Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yaban Avı
Yaban Avı

Yaban Avı

C. E. Murphy, Utku Tönel

Yarı Kızılderili, yarı Kelt asıllı olan Joanne Walker, emniyet müdürlüğünde araba tamircisi olarak çalışan bir polis memurudur. Annesinin cenazesinden dönerken, içinde bulunduğu uçak iniş…

Yarı Kızılderili, yarı Kelt asıllı olan Joanne Walker, emniyet müdürlüğünde araba tamircisi olarak çalışan bir polis memurudur. Annesinin cenazesinden dönerken, içinde bulunduğu uçak iniş yaptığı sırada, aşağıda yaşanan sıra dışı bir kovalamacaya şahit olur penceresinden ve iner inmez olay yerine gider. Kovalanan kadının peşindekiler, Keltlerin efsanevi Boynuzlu Tanrı’sı Kernunnos ve Yaban Avı’dır.

Boynuzlu Tanrı Kernunnos ile oğlu Avcı Herne arasında kadim zamanlardan kalan bir ihanet vardır. Yeni edindiği şaman güçlerinin yardımıyla Kernunnos’u ve yarı tanrı oğlunu alt edebilecek midir?

“Hızlı bir tempo, harika bir gizem, sempatik bir kahraman, büyü, tehlike… Bütün bunlar Yaban Avı’nda fazlasıyla var.”
Jim Butcher

***

1. BÖLÜM

4 Ocak Salı, 6:45

Gece vakti kıtalar arası uçmaktan daha kötü hiçbir şey olamaz.

Pekâlâ, bu kesinlikle doğru değil. Gece vakti kıta boyunca uzanan uçuşlar yapmaktan kötü olan daha pek çok şey var: Afrika’daki aç çocuklar, nefret suçları ve Austin Powers’ın dişleri. Bunlar sadece aklıma gelenler.

Dört yaşındaki bir çocuğun bile rahatlıkla oturamayacağı bir uçak koltuğuna sıkışmıştım ve o kadar çok saat geçmişti ki artık hangi türe ait olduğumdan emin değildim. Bir gündür uyumamıştım. Eğer biri uyanık kalmazsa uçağın düşeceğine inanıyordum ve bu işi başkasına bırakamazdım.

Midem, saatler önce yediğim, uçuşta ikram edilen yemek yüzünden bulantı ile, yakın zamanda aynı derecede iğrenç bir öğün daha yemediğim için açlık arasında gidip geliyordu. Lens kabımı çantama koymayı unutmuştum ve gözlerim yanıyordu. Sırtım o kadar bükülmüştü ki tekrar dik durabilmek için bir hafta boyunca bir masöre gitmek zorunda kalacaktım. İşten kovulacağımı bilerek dönüyordum cenazeden.

Sonuçta Afrika’daki aç çocuklar kendi derdim ve rahatsızlığımın yanında hiçbir şeydi. Sığ ama gerçek.

Aklımın ücra bir köşesi, eğer uçuş görevlileri lens kabımı bulmak üzere basınçsız bagaj bölümüne girmeme izin verirlerse dünyadaki her şeyin mucizevi bir biçimde düzeleceğine inanıyordu. Hiçbiri buna izin vermezdi, bu yüzden lenslerim gözlerime yapışmıştı. Birkaç dakikada bir, buna değmeyeceğine karar verip onları gözümden çıkarmaya kalkıyordum. Her seferinde, bunların elimdeki son çift olduğunu ve göz doktoruyla bir randevu ayarlayana dek gözlüklere katlanmam gerektiğini hatırlıyordum.

Daha fazla karşı koyamayabilirdim, ama söz konusu gözlükler de bavulumdaydı. Şekilsiz yüzlerle dolu, flu bir dünyada dolaşma fikri başıma ağrılar saplıyordu.

Üstelik başım zaten ağrıyordu. Yanımda huzurla uyuyan tıknaz adamın üzerinden atlayıp tuvalete gittim. En azından lensleri çıkarıp birkaç dakikalığına çeşme suyunda yıkayabilirdim. Herhangi bir şey bile onları takmaya devam etmekten iyiydi.

