anlattı. Üstünde kısa pantolondan başka bir şey olmayan yanık tenli Sadaciro, havluyla sardığı alnını, akvaryumdaki su içinde balık ararcasına, kameranın vizörüne dayadı.

Sıçrayarak depo önünde duran karıkocanın yanına gelen Koğci’nin hareketi öyle çevikti ki polo yaka beyaz tişörtü ve beyaz pantolonunun oluşturduğu kesintisiz çizgi sanki çelik bir tel gerilmiş de bırakılmış duygusu vermişti. Koğci, Yuğko’nun yanına geldi ve çok doğal bir havada kolunu onun pürüzsüz omzuna attı. Böyle olunca Yuğko da çok doğal bir biçimde, solunda duran kocasının sağ kolunu da kendi omzuna doladı.

Koğci, “Gözlerim kamaşıyor,” dedi.

“Birazcık daha sabret yeter.”

“Öyle gerçekten. Birazcık daha sabretmeli.”

Yuğko güvercin gibi kuğurdu, fotoğrafta çıkacak yüzünü bozmamak için ince dudaklarını fazla açmamaya gayret ederek konuştu:

“Mezarımızı da aynen böyle üçümüz yan yana yaptırsak ne hoş olurdu.”

Belki iyi duyamadıklarından olacak, iki erkek de buna karşılık bir şey demedi. Aşağılarında Sadaciro hâlâ özenle kamerayı hazırlıyordu. Sandalın sallantısını aksi yönde dengelemek için gücünü bacaklarına vermesi yaşlı balıkçının omuz kaslarını kabartıyor, her iniş çıkışı güneş ışıklarıyla açıkça görünüyordu.

Etrafın sessizliğine rağmen, su hışırtıları ince ince havaya karıştığı için deklanşörün sesini duymadılar.

*

İro tipik bir balıkçı köyüdür ama dağlara yakın doğu tarafında biraz tarla bahçe de vardır. Postane önünden bir süre gidince evler biter, yol doğrudan köy tapınağına kadar tarlalar içinden uzanır. Giderken sağa dönünce, bu tek yol gitgide artan bir eğimle yukarı çıkar, dağ yamacına katmanlar halinde yapılmış yeni mezarlığa ulaşılır.

Mezarlığın olduğu dağın dibinden bir dere akar. Mezarlar bu dere kenarından başlayarak dağ yamacına kadar üst üste karışık bir şekilde sıralanmıştır. Yukarıdan aşağıya doğru indikçe daha büyük taşlı ve daha görkemli yapıda mezarlar görülür. Buradan sonra daralan çakıllarla dolu yol, her bir mezar sırasının yanından zikzaklarla yukarıya gitmektedir. Mezarların taş duvarları yıkılmaya yüz tutmuş, üzerlerindeki çatlaklara yaz otları sımsıkı kök salmıştır. Sıcak taş üstündeki bir yusufçuk susuz kalan kanatlarını açmış, koleksiyonlardaki kurutulmuş böcekler gibi hareketsiz durmaktadır. Bir yerlerden ilaç kokusu gibi bir koku gelir, çiçek konan vazoların içindeki sular kokuşmuştur. Bu bölgede mezar yanına çiçek koymak için bambu kamışı ya da taştan yapılma vazo kullanılmaz. Çoğu mezarda, yarısına kadar toprağa gömülü ince boyunlu sake şişesi ya da bira şişesi içinde artık kurumuş anason dalları vardır. Yazın günbatımından önce buraya kadar tırmanıp da tonlarca çizgili sivrisineğe de katlanabilen biri İro köyünü tüm manzarasıyla görür. Hemen aşağılardaki yeşil pirinç tarlalarının karşısında Taysenci Tapınağı görünür, daha da uzaklarda güneye bakan dağ yamaçlarında, şimdi artık sahipsiz olan Kusakado seralarının kırık camlarından saçılan ışıklar göz kırpar. Seraların yanında da Kusakado ailesinin terk edilmiş evlerinin kiremitli çatısı görünür.

Batı yönünde, siyah bir gemi deniz fenerinin önünden geçerek İro körfezindeki limana giriyor. Görünüşe bakılırsa Osaka’dan gelme küçük bir yük gemisi bu. Toi altın madenlerinden maden cevheri yükleyip getirmiş; bir süre daha İro’da demirleyecek olmalı. Geminin direkleri çatıların ardından sessizce kayarak geliyor. Deniz fenerinin aydınlığından daha çok fark edilen akşam denizinin hüzünlü parlaklığı buradan bakılınca ancak ince bir kuşak gibi görülebiliyor.

Köyde bir yerlerden televizyon sesi çok net duyuluyor. Balıkçılar Kooperatifi’nin hoparlöründen çıkan sesler dört taraftaki dağlarda yankılanıyor:

“Kokura Maru gemisinin bütün mürettebatına duyurulur. Yarın sabah kahvaltıdan sonra denize açılmak üzere hazırlık yapılacağı için hemen gemiye gelin!”

Böyle böyle gecenin yaklaştığı hissi gittikçe parlaklığı daha da artan deniz fenerinin ışığıyla anlaşılır. Mezar taşlarındaki yazılar zar zor okunur hale gelir. Kusakado ailesinin mezarını, karman çorman olmuş birçok mezar arasında bulabilmek zor iştir. Taysenci Tapınağı’ndaki başrahibin, köylülerin çoğunun itirazını bastırarak, kendisinden istendiği biçimde, kendisine verilen parayla yaptırdığı bir mezardır bu. Dağ yamacında küçük tümsek altında sanki bedenlerini büzüştürmüşler gibi küçücük üç yeni mezar taşı yan yana dizili durur. Sağdaki İppey’in mezarıdır. Soldaki Koğci’nin mezarı. Ortadaki de Yuğko’nunki ama bir tek onunki soluk akşam güneşi altında bile sevimli bir parlaklıkta görünür. Çünkü bu mezar taşını hayattayken Yuğko kendisi hazırlamıştır ve öldükten sonra verilen Budist adı da taşın üstüne kızıl vernikle işlenmiştir. Kızıl vernik bugün de tazeliğini koruyor. Çevresi akşam karanlığına büründüğünde bir yığın soluk mezar taşı arasında yalnızca Yuğko’nun mezar taşı, ince dudaklarına her zaman sürdüğü koyu ruj gibi dikkat çekiyor.

I. Bölüm

Koğci bağlantı koridoruna düşen güneş ışıklarının ne kadar da canlı olduğunu düşündü. Hapishane hamamına giden koridorda pencerelerden gelen ışıklar sanki parlak beyaz bir kâğıdı yere yaymışçasına içeri dökülmüştü. Koğci pencereden gelen ışığı çok severdi; nedenini bilmeden, çekingence, tutkuyla. Tanrı’nın bir lütfuydu bu, gerçekten saftı, üstelik bıçaklanıp öldürülmüş bir bebeğin beyaz bedeni gibi parça parçaydı.

*

Üst güvertede korkuluklara yaslanan Koğci, şimdi gönül rahatlığıyla tüm bedeninde hissettiği bu ilkyaz sabahındaki bol güneş ışığının, uzaklarda bir yerde, tam da şu anda, anılarındaki o soylu ve parça parça ışıklarla birleşmesini tuhaf buldu. Bu ışıkla o ışıkların aynı şey olduğuna inanmak olanaksızdı. Gözünün önünde her yana yayılmış bu ışıkların izinden giderse, eliyle gönderden indirip topladığı büyük ve parlak bir bayrağın soğuk, dağınık saçaklarına parmak uçlarıyla dokunur gibi, o koridordaki ışıkların da sert ve saf olan saçaklı uçlarına dokunabilir miydi acaba? Öyleyse o saf saçaklar güneş ışıklarının en son, en uç noktası mıydı? Yoksa aslında, gözünün önündeki bu ışık yumağının uzaklardaki kaynağı, pencereden giren o ışık saçakları mıydı?

Koğci’nin bindiği gemi, Numazu’dan çıkıp İzu Yarımadası’nın batısından dolanan 20. Ryugo Maru adlı gemiydi. Üst güvertede, sırtları birbirine bitişik dizilmiş sıralarda tek tük oturanlar vardı. Branda tenteler rüzgârla inliyordu. Sahilde siyah bir kaleyi andıran garip biçimli kayalar sıralanmıştı. Kayaların üstünde yükseklerdeki bulutlar parlak pamuklar gibi gökyüzünde dağılmıştı.

Koğci’nin saçları rüzgârdan savrulacak kadar uzamamıştı henüz. Yüzü düzgün ve gergindi ama samurayı andıran demode çehresi ve nispeten ince burnu, duygularının başkalarınca kolayca kontrol edilebileceği hissini uyandırıyordu. Bu yüz bir şeyler saklayabilirdi. Keyfi yerindeyken, “Yüzüm, ustalıkla oyulmuş ağaçtan bir maske gibi,” diye içinden geçirirdi.

Rüzgâra karşı sigara içmek pek keyif vermiyordu. Rüzgâr bir anda ağzından sigaranın kokusunu da tadını da kaçırıp götürüyordu. Yine de Koğci sigarayı dudaklarında tutarak, ağzında hiçbir tat bırakmayana ve kafasının arkasında tuhaf ve acı bir his belirene kadar içmeye devam etti. Sabah dokuz buçukta Numazu’dan ayrıldıktan bu yana kaç sigara içtiğini kendisi de bilmiyordu. Koğci’nin gözleri parlak denizin çırpıntılarına dayanamadı. Dış dünyanın bu geniş manzarası onun gözleri için hâlâ anlaşılmaz, belli belirsiz parlayan uzak görüntüler zincirinden başka bir şey değildi. Koğci bir kez daha o penceredeki güneş ışıklarını aklına getirdi.

Parçalanmış o ışıklar. Siyah bir haçla dörde bölünmüş, sonra o parçaların her biri de dörder parça yana doğru kesilmişti. O mucizevi ışıkların böyle paramparça olmasını görmek kadar trajik bir şey yoktu. Koğci bu ışıkları çok sevmesine rağmen, yanına geldiğinde her zaman kalabalığa karışır, hızlı adımlarla oradan geçerdi.

Orayı geçince hamam vardı, önce kapı önünde sıra olup beklerlerdi. Hamamın içinden her üç dakikada bir melankolik bir zil çalar, aynı anda ortalığı su sesleri kaplardı. Bulanık, ağır suyun sesi o kadar kuvvetli olmasına rağmen yine de sıcak suyun çamurumsu, kirli rengini doğallıkla ele veriyordu.

Geniş soyunma odasında, yerde giriş kapısı yakınlarında yeşil boyayla yazılmış ikişerli sıra çizgilerine 1’den 12’ye kadar numara verilmişti. Oraya yirmi dört adam gelir sırasını beklerdi. Üç dakikada bir çalan zil. Gürültüyle boşalan su sesleri. Arada bir akan sularla kayıp düşen çıplak etin sesi, bir anda patlayan ve dinen kahkahalar. Üç dakika sonra yine çalan zil. Sıradaki adamlar hep birlikte soyunup giysilerini raflara sıkıştırır, bu sefer de hamam girişindeki ikili sıra numaralarının üstünde beklemeye başlardı. Buradaki numaralar sarı renkte yazılmıştı.

Koğci kendi çıplak ayak tabanlarının numara yazılı halkanın tam ortasında durmasına dikkat ederdi. Üç dakika önce aynı yerde duran başkaları şimdi hamamda büyük küvetin içindeydiler. Hamamdan taşıp gelen buharlar Koğci’nin çıplak bedenine belli belirsiz dolanırdı. Göğsünün alt taraflarında yer edinmiş azıcık kıl, düz karnı, onun da altında karman çorman koyu renk kıllarla kaplı halde sarkan cinsel organı… Büzüşüp sarkan cinsel organı… Çamurlu durgun bir derede türlü çerçöp arasına karışmış bir fare ölüsü gibiydi. Şöyle düşündü Koğci: “Güneş ışıklarını mercekte odaklayıp tüm ışık demetini tek bir noktaya toplamak gibi, ben de bütün dünyanın utancını mercekten geçirerek bu hafif kirli utanç demetini ele geçirdim.”

Önündeki adamın çirkin kalçaları… Her zaman görünen şey sırtlar ve kalçalar. Gözünün önündeki dünya sivilceli sırtlar ve kalçalarla kapanmış. Kapısı açılmıyor.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Meleğin Çürüyüşü ~ Yukio MişimaMeleğin Çürüyüşü

    Meleğin Çürüyüşü

    Yukio Mişima

    “Meleğin Çürüyüşü” ile birlikte “Yukio Mişima”nın dünyaca ünlü “Bereket Denizi” dörtlemesi tamamlanıyor. Japonya’nın yirminci yüzyıl deneyiminin bir özeti olarak nitelenen dörtlemenin, eleştirmenler, bir epik,...

  2. Bahar Karları ~ Yukio MişimaBahar Karları

    Bahar Karları

    Yukio Mişima

    Japonya tarihine ve kültürüne dönük incelikli vurgularla sarsıcı bir aşk hikâyesinin ustalıkla harmanlandığı Bahar Karları, edebiyat tarihinin en önemli romanlarından biri. Tokyo’da eski aristokratlarla...

  3. Satılık Hayat ~ Yukio MişimaSatılık Hayat

    Satılık Hayat

    Yukio Mişima

    Hayatımı satıyorum. Benden dilediğiniz şekilde istifade edebilirsiniz. 27 yaşında bir erkeğim. Mahremiyetinizin ve kişisel bilgilerinizin korunması teminatım altındadır. 27 yaşındaki reklam metni yazarı Hanio...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Cennet’teki Âdem ~ Carlos FuentesCennet’teki Âdem

    Cennet’teki Âdem

    Carlos Fuentes

    Yeni suçlu sınıfı kötülerden, sapıklardan ve kana susamışlardan oluşuyor, bunlar iktidarı yavaş yavaş ele geçiriyorlar, sınırdan başlayıp taşraya, cahil polislerden siyasetçilere, araya hiç kimseleri...

  2. Gündem ~ Éric VuillardGündem

    Gündem

    Éric Vuillard

    20 Ocak 1933, Berlin kışının sert ama sıradan bir günüdür. Reichstag’ın konforlu salonunda, Alman endüstrisinin önde gelen yirmi dört baronuyla Nazi yetkilileri gizli bir...

  3. Arsen Lüpen – Oyuk İğnenin Esrarı ~ Maurice LeblancArsen Lüpen – Oyuk İğnenin Esrarı

    Arsen Lüpen – Oyuk İğnenin Esrarı

    Maurice Leblanc

    Bir silah sesiyle başlayan ve Rubens’in dört yağlı boya tablosunun çalınmasıyla devam eden macerada Arsen Lüpen, kendisini yakalamak isteyenlerle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor.

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur