Dünya çapında elde ettiği büyük satış başarısı ile çağdaş fantastik ve korku edebiyatının klasikleri arasında gösterilmeye başlanan Wardstone Günlükleri’nden kanınızı donduracak yepyeni bir hikâye daha! Yedinci oğlun yedinci oğlu Tom için zaman tükeniyor. Şeytanla son savaş yaklaşırken, Hayaletin Çırağı görevinde hiç olmadığı kadar yalnız kalıyor.
On birinci serüvenin yıldızı, insan avcısı bir Haizda Büyücüsü olan Slither. Kara dürtülerini bastırmak için kanla beslenen bu cani için her ölüm yeni bir ziyafet şöleni… Yakın çevresinde bir çiftçi ölünce, Slither’ın burnuna yeni bir avın kokusu yükseliyor. Çiftçiyle yaptıkları esrarengiz bir anlaşmanın ardından Slither kendini Taşlaşmış Ağaç Kenti’ne, yüce bir gücü içinde barındıran düşmüş yıldız taşına götürecek hareketli bir yolculuğun içinde buluyor. Yoksa Slither ile katil cadı Grimalkin’in yolları kesişecek mi?..
Şiirsel anlatımıyla korku edebiyatında bir başyapıta dönüşen efsanevi seri, başrollerini Julianne Moore ve Jeff Bridges gibi Hollywood yıldızlarının paylaştığı bir filme ilham vererek çocuk-genç-yetişkin; herkesi kendine hayran bırakıyor…
BÖLÜM 1
BU BİR TAKAS MI?
Uyandığımda çok susamıştım. Her zaman böyle susamış halde uyanırım, yani bu durum ne tuhaf ne de yeni günün unutulmayacak bir gün olacağına dair bir işaret. Yaşlı kambala ağacının üst kısmındaki çatlaktan çıkıp aşağıdaki beyaz, donmuş zemine baktım. Güneşin tam olarak yükselmesine daha neredeyse bir saat vardı ve yıldızlar hâlâ görünüyordu. Beş bininin de adlarını biliyordum, fakat Cougis (Köpek Yıldızı) favorimdi. Gecenin Efendisi’nin gökyüzüne serdiği kadife perdenin arasından bakan kan kırmızı bir göze benziyordu. Neredeyse üç aydır uykudaydım. Bu zaman dilimini, shudru adını verdiğimiz kışın en karanlık, en soğuk bölümünü, hep uyuyarak geçiririm. Şimdiyse uyandım ve susadım. Şafak sökmek üzere olduğundan ‘haizda’mdaki kendi yetiştirdiğim insanlardan kan alamazdım. Bir diğer seçeneğim avlanmak olurdu, ama henüz etrafta kimseyi bulamazdım. Susuzluğumu bastıracak hiçbir şey yoktu. Yine de başka bir yol bulabilir, gidip Yaşlı Rowler’ı korkutarak onu takas yapmaya zorlayabilirdim.
Ağacın içine geri girip en keskin kılıçlarımdan ikisini göğsümdeki kınlara yerleştirdim. Ardından en kaliteli kemikten yapılma on üç düğmesi olan uzun, kalın ve simsiyah paltomu üzerime geçirdim. Bu palto kahverengi deriden botlarıma kadar uzanır, yeniyse kıllı kollarımı kapatabilecek kadar uzundur. Çok kıllıyım. Ve belirtmem gereken başka bir şey daha var. Beni sizden ayıran bir şey…
Kuyruğum var. Gülmeyin, suratınızı ekşitmeyin ya da başınızı iki yana sallamayın. Duyarlı davranıp sizin kuyruğunuz yok diye kendinize acıyın. Çünkü benim bu uzun ve güçlü kuyruğum üçüncü bir koldan çok daha iyi. Bir şey daha var. Adım Slither ve hikâyem bitmeden bunun nedenini öğreneceksiniz. En sonunda botlarımı bağlayıp yarıktan çıkarak bir dala tünedim. Sonra boşluğa atladım. Kaygan kuyruğumu yukarı doğru sallamadan önce ikiye kadar saydım. Kuyruğum dolanıp gerildi; en alt dala sürtünmesiyle birlikte fırlayan ağaç kabukları koyu renk kar taneleri gibi yere saçıldı. Orada birkaç saniye boyunca kuyruğumdan asılı dururken bir yandan da keskin gözlerimle yere bakıyordum. Donmuş zeminin üzerinde hiç iz yoktu. Zaten olmasını da beklemiyordum. Kulaklarım çok keskindir ve en ufak bir sese dahi uyanırım, ama temkinli olmak, pişman olmaktan her zaman iyidir.
Kendimi bir kez daha boşluğa bırakıp soğuk, sert zemine düştüm. Sonra koşmaya başladım, toprak ayaklarımın altından hızla kayıp gidiyordu. Birkaç dakika içinde yaşlı Rowler’ın çiftliğine varacaktım. Yaşlı Rowler’a saygı duyuyordum. Ona, acımasız bir gaspı temkinli bir takasa dönüştürecek kadar saygı duyuyordum. Bir insan için çok cesurdu. Pek çoğu kaçıp gitmişken ağacıma bu kadar yakında yaşayabilecek kadar cesur. Hatta takas yapacak kadar cesur. Ahşap çevre çitlerinin altından geçtim fakat çiftlik arazisine ulaşır ulaşmaz kendimi insanlara uygun bir boyuta getirdim. Korkutucu olacak kadar büyük değildim, fakat Rowler’ın aklına hin fikirler getirecek kadar küçük de değildim.
Hatta tam olarak, çiftçinin yaşlı kemikleri zayıflamaya, beli bükülmeye başlamadan önceki hali kadardım. Yavaşça kapısını çaldım. Bu bana özel ritmik bir çalıştı. Üç kızını uyandıracak kadar gürültülü değil ama çiftçiyi oflaya puflaya aşağıya indirmeye yeter. Nasırlı eliyle kapıyı araladı. Sonra aralığa doğru kaldırdığı mumla yüzümü aydınlattı. “Bu kez ne var?” diye sordu sinirlenerek. “Seni son kez gördüğümü sanıyordum. Beni rahatsız etmeyeli aylar oldu. Bir daha asla uyanmayacağını umuyordum!” “Acıktım ve avlanmak için çok erken,” dedim. “Beni birkaç saat idare edebilecek bir şeye ihtiyacım var.” Ardından sivri dişlerimi göstererek gülümsedim ve ılık nefesimin buhar olup yükselmesine izin verdim.
“Verecek hiçbir şeyim yok. Durum kötü,” diye itiraz etti çiftçi. “Şimdiye kadar gördüğüm en zorlu kışı geçirdik. Sığırlarımın ve hatta koyunlarımın dahi bir kısmını kaybettim.” “Üç kızın nasıl? Umarım iyilerdir,” dedim ağzımı biraz açarak. Tam da beklediğim gibi, Yaşlı Rowler’ın elindeki mum titremeye başladı. “Kızlarımdan uzak dur Slither. Duydun mu beni? Uzak dur.” “Sadece sağlıklarını merak etmiştim.” Sesimi yumuşattım. “En küçüğü nasıl? Umarım öksürüğü geçmiştir.” “Vaktimi boşa harcama!” diye çıkıştı. “Niye geldin?” “Kana ihtiyacım var. Benim için bir inek yakala; toparlanmamı sağlayacak kadar kan gerekiyor. Yarım bardak verebilirsin herhalde.” “Sana kışın çok zorlu geçtiğini söylemiştim,” dedi. “Durum kötü ve hayvanların hayatlarını sürdürebilmeleri için tüm güçlerini toplamaları gerekiyor.” Hiçbir şey vermeden bir şey alamayacağımı anlayınca paltomun cebinden bir demir para çıkarıp mum ışığına doğru kaldırdım. Yaşlı Rowler beni izlerken ineğin böğrünü hissizleştirmek için oraya tükürdüm; böylelikle gövdesinde küçük bir kesik açtığımda hayvan hiçbir şey hissetmeyecekti. Çok geçmeden akmaya başlayan kanı tek damlasını bile ziyan etmeden çiftçinin daha önce verdiği metal kaba doldurdum.
“Kızlarına zarar vermeyeceğimi biliyorsun,” dedim. “Onlar da neredeyse ailem gibiler artık.” “Senin gibiler aileden anlamaz,” diye mırıldandı. “Yeterince acıksan kendi ananı bile yersin. Nehre yakın çiftlikte oturan Brian Jenson’ın kızına ne oldu? Geçtiğimiz sonbaharda ortadan kayboldu ve bir daha da bulunamadı. Komşularım senden çok çekti.” Suçlamasını reddetmekle uğraşmadım, ama kabul de etmedim. Bazen kazalar oluyordu. Çoğunlukla haizdamın kaynaklarına dair kontrol elimdedir fakat ara sıra kendimi kaybedip gereğinden çok kan aldığım olur. “Hey, bir dakika! Yarım bardak diye anlaşmıştık,” diye itiraz etti Yaşlı Rowler.
Gülümseyip parmağımı yaraya bastırınca kan anında kesildi. “Öyleydi,” diye onayladım. “Yine de dörtte üç bardak da çok sayılmaz. İyi bir anlaşma.” Gözlerimi çiftçinin yüzünden bir an olsun ayırmadan uzun uzun içtim. Üzerinde uzun bir palto vardı ve iç astarında son derece keskin bir kılıç sakladığını biliyordum. Kendini yeterince tehdit altında hisseder yahut kışkırtılırsa yaşlı adam onu kullanma konusunda hiç tereddüt etmezdi.
Tabii Rowler, kılıcı da olsa benim için gerçek bir tehdit oluşturmuyordu, fakat bu durum takas anlaşmamızın sonu olurdu. Ve çok yazık olurdu çünkü onun gibi adamlar faydalı adamlardı. Elbette ki avlanmayı tercih ederdim, ancak kan için hayvan beslemek özellikle de favorim olan inekleri– zor zamanlarda işleri kolaylaştırıyordu. Onlara kendim bakmaya hazır değildim, ama işlerin gidişatında bu çiftçinin bulunduğu konum hoşuma gidiyordu. Haizdamda takas yaptığım tek kişiydi. Yoksa yaşlanıyor muydum? Bir zamanlar Rowler gibi bir insanın boğazını parçalardım. Hem de hiç düşünmeden… Ama gençliğim geride kalmıştı ve haizda büyücülüğünde epey ilerlemiştim. Daha şimdiden usta olmuştum. Ancak geçirmekte olduğum iki yüzüncü yaz mevsimi bir haizda büyücüsü için zorluydu; skaiium adını verdiğimiz bir şeye yakalandığımız bir dönemdi. Görüyorsunuz ya, bu kadar uzun süre yaşamak düşünce yapınızı değiştiriyor.
Olgunlaşıyor, başkalarının hisleri ve ihtiyaçlarına karşı daha anlayışlı oluyorsunuz. Bu da bir haizda büyücüsü için kötü. Çoğumuz bu yılları sağ salim atlatamıyoruz çünkü kana susamışlığımız azalıyor, dişlerimiz köreliyor. O yüzden dikkatli olmam gerektiğini biliyordum. Ilık kan boğazımdan geçip mideme ulaşarak bana taze bir güç verdi. Gülümseyip dudaklarımı yaladım. En azından bir gün boyunca avlanmama gerek olmadığından bardağı Rowler’a uzatıp dosdoğru en sevdiğim yere yöneldim. Burası çiftliği tepeden gören güney yamaçlarında, korulukta yer alan bir açıklıktı. Oraya ulaşınca paltomu ve ayakkabılarımı çıkarmadan yere oturup çoğunlukla uyurken girdiğim en küçük şeklime büründüm. Artık gri bıyıklı bir lağım faresinden büyük değildim. Fakat ineğin kanı eski boyutunda kalıyordu, böylelikle kendimi iyice doymuş hissediyordum. Daha yeni uyanmış olmama rağmen tok bir mide ve yeni doğan güneş beni yine uykuya çağırdı.
Bunun üzerine sırtüstü yatıp gerindim. Paltomun üzerinde, kuyruğumun hava almasına olanak sağlayan ve kısa yenleri andıran özel bir açıklık vardır. Koşarken, avlanırken ya da dövüşürken kuyruğumu hemen arkamda sımsıkı katlarım. Ama yaz aylarında güneş tepedeyse ve kendimi uykulu hissediyorsam ılık otlara uzanıp kuyruğumu geriye doğru iyice uzatırım. O esnada da mutlu ve rahatlamış olduğumdan bunu yaptım ve çok geçmeden uykuya daldım. Normalde midem bu kadar doluyken bir gün bir gece uyurdum, fakat gün doğmadan hemen önce göğü bıçak gibi delen bir çığlıkla aniden uyandım. Yerimde doğrulup öylece durdum.
Burun deliklerim açıldı ve havayı koklamaya başladım. Kan… Daha fazla bilgi edinebilmek için kuyruğumu havaya kaldırdım. İşler daha iyi olamazdı ve ağzım sulanmaya başladı. Öküz kanı tatlı ve lezzetli olsa da en iştah kabartan kan, yeni dökülmüş insan kanıydı ve bu kan, yaşlı Rowler’ın olduğu yerden geliyordu. Susuzluğum aniden bastırdı; hareketlenip uzaktaki çite doğru koşmaya başladım. Geniş adımlarım beni çok geçmeden çiftliğin sınırına ulaştırdı. Çitlerin altından geçtikten sonra hemen insan boyutuna yükseldim. Kuyruğumu bir kez daha kullanarak kanın kaynağını belirlemeye çalıştım. Kuzey otlağından geliyordu ve bunun kime ait olduğunu biliyordum. Yaşlı adama, buruşmuş derisinin altındaki kanının kokusunu alabilecek, damarlarında dolaşımını duyabilecek kadar yaklaşmıştım. Bu yaşlıca bir kandı, fakat insan kanı söz konusu olduğunda seçici olamazdım.
Evet, bu yaşlı Rowler’dı. Kan kaybediyordu. Sonra çok daha zayıf bir başka kan kaynağı daha tespit ettim. Bu genç bir kadının kokusuydu. Kalbim heyecandan yerinden fırlayacakmış gibi çarparken koşmaya başladım. Otlağa ulaştığımda güneş ufka yerleşmiş turuncu bir küreydi. Tek bakışımla her şeyi anladım. Yaşlı Rowler bir porsuk ağacının dibinde, parçalanmış oyuncak bir bebek gibi yatıyordu. Bu mesafeden dahi otların üzerindeki kanı görebiliyordum. Başında biri vardı. Kahverengi elbiseli, uzun saçları gece kadar karanlık bir kızdı bu. Onun taze kanının kokusunu da alıyordum. Yaşlı Rowler’ın kanından çok daha tatlı ve çekiciydi. Bu, Rowler’ın en büyük kızı Nessa’ydı. Yaşlı adamla ilgilenirken bir yandan hıçkıra hıçkıra ağladığını duyabiliyordum. Hemen sonra yan tarladaki boğayı fark ettim. Öfke içinde ayaklarıyla yeri döverken bir yandan da boynuzlarını sağa sola savuruyordu. Çiftçinin karnını deşmiş, o da yarasına rağmen çiftliğe girerek kapıyı arkasından kapatmış olmalıydı. Aniden kız omzunun üzerinden bakıp beni gördü. Dehşet içinde bağırarak ayağa kalktıktan sonra uzun eteğini dizlerinin üzerine çekip eve doğru koşmaya başladı. Onu kolayca yakalayabilirdim, fakat artık bolca vaktim olduğundan yerde iki büklüm duran adama doğru ilerledim.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yabancı)
- Kitap AdıWardstone Günlükleri - 11: Hayalet Benim Adım Slither
- Sayfa Sayısı264
- YazarJoseph Delaney
- ISBN9789944698597
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Budala (2 Cilt) ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Budala (2 Cilt)
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Kasım ayının sonlarında, karların eridiği bir günde, sabah saat dokuza doğru Petersburg-Varşova treni olanca hızıyla Petersburg’a yaklaşıyordu, yağmur ve sis yüzünden ortalık güçlükle seçilebiliyordu;...
- Hapishane: Mahrem Bir Yalnızlık Hikâyesi ~ Cesare Pavese
Hapishane: Mahrem Bir Yalnızlık Hikâyesi
Cesare Pavese
Hapishane, politik görüşleri nedeniyle Calabria’ya sürgüne gönderilen Pavese’nin kendi yaşam deneyiminden izler taşır: Stefano bir süre cezaevinde kaldıktan sonra bir köye sürgüne gönderilir. Gündüzleri...
- Bir Gün ~ David Nicholls
Bir Gün
David Nicholls
YİRMİ YIL İKİ İNSAN Bütün hayatınızı, aradığınızın tam önünüzde olduğunu fark etmeden yaşayabilirsiniz. “Seni kırkında hayal edebiliyorum,” dedi sesinde bir imayla. “Şu an bile...