Yansımam dışındaki herhangi bir şey. O küçük uçak tuvaletlerindeki en büyük şeyin ayna olduğuna hiç dikkat ettiniz mi? Titrek flüoresan ışığı altında hasta, solgun bir haldeydim. Gözlerim, kırmızı damarlardan oluşan ağın rengine karşın yeşilimsiydi. Gözlerin fal taşı gibi açıldığı, göz damlası reklamındaki insanlar gibi görünüyordum. Uluslararası bir uçuşta en sevimsiz özelliklerin ikincisi ise saçımdı. Lenslerimi iki küçük kâğıt bardağın içine koydum ve lavabonun uygun kenarlarına fiyakalı bir biçimde yerleştirdim, sonra saçlarımı biraz canlandırmak için ıslattım.

Şimdi, gözleri kan çanağına dönmüş bir kirpiye benziyordum. Büyük bir gelişme. Üzerimde iğrenç görünmeyen tek şey annemin ölmeden önce bana verdiği yeni, gümüş kolyeydi. Ucundaki Kelt haçı ise boynumdaki çukurda duruyordu. Takılara alışkın değildim, o an varlığını fark ettiğimde biraz korktum. Sanki birisi başparmağını yumuşak etime usulca bastırıyordu. Ürperdim ve koridorlardan kendime yol açıp koltuğuma dönmeden önce lenslerimi tekrar taktım. Uçuş görevlileri beni görmezden geldiler. Onları suçlayamazdım.

Alnımı, pencerede daha önce bırakmış olduğum yağlı noktaya dayadım. Havayollarında pencereleri temizleyen görevliler olmalı, aksi takdirde benim gibiler yüzünden üç parmak pislik olurdu, diye düşündüm.

Bu düşünce, bir kerede on sekiz saatten fazla uyanık kalmama izin verilmemesi yönünde olumlu bir kanıttı. Yorgun olduğumda, her düşünceyi zavallı, acınası sonuna dek sürdürme gibi kötü bir huyum var. Bunu yapmak istemiyorum. Ama beynimin ve dilimin dizginleri boşalıyor. Daha acımasız tanıdıklarımdan bazıları ise bu durumun oluşması için uykusuzluğa gerek olmadığını söylüyordu.

Uçak bir süredir alçalıştaydı. Ağır, siyah kol saatime göz ucuyla baktım. Saati değiştirmeye yarayan parlak, turuncu düğme Moskova’da ya da Venedik’te tamamen içine çökmüştü. Muhtemelen Moskova’daydı; Moskova çökmüş bir ruh haline sahipti ve saatin de böyle olmaması için bir neden yoktu. Saatin on yedi elli olduğunu söylüyordu, bu da neredeyse sabahın yedisi olduğu anlamına geliyordu. Ufku bulmaya çalışarak kaşlarımı çatıp pencereden dışarı baktım. Gökyüzü henüz griye dönmemişti. Yeni yıla girdikten üç gün sonra Seattle’a uçuyordum. Lenslerimi ıslatmaya çalışarak karanlığa göz kırptım.

Gözlerim sulandı. Birkaç dakikayı avuçlarımı gözlerime dayamış bir şekilde geçirirken, göz kırptığımda lenslerin çıkmadığını umuyordum. Tekrar görebildiğimde kaptan, Seattle’a nihai inişe geçtiğimizi duyurdu. Daha neşeli bir deyim bulamazlar mıydı? Uçmayı zaten sevmiyordum, bir de inmeden öne tüm dünyevi ve manevi meselelerimi düzene sokmak isteyebileceğimi ima etmeseler de olurdu. Belirdiğinde yeri görebileyim diye başımı pencereye dayadım. Belki de bu seferliğine, nihai inişimiz olmadan inmemize izin vermeye ikna edebilirdim onu.

Belki de edemezdim. Uçak aniden yan yattı ve tekrar yükselişe geçti. Bir an kadar sonra kaptanın sesi hoparlörlerde duyuluyordu.

“Kusura bakmayın, millet. İniş sırası konusunda küçük bir anlaşmazlık yaşadık. Emerald City etrafında bir tur daha atacağız ve ardından sizi tam vaktinde kapıya götüreceğiz.”

Neden pilotlar yolculara daima “millet” der? Çoğunlukla genel terminolojiden gocunmam. Ben “insanoğlu” sözcüğünün tüm kahrolası ırkı kapsadığını düşünen ilericilerden biriyim, ama saat sabahın bilmem kaçıyken, yıkanmamış bir güruhtan fazlasını ifade eden bir şekilde hitap etmek uygun olur diye düşündüm. Örneğin; hanımlar ve beyler. Gerçi, neredeyse bir seksenlik bir tamirci olarak, iyi bir günde bile bir hanım gibi görünmezdim. Bu ise iyi bir gün değildi.

Biz dönerken ışıkların altımızdan kayıp gidişini izledim. Eğer uçağa binmek zorundaysam, sabah karanlığında kentlere inmeyi tercih ederim. Varacakları yere giden araçların hızla geçişlerinde hoşa giden ve güven veren bir anlam var. Arabaların hızla gidişi, onları kullanan insanların hedefleri, olmaları gereken bir yer ya da yapacakları bir iş anlamına geliyordu. Bu benim sahip olduğumdan çok daha fazlasıydı.

Aşağıda hareket eden ışıklara baktım. Belki onlardan o kadar da hoşlanmıyordum.

Uçak, beni uzaktan bakan bir izleyici yerine insanların yaşamlarındaki etkin bir röntgenciye dönüştüren mesafeyi kat etti. Sokak lambalarının altındaki insanları görebiliyordum. Ağaçlar flu kahverengi öbekler olmaktan çıkıp dallara dönüşmüştü.

Altımızdan bir okul geçti, salıncakları boştu. Mahalle, derli toplu, düzenli sokaklarla doluydu. Dikkatle budanmış, yapraksız ağaçlar, bir örnek budanmış çimler. Sokak lambalarının ışığını yansıtan tertemiz arabalar. Gün doğumundan çok önce, havadan bile “Burası yaşamak için güzel bir yer!” diye bağırıyordu.

Sonraki mahalle o kadar gösterişli değildi. Arabalar daha eski, daha soluk renkliydi ve sokak ışıklarıyla parlamalarını sağlayacak şekilde cilalanmamıştı. Çatılarda, birbirinden farklı kaplamalar göze çarpıyordu; çimler uzun zamandır biçilmemişti. Sahiplerinin umursamadığından değildi. Bir çim biçme makinesinin ya da bir örnek çatı kaplamasının fiyatı, o yıl Noel’i kutlamak ile kutlamamak arasındaki fark olabilirdi.

Sanki ben de aynı durumda değilmişim gibi.

Şu siste görülebilen cinsten, kehribar rengi bir lamba dışında karanlık olan bir sokak geçti. Sokağın anormal bir biçimde canlı görünmesini sağlıyordu, ayrıntılar altımda belirginleşiyordu.

Keskin, hoş görünmeyen bir çan kulesi olan modern bir kilise kehribar rengi ışıkla aydınlanıyordu. Park yeri, iki arabalık yer kaplayacak şekilde duran, kapılarından biri açık bir araba dışında boştu. Hiç kapanıyor mu, diye düşündüm. Muhtemelen yetmişlerden bir canavardı, sonsuza dek dayanacak olanlardan. Ben böyle bir arabayla büyüdüm. Hava yastığı olsun ya da olmasın, bugünlerde ürettikleri şu küçük, karga burga şeyler güvenli görünmüyor.

Arabadan uzun ve zayıf biri indi ve yanan ışık yönünde sokağa bakarak kapıya yaslandı. Yukarıdan bile, rahat ve bildik bir biçimde oynadığı kelebek çakının ışıltısını görebiliyordum. İzlerken, karanlıkta ve gözleri bağlı bir halde bile parmağını kesmeden bıçak oyunları oynayabileceğini anlamıştım.

Kehribar rengi ışığın içinde, sokağın ortasından koşarak gelen bir kadın belirdi. Çok büyük adımlar atıyor, ayağını her atışında uzun bir mesafe alıyordu, ama başı öne eğikti ve sanki koşmaya alışkın değilmiş gibi yalpalıyordu. Saçı çok uzundu ve toplamamıştı, arkasına bakmak üzere başını çevirdiğinde savruluyordu.

Uçak mahalleyi geride bırakırken olup biteni görmek için koltuğumda döndüm.

Karanlıktan bir köpek sürüsü fırladı. Kehribar rengi ışıkta, kürkleri soluk altın rengindeydi ve kolay bir avın peşindeki bir sürünün olağan güveniyle rahatça koşuyorlardı.

Kadın tökezledi, sürü yaklaştı ve uçak beni onlardan öteye taşıdı.

“Anlamıyorsun. Orada başı belada olan bir kadın var.” Bunu dördüncü kez söylüyordum ve pilot bana uyuşturucu kullanıyormuşum gibi bakmayı sürdürüyordu. Şey, belki de kullanıyordum. Uykusuzluk, bazı uyuşturucu maddelerle aynı etkiye sahiptir. Kokpitin kapısındaydım, diğer yolcular arkamdan itekliyordu. Kadını gördüğümden bu yana on dört dakika geçmişti. Midemde sıkıntı verici bir düğüm vardı, ona yardım etmenin bir yolunu bulmazsam kusacak gibiydim. Geğirirsem gider diye umdum ama gitmedi. Pilot da hâlâ dik dik bakıyordu.

“Bunu uçaktan gördün, öyle mi?” dedi dördüncü kez. Sesinde, birinci sınıf öğretmenlerinin öfkelerini gizlemekte kullandıkları belirgin bir neşe vardı. “Başı dertte olan çok fazla insan var, hanımefendi.”

Gözlerimi kapadım. Acıyla çığlık atıyorlardı. Tekrar açtığımda gözlerim yaş içindeydi. Gözyaşlarım arasından, pilotun yüzünde korku dolu bir dehşet ifadesi gördüm.

Eğer bunu yediyse, bundan faydalanabilirdim. “İnmeden beş dakika önceydi,” diye titrek bir sesle konuştum. “Tur attıktan sonra kuzeybatı yönünden geliyorduk.” Saatimdeki pusulayı ona göstermek için bileğimi kaldırdım, ama pilot olduğundan dolayı kuzeybatıdan geldiğimizi bileceğini umuyordum. “Pencereden dışarı bakıyordum. Sokak boyunca koşan bir kadın gördüm. Peşinde bir köpek sürüsü vardı ve sokağın koştuğu tarafında, elinde sustalı bıçak tutan bir adam vardı.”

“Hanımefendi,” dedi yine büyük bir sabırla. Uzanıp gömleğine yapıştım. Aslında, son anda, gömleğinin önündeki havayı kavramıştım. Havayı tehditkâr bir biçimde avuçlamaktan dolayı güvenliğin beni havaalanından atacağını düşünmedim, 9/11 sonrası dönemde bile.

“Bana hanımefendi masalı anlatma…” diyerek, yaka kartını okuyabilene dek göğsüne dik dik baktım. “Steve? Adın bu mu? Steve. Bana hanımefendi masalı anlatma, Kaptan Steve. Sadece alçalma oranımızı bilmem gerek. Beni dinle Kaptan Steve. Polis için çalışıyorum. Bir cinayet olduğu açığa çıktıktan sonra, altı haberlerine gidip onlara, ölen kadına yardım etmek konusunda havayolunun kılını bile kıpırdatmadığını anlatmamı istemezsin.”

Neden zahmet ettim bilmiyorum. Kadın muhtemelen çoktan ölmüştü. Yine de, Kaptan Steve’in rengi soldu ve arkasındaki kumandalara baktı. Elimi çekip ona gülümsedim. Yüzü daha da sarardı. Sanırım o an, gülümsemem gözlerim ya da saçımdan daha iyi bir halde değildi.

“Çabuk,” dedim. “Güneş doğduğunda sokak lambaları sönecek. O zaman onu bulabilir miyim, bilmiyorum.”

*

Bavulumu havaalanında bırakıp bir taksiye binerek yükseklik, hız ve uzaklık nirengisini hesaplamaya çalışıyordum. “Sür,” dedim başımı kaldırmadan.

“Nereye efendim?”

“Bilmiyorum. Kuzeybatı.”

“Havayolu şirketi mi? Orası terminalden sadece birkaç metre ilerid…“

“Kuzeybatıya doğru,” diye söylendim. Taksici pek de dostane olmayan bir şekilde bana baktı ve sürdü. Bir dakika sonra, “Bir haritan var mı?” diye sordum.

“Ne yapacaksın?”

“Nereye gideceğimizi hesaplayacağım.”

Arkasını dönüp bana baktı.

Önüne bak!” Kendimi darbe için hazırladım. Her nasıl yaptıysa, bakmadan direksiyonu kırdı ve çarpışmayı önledi. Kendimi koltuğa bıraktım, gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. “Harita?” diye sordum, biraz daha kibarca.

“Evet, buyur.” Kucağıma bir şehir rehberi fırlattı. Havaalanını bulmak üzere rehberi açtım.

Uçaklar hızlı gider. Bunun dünyayı şaşkınlığa çevirecek bir keşif olmadığını biliyorum ama beş dakika içinde ne kadar uçtuğumuzu ve bu yolu arabayla kat etmenin ne kadar uzun süreceğini fark etmek biraz endişe vericiydi. “Pekâlâ, gölün kuzeybatısına gidiyoruz.” Mahalleyi geride bırakırken garip renkteki gölgesinin uçağın altında siyah bir leke oluşturduğunu hatırladım. “Aurora’da bir yerlere.”

“Orası pekiyi bir semt değil, efendim. Oraya gitmek istediğinden emin misin?”

“Evet, evet, biliyorum. Başı dertte olan birini bulmaya çalışıyorum.”

Taksici bana dikiz aynasından sertçe baktı. “O zaman doğru yerde arıyorsun.”

Kaşlarımı çatıp ona baktım. Gülümsedi. Hiç de keyifli olmayan, “ben feleğin çemberinden geçtim” diyen zayıf bir sırıtış. Gri, çalı gibi kaşlarının altında gri gözleri ve kalın bir boynu vardı. Puro içse hiç acayip durmazdı. Sigarası olup olmadığını sordum. Dönüp tekrar bana baktı.

“O seni öldürür, bayan.”

Sesi, bir müptelanınki gibi çatallı ve derindi. Aynadan bana bir daha ruhsuzca gülümsediğinde yüzümde bir şaşkınlık ifadesi belirdi. “Karım üç yıl önce, kırk sekizinci evlilik yıldönümümüzde, amfizemden öldü. Evlat, bir sigara istiyorsan, başka yerde ara.”

Bazen alnımda, “geri zekâlı” diye yanıp sönen koca bir neon tabela olup olmadığını düşünüyorum. Müthiş bir zekâyla karşılık verdim. “Ben evlat değilim.”

Gri gözler tekrar aynaya ve sonra yola çevrildi. “Kaç yaşındasın, yirmi altı mı?”

Kimse yaşımı doğru tahmin etmezdi. On bir yaşımdan beri, insanlar yaşımı üç ila yedi yıl arasında eksik ya da fazla olarak tahmin ederlerdi. Ağzım açık kaldı.

“Bu bir yetenek,” dedi taksici. “Tamamen işe yaramaz bir yetenek. İnsanların kaç yaşında olduğunu anlayabiliyorum.”

Ona doğru gözlerimi kırpıştırdım.

“İyi bahşiş almak için harika bir yöntem,” diye devam etti. “Yaşları nasıl her zaman doğru tahmin ettiğimle ilgili uzun bir açıklama yapıyorum ve sonra yalan söylüyorum. Tamamen işe yarıyor.”

“Öyleyse, neden yaşımı doğru tahmin ettin?” Soru ağzımdan çıkarken beynime danışmamıştı. Taksiciyle sohbet etmek istemiyordum.

“Yirmili yaşlarda olmak istemeyen hiçbiriyle karşılaşmadım, öyleyse anlamı ne? Neden oraya gidiyorsun? Orda epey bela var, sen de buna pek uygun gibi görünmüyorsun.”

Kafamı çevirip pencereye baktım. Cılız bir yansıma da bana bakıyordu. Haklıydı. Yorgun, umutsuz, bitkin görünüyordum, ama bela gibi görünmüyordum. “Görünüş yanıltıcı olabilir.”

Gözleri, sanki seslice buna inanmak için fazla kibarmışçasına dikiz aynasından uzaklaştı. “Başı belada olan bir başkası,” dedim. “Onu uçaktan gördüm.”

Tekrar arkasını döndü. “Uçaktan gördüğün birini kurtarmaya mı çalışıyorsun?”

“Evet.” Yine bakmadan, şeritte kalmak için direksiyonu kırınca irkildim. “Nasıl yapıyorsun bunu? Star Wars’taki gibi Güç falan mı kullanıyorsun?”

Tekrar yola baktı ve önüne dönmeden önce omuz silkti.

“Pekâlâ, ne yani, kahramanlık kompleksin mi var? Uçaktan gördüğün bir kadını nasıl bulacaksın?”

“Üniversitede bazı temel matematik dersleri almıştım,” diye söylendim. “Bak, pilottan yaklaşık olarak hangi yükseklikten ve ne kadar hızla uçtuğumuzun bilgilerini aldım, bu yüzden mesafeyi hesaplamak o kadar da zor olmadı. Bunu, hızdaki değişime uydurmak biraz başımı ağrıttı ama…” Cır cır konuşmaya devam etmemi önlemek için dişlerimi sıktım. Gevezelik etmeden durabilmek için beynime yeterince hâkim olduğumdan emin olmamdan tam önceydi. “O civarda bir yerde, yalnızca tek bir kehribar rengi sokak lambasının olduğu modern bir kilise var. Eğer lambalar sönmeden önce onu bulabilirsem…”

“Cinayet mahalline ilk gelen sen olacaksın. Aklını kaçırmışsın, bayan. Heyecan için çıldırıyor olmalısın.”

“Sanki bu seni ilgilendiriyor,” diye cevabı yapıştırdım.

“Bir de alıngansın. Senin gibi hoş bir kız evine gitmeli tatlım, bunların peşi…”

“Evim yok,” diye itiraf ettim. Tekrar homurdandım.

“Bu kişiliğinle, neden olmadığını bir türlü anlayamıyorum.”

Öne eğilip dirseklerimi dizlerime dayayarak gözlerimi parmak uçlarımla ovuşturdum. Midemdeki sıkıntılı düğüm göğüs kafesimden çıkmaya çalışıyor, hoşuma gitsin ya da gitmesin beni harekete geçmem için zorluyordu. Mantığım kahrolsun ki, eğer kadını bulabilirsem bunun geçebileceği düşüncesi kemiklerime dek işlemişti. “Sen hiçbir zaman gerçekten de bir şey yapman gerektiğini düşünmedin mi?”

“Elbette. Hamile kaldığında benim hanımla evlenmem gerektiğini gerçekten de düşündüm.”

Bir takside, Platon’la birlikteydim. Derinliği beni etkilemişti. Kafamı, omzunun üzerinden bakacak kadar kaldırdım. Sırıttı. Güzel dişleri vardı, sanki hiç sigara içmemiş gibi temiz, beyaz ve güçlü görünüyorlardı. Muhtemelen takmaydılar. “Asla uçaktan gördüğüm bir kadının peşine düşmem gerektiğini hissetmedim, hayır. Başkasınınkileri hesaba katmadan da yeterince sorunum olduğunu anladım sanırım.”

Gözlerimi kapatarak pencereye yaslandım. “Belki bende o kadar çok sorun var ki, yükümün daha hafif gibi gelmesini sağlamak için başkasınınkilere ihtiyacım var.”

Dikiz aynasından tekrar bana baktığını hissedebiliyordum. Derken, memnuniyetini belirtecek şekilde homurdandı.

“Pekâlâ bayan. Gidip senin şu cesedi bulalım.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Çöl Çiçeği ~ İris JohansenÇöl Çiçeği

    Çöl Çiçeği

    İris Johansen

    Beni arama. Hazır olduğumda döneceğim. Bunlar, Pandora Madchen’ın kaçarken ardında bıraktığı satırlardı. Hayat önüne bambaşka fırsatlar çıkarıp onu farklı yollara sürüklese de o, yıllar...

  2. Duyguların Arşivi ~ Peter StammDuyguların Arşivi

    Duyguların Arşivi

    Peter Stamm

    Kavuşulmaz bir aşk, hasretten çok daha fazlasıdır! İsviçre edebiyatının önde gelen kalemlerinden Peter Stamm’ın yazdığı Duyguların Arşivi, hiçliğin tam ortasında kâğıt yığınlarından kendine yeni bir hayat...

  3. Eric ~ Terry PratchettEric

    Eric

    Terry Pratchett

    “Kaçıyorum, öyleyse varım. Daha doğrusu, kaçıyorum, öyleyse –ve şansım da yaver giderse- hâlâ var olacağım.” Yakın geçmişte, sonsuzluğun büyülü evrenine uğurladığımız Sir Terry Pratchett’ın, dünya...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur