Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yaban Hayvanı Koleksiyonu
Yaban Hayvanı Koleksiyonu

Yaban Hayvanı Koleksiyonu

Emir Çubukçu

Sesin ne garip, ne kadar yabancı. Kendi kendine konuşanlara deli denilen yerlerden gelmişsin buraya. Kalktığın yere çömeliyoruz biz.Ya da senin boşluğuna yerleştiğimizi düşlüyoruz sadece….

Sesin ne garip, ne kadar yabancı. Kendi kendine konuşanlara deli denilen yerlerden gelmişsin buraya. Kalktığın yere çömeliyoruz biz.Ya da senin boşluğuna yerleştiğimizi düşlüyoruz sadece. Çünkü nerede olduğumuzu anlamak öylesinezor ki artık. Sahi, neredeyiz o sırada?

Soğuğun ayılttığı bedenler, sisin gölgelediği düşler… Yaşam nerede bitiyor, ölüm nerede başlıyor? Hayat, bedenin neresinde saklanıyor? Ruhumuzun ete kemiğe büründüğü, bürünüp de aklımızla alay ettiği saatler var mı?

Emir Çubukçu, öykülerinde akreple yelkovanın var olmakla yok olmak arasında gidip geldiği zamanları anlatıyor. Bize kalması için uğraştıkça iplerini kaçırdığımız zamanları.

Yaban Hayvanı Koleksiyonu, uzaktan duyulan uğultunun, nereden geldiğini anlamadığımız o sesin peşine düşürüyor.

içindekiler
Kır Hayvanları 7
Örümceğin yazılmamış masalı 9
Bir avuç et 19
Yılkının son doğumu 33
Bir dolmuşun geleceğine inanmak 41
Kent Hayvanları 49
Ufak bir yara
ya da Cevahir Et Lokantası 51
Cellatlar 61
Masada kılçıklar 73
Tahir Bey’in bacakları 81

Kır Hayvanları

Örümceğin yazılmamış masalı

Seni evin taraçasında görüyoruz. Üzerinde rengi solmuş eşofman altı, beyaz gömlek. Ormana açılan bahçendeki ıslak çimenler, gecenin çiğinde parlamış. Serin bir sabah. Hafif rüzgâr, ahşap evinin kapısına astığın rüzgâr gülünü –uzun süre uğraştığın evin tamamlandığına bu rüzgar gülünü astığında karar vermiştin– usulca döndürüyor. Artık gün doğumlarında, gökyüzünün kararsızlıkla rengini aradığı saatlerde uyanıp kendini dışarı atıyorsun. Önündeki yemyeşil düzlükten gelen keskin, taze çimen kokusu genzini yakıyor. Çiçekleri ne çok severdin eskiden. Artık yeşilin sakinliğiyle yetiniyor, çıplak ayak yürüyorsun tarazlı tahtalarda. Taraçanın ucuna geldiğinde burnundan derin bir nefes alıp tutuyorsun. Ormanın, doğanın, yaşamın gece boyu sessizlikte biriken cömertliği çıtırdıyor içinde. Gözlerin kapalı. Ağzından yavaş yavaş veriyorsun aldığın nefesi. Sabahın serinliği vuruyor sağ avucunun içine. Yıllardır ilk orada hissedersin her şeyi. Burada iyice arttı duyarlığı. Yavaşça vücudunun açıkta kalan yerlerini, ayaklarını, boynunu, yüzünü, gözkapaklarını, alnını, kulaklarını sarıyor soğuk. Çimenler hafifçe esen rüzgarla aynı yöne yatıyor. Coşkuyla ürperip bahçeye inen merdivenlerin ilk basamağına oturuyorsun. Biz seni uzaktan dikkatle izliyor, ne yapacağını merak ediyor, bir masalı tamamlamaya çalışıyoruz. Belki tam içindeyiz, o çoşkunun yüreğinde. Gözlerini açtığında güneş ormanın ardından yüzünü göstermeye başlamış. Gök, erinerek mavileşiyor. Biraz uzakta, çimenlerin, bahçenin mi demeli –bu geniş düzlüğü kendine ait kılacak bir çiti veya sınır çizgisini özellikle istememiştin– bittiği yerde sık ağaçlıklı bir orman başlıyor. Çok bekledin bunu, bu yeni yaşamını. Sağ kolun soğumuş, üzerine kalın bir şeyler almalısın. Biz seni yine uzaktan izliyoruz. Belki de çok yakınındayız. Ayağa kalkıp yüzünü giriş kapısına döndüğünde evden koşarak çıkan Pera’nın kara tüyleri arasındayız belki. Yıllarca küçücük evlere hapsedip bakışındaki ışığı söndürdüğün bu köpek… Hayatının sonuna gelmiş bu ihtiyar yoldaş her sabah seninle uyanıp çimenlere, bulutlara, güneşe karışıyor artık. Kendine sevindiğin kadar seviniyorsun onun bu taşkın kıvraklığına. Eve girmekten vazgeçip onun izinden bahçeye iniyor, bir an durup sonra, parlayan ayaklarına bakıyorsun. Çimenlerin ıslaklığı tabanlarında. Biraz üşümekten ne çıkar? Çimenler ayaklarının altında ezilip düzleşiyor fakat ayağını kaldırıp adım atınca anında eski hallerine dönüyorlar. Biz işte öldüremediğin o çimenlerin arasından izliyoruz seni. Belki de bambaşka çimenleri, betonların arasına çığlık çığlığa sıkışmış soluk yeşillikleri çiğneyip öldürerek aceleyle koşturuyoruz. Köpeğimiz daracık bir sokağın içindeki apartmanda, karanlık bir odada halıya yatmış bizi bekliyor belki. Adım adım çoğalarak, kendini doğanın en derin sırlarından kopup düşmüş bir hayat parçacığı gibi duyumsayarak yürüyorsun. Ne şanslısın! Pera, köpeğin birdenbire durup toprağa çömeliyor. “Ulan zilli, sapsarı oldu orası.” Her zamanki yere işeyiveriyor gözünün içine bakarak. İşini bitirip kalktığı yere çömeliyor, af diliyorsun sararmış çimenlerden. Sesin ne garip, ne kadar yabancı. Kendi kendine konuşanlara deli denilen yerlerden gelmişsin buraya. Kalktığın yere çömeliyoruz biz. Ya da senin boşluğuna yerleştiğimizi düşlüyoruz sadece. Çünkü nerede olduğumuzu anlamak öylesine zor ki artık. Sahi, neredeyiz o sırada? Zar zor kontrol edebildiğimiz köpeğimiz tasmalı, arabaların arasından huzursuzlukla geçip yolun ortasına çömeliyor. Etrafımıza, kapalı perdeleriyle evlerin pencerelerine bakıyoruz. Bir gören varsa utanacağız. Tasmayı boğazını sıkarcasına çekerek yolumuza devam ederken sen Pera’nın peşinden koşuyorsun. İyice yükselen güneşle gece tamamen sabaha dönmüş. Yerinde sallanan sol kolunu merhametle taşıyarak ormanın girişi bellediğin ilk ağacın önüne kadar geliyorsun. Pera yine koşarak ağaçların karanlığına dalıyor. Kafanı kaldırıp ağacın tepe dallarına, fırdolayı yapraklara bakıyorsun. Bir kuş ilişiyor gözüne. Küçük, sarı mavi tüyleri ışıl ışıl. Tanımaman imkânsız ancak buralarda görmemiştin daha önce, bir yalıçapkını bu. Ağacın en tepesinde bir başına. Ötüp duruyor. Daldan dala atladıkça kanatlarının altında biriken güneş ışığı da onunla beraber hareketleniyor, parlayıp sönüyor. Bir süre kıpırdamadan izliyorsun. Uzun ince gagası zarif hareketlerle gökyüzünün maviliğini deliyor. Ağaca bakıyor, sağ elini uzanabildiğin kadar kaldırıp yukardan aşağıya okşuyorsun gövdesini. Yer yer kabukları çıkmış, oyuklu, yaşlı gövdesinden dikenler batıyor avucuna. Keskin bir acı… İniltiyle elini çektiğinde avucundan bileğine doğru kırmızı bir çizgi halinde ilerleyen kan yolunu görüyorsun. Pera ormanın derinliklerinden havlıyor. “Fazla uzaklaşma!” Cevap vermeyecek elbet, ama seni anladığını biliyorsun. Başka şansınız yok bu sessizlikte. Biz, daracık sokağımızdaki apartmanımıza dönüş yolundayız. Köpeğimiz elimizde, ne kadar çekiştirsek nafile, sağa sola, yanından geçen insanların kucağına atlıyor, havlıyor, salyalıyor. Öfkeyle yüzümüze bakıyor  insanlar. Elinden bileğine doğru usulca yol alan kana bakıyorsun. İnce sızısı akışın tersi yönüne, parmaklarına doğru yükseliyor. Bir an korkup soluna, omzundan aşağıya, ortasından yarılmış bir masal yılanı gibi yatan koluna bakıyorsun. Kendinden bir parça olduğunu bildiğin bu büyük şey, yanında taşıdığın hiçbir hayat belirtisi göstermeyen bu cisim, varlığıyla bir zamanlar orada yaşayan bir şeyler olduğunu, akan, devinen benliğini hatırlatıyor sana. Sağ elinden akan kanın ıslaklığı, yere düşmeden, kolunun kenarında kuruyup kalıyor. Yaşayan, kanayan elini uzatıp sol kolunu kaldırıyor, kucaklıyorsun. Kan ölü koluna bulaşıyor böylece. Birbirinin aynısı bu iki varlık, nasıl oluyor da böylesine farklı tınlıyor bedeninde? Kucakladığın kolunu bırakıyorsun aniden. Yerine sertçe varan düşüşü, bedenini sola doğru çekiyor, sendeliyorsun. Karanlık odaya bıraktığımız köpeğimiz ardımızdan bakarken tekrar çıkıyoruz evden. Demir kapı gürültüyle kapanıyor. Derin bir nefes alıp tutuyoruz. Şehirde gün boyu biriken ne varsa içimize doluyor. Yavaşça veriyoruz tuttuğumuz nefesi. Daracık kaldırımlarda yürümeye başlarken sen kanayan elini ne yapacağını bilemiyor, ağacın dibinde bir önceki mevsimden kalma solmuş, dökülmüş yaprak yığınından iyice sararmış bir tane seçip alıyorsun. Bileğine doğru uzayıp giden kan yolunu onunla temizleyeceksin. İyice sararmış. Sapından tuttuğunda kısa süreliğine canlanıp başını kaldırıyor yaprak. Dalındaki yaşamının sonuna geldiğini hissedip kendini usulca yere bırakmış sanki. Belki de yaptığın yanlış fakat tekrar yere koymaya için el vermiyor. Yavaşça, incitmeden ağacın gövdesindeki boşluklardan birine yerleştirip sevinçle bakıyorsun. Ona yeni bir hayat biçtin işte. Hem bir tanecik yaprakla bileğine kadar akmış olan kanı, üstelik tek elle –sol eline bakıyorsun, ölü yılan– temizlemek imkânsız. Sağ elini uzatarak yerdeki yaprak yığınından bir öbeği avucunda eziyorsun. Kanın dağıldığı her …

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kör Pencerede Uyuyan ~ B. Nihan ErenKör Pencerede Uyuyan

    Kör Pencerede Uyuyan

    B. Nihan Eren

    “Kör Pencerede Uyuyan” Ecel teri kumsalın ortasından bir bıçak gibi geçiyordu. B. Nihan Eren’den “Gece”li “Gün”lü öyküler YKY’den çıktı. Daha önce yine YKY’den çıkan...

  2. Soğuk ve Temiz ~ Melike UzunSoğuk ve Temiz

    Soğuk ve Temiz

    Melike Uzun

    Yılanların her biri öbürüne benziyordu. O, derisi en parlak olanı seçti, başına koydu; gözleri kırmızı olanı, pörtlek olanı, turuncu renkliyi, boz çizgiliyi saçlarının arasına...

  3. Son Emel ~ Mehmet RaufSon Emel

    Son Emel

    Mehmet Rauf

    Aman Yarabbi, Köprü, Köprü… Bunu şimdi birdenbire ne kadar, ne kadar sevdi. O üzerinden binlerce defa geçmiş olduğu yer; bu serilmiş, ölmüş hayatıyla, elini...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur