Elbette Söylediğim Her Şeyin Saçmalık Olduğunu Biliyorsunuz.
Sevgili okur,
Bu kitabın başlığı Kedi Beşiği adlı romanımda geçen üç kelimeden oluşuyor. Wampeter, birbiriyle hiç alakası bulunmayan insan hayatlarının çevresinde döndüğü bir nesne anlamına geliyor. Kutsal Kâse buna son derece yerinde bir örnek olarak gösterilebilir. Foma, basit ruhları rahatlatmak için söylenen zararsız yalanlardır. Mesela: “Çok yakında refaha kavuşacaksınız.” Granfalloon da insanların kibirli ve anlamsız ortaklıklarına denir. Bir araya getirildiğinde bu kelimeler, yazdığım bazı eleştiri ve makaleler, yaptığım konuşmaların birkaçı için oldukça iyi bir şemsiye oluşturuyor.
“Aynı anda Hem Komik Hem de Hüzünlü olduğu İçin, Acı Veren Ciddiyeti Asla Ciddi Olmadığı İçin, Vonnegut Eşsiz Bir Yazardır.”
Doris Lessing
İçindekiler
Bilimkurgu ………………………………………………………………27
İç Suyolunda Kısa Karşılaşmalar ………………………………….32
Merhaba, Vega Yıldızı ………………………………………………..46
Öğretilemez Olanı Öğretmek …………………………………….49
Evet, Bizim Nirvanamız Yok ……………………………………….54
Sebat ………………………………………………………………………66
“Dışarıda Firari Bir Manyak Var” ………………………………..104
Excelsior! Ay’a Gidiyoruz! Excelsior! …………………………..117
Amerikan Fizik Topluluğu’na Sesleniş ………………………..130
İyi Füzeler, İyi Tavırlar, İyi Geceler …………………………….141
Neden Hesse Okuyorlar? …………………………………………144
Indianapolis’te Seks Düşkünlüğü ……………………………….152
Gizemli Madam Blavatsky ………………………………………..155
Biafra: İhanete Uğramış Bir Halk ……………………………….172
Bennington College Mezunlarına Yapılan
Konuşma, 1970 ………………………………………………….191
İşkence ve Zırıltı …………………………………………………….201
Ulusal Sanat ve Edebiyat Enstitüsü’nde Yapılan
Konuşma, 1971 ………………………………………………….204
Kendi Ölümüm Üzerine Düşünceler ………………………….213
Tanrı Bile Utanmıştır ……………………………………………….215
Akla Hayale Gelmeyecek Olanı Düşünmek,
Ağza Alınmayacak Olanı Söylemek ………………………237
Wheaton College Kütüphanesi’nin Yeniden
Açılışında Yapılan Konuşma, 1973 ………………………..240
Rita Rait’ı Amerika’ya Davet Edin! ……………………………249
Stockholm’deki PEN Konferansı’nda Yapılan
Konuşma, 1973 ………………………………………………….252
Siyasi Bir Hastalık …………………………………………………..256
Playboy Röportajı ……………………………………………………261
“Concord’da ziyadesiyle gezindim.”
Henry David Thoreau
ÖNSÖZ
Sevgili okur,
Bu kitabın başlığı Kedi Beşiği adlı romanımda geçen üç kelimeden oluşuyor. Wampeter, birbiriyle hiç alakası bulunmayan insan hayatlarının çevresinde döndüğü bir nesne anlamına geliyor. Kutsal Kâse buna son derece yerinde bir örnek olarak gösterilebilir. Foma, basit ruhları rahatlatmak için söylenen zararsız yalanlardır. Mesela: “Çok yakında refaha kavuşacaksınız.” Granfalloon da insanların kibirli ve anlamsız ortaklıklarına denir. Bir araya getirildiğinde bu kelimeler, yazdığım bazı eleştiri ve makaleler, yaptığım konuşmaların birkaçı için oldukça iyi bir şemsiye oluşturuyor. Konuşmalarımın büyük çoğunluğu yazıya hiç dökülmemişti.
* * *
Eskiden sürekli konuşma yapardım. Alkışlara ihtiyacım vardı. Hızlı ve kolay para kazanmam gerekiyordu. Sonra bir gün Kongre Kütüphanesi’nin sahnesinde Indiana’lılara her zamanki gibi acımasızca saldırırken, kafamda birden bir sigorta attı. Söyleyecek bir şeyim kalmamıştı. Bu benim konuşma kariyerimin sonu oldu. Sonra birkaç konuşma daha yaptım fakat bir zamanlar kolayca olabildiğim Kır Filozofu değildim artık.
Washington’da zihnimin duruvermesinin en olası nedeni ben kürsüdeyken aşağıdan gelen bir soruydu. Soruyu soran orta yaşlı adam bana Orta Avrupa’dan yeni gelmiş bir mülteci gibi görünmüştü. “Siz Amerikalı gençlerin liderisiniz,” dedi. “Onlara bu kadar alaycı ve kötümser olmayı öğretmeye ne hakkınız var?”
Ben Amerikalı gençlerin lideri değildim. Kolay para ve alkış peşinde koşmak yerine evinde oturup yazması gereken bir yazardım.
* * *
Harika konuşmacılara dönüşmüş, ancak şimdi sadece yazmaya bile yoğunlaşmakta zorlanan birçok iyi Amerikalı yazar sayabilirim. Alkışları özlüyorlar. Fakat topluluk önünde konuşmanın, bir şairin, romancının ya da oyun yazarının yaratıcılığının zirvesindeyken herhangi bir siyasi faydaya sahip olabilmesinin neredeyse tek yolu olduğunu düşünüyorum. Eğer politik düşüncesini hayal gücünün ürünü olan bir eserin içine yerleştirmeye çalışırsa, eserini tanınmayacak kadar berbat edecektir.
* * *
Amerika’nın ekonomisiyle ilgili pek çok tuhaf şeyden biri de bu işte: Bir yazar, iflas etmiş bir üniversitede yaptığı beceriksiz bir konuşma için, bir başyapıt olan öyküsü için alabileceğinden daha fazla para alabilir. Dahası konuşmayı tekrar tekrar satabilir ve kimse bundan şikâyet etmez.
* * *
İnsanlar kötü konuşmalardan, hatta bin dolar ve üstü maliyeti olan konuşmalardan o kadar nadiren şikâyet ediyorlar ki, onları gerçekten duyan var mı diye merak ediyorum. Bu kitapta yer alan, Amerikan Sanat ve Edebiyat Akademisi ile Ulusal Sanat ve Edebiyat Enstitüsü’nde yaptığım konuşmadan hemen önce, insanların konuşmaları nasıl dinlediğine dair ilginç bir fikir edindim. Konuşmayı yapmadan önce korkudan midem bulanıyordu. Ünlü ve yaşlı bir mimarla akademi başkanının arasında oturuyordum. Seyircilerin gözünün önündeki sıska, ifadesiz suratlı üç insandık. Sinema filmlerinde, gardiyanların gözleri önünde kaçış planları yapan mahkûmlar gibi konuştuk. Mimara ne kadar korktuğumu söyledim. Beni teselli etmesini bekliyordum. Ama o acımasızca ve başkanın da duyabileceği bir sesle, başkanın konuşmamı okuduğunu ve hiç hoşlanmadığını söyledi. Başkana gerçekten öyle mi olduğunu sordum. “Evet,” dedi. “Ama bu konuda endişelenmeyin.” Ona yine de o iğrenç konuşmayı yapmak zorunda olduğumu hatırlattım. “Söylediklerinizi kimse dinlemeyecek,” diye beni temin etti. “İnsanlar nadiren bir konuşmanın gerçek içeriğiyle ilgilenirler. Sadece ses tonunuzdan, vücut dilinizden ve yüz ifadenizden dürüst bir adam olup olmadığınızı öğrenmek isterler.” “Teşekkür ederim,” dedim. “Toplantıyı başlatıyorum,” dedi. Ve yaptı da. Ben de konuştum.
* * *
Organ nakli ve sağaltım amacıyla canlılar üzerinde başka deneylerin yapıldığı bu mucizevi çağda, henüz hayattayken parçalara ayrılmama itiraz etmem yanlış olur. Kuzey Iowa Üniversitesi’nden Jerome Klinkowitz ve Kansas State Teachers College’dan John Somer adlı iki genç ve iyi öğretim görevlisi bana tam da bunu yapıyorlar. Benimle ilgili denemelerden oluşan The Vonnegut Statement [Vonnegut Sözleri] adlı, ölümümden sonra yayımlanmış gibi görünen bir kitap yayımladılar. Ayrıca başka bir şey daha yapmayı önerdiler: Şimdiye kadar yazdığım ve ciltli edisyonlara konulmamış her şeyi içeren bir derleme.
Yayıncıma inanılmaz derecede eksiksiz bir kaynakça sundular. Çalışmalarımın kaydını tutmuyorum, ayrıca çoğunu unuttuğum için de çok mutluydum. Klinkowitz ve Somer hazırladıkları sabıka kaydımla hafızamı tazelediler. Niyetleri iyiydi. Kendilerini birer arkeolog olarak görüyorlardı ve şu an olduğum şeye nasıl dönüştüğümü açıklamaya yardımcı olabilecek ilkel eserleri ortaya çıkartıyorlardı. Ancak en çirkin parçalardan bazıları aslında daha yakın zamana ait olanlardı. Benim bedenimden çıktığı kuşku götürmez olan tüm ıvır zıvırı incelediğimde, kendimi Tutankamon’un hayaleti gibi hissetmedim. Kendimi ürkütücü bir şekilde hayatta olan, suskun ve haklı olarak küçük suçlarla suçlanan bir insan gibi hissettim.
* * *
Tüm o ıvır zıvırın içinden bu cildi oluşturdum. Neredeyse tüm cesetlerin nerede saklandığını bilen Klinkowitz ve Somer’in yardımı olmasaydı bunu yapamazdım. Hakkında hiçbir şey bilmedikleri sadece üç ya da dört eserim var. Dünyalıların şimdiye kadar tasarladığı en dayanılmaz işkence olduğu söylenen veglia işkencesi1 bile beni bu üç ya da dört eserin nerede –ve ne zaman– yayımlandığını açıklamaya zorlayamazdı. Tabiri caizse, benim çamaşır listelerimden oluşan bir kitap değil bu. Bunların çoğunun korunmuş olmasından memnunum. Hiç derlenmemiş birkaç öyküm var. Bir tanesi, çekilmemiş bir kısa bilimkurgu filminin senaryosu olan “Sebat” hariç, onları bu şekilde bırakmaktan memnunum. Bu kitaptaki tek kurmaca öykü bu. Bu kitapta yer alan diğer her şey, bir konuda kurgunun süsleri olmadan, gerçeği çıplak bir şekilde anlatmaya çalıştığım işler. Bu da bizi modern zamanların edebiyatında, “Yeni Gazetecilik”in kurgunun karşısındaki yeri üzerine bir tartışmaya götürüyor.
* * *
Hakkında bir şeyler bildiğim ilk Yeni Gazeteci Thukydides’tir. Kendini anlatmaya çalıştığı gerçeklerin merkezine koyan, gerektiğinde tahminlerde bulunan, çekici ve eğlenceli olmanın değerli olduğunu düşünen bir ünlüydü. İyi bir öğretmendi. Gerçeklerle öğrencilerinin uykusunu getirmek istemiyordu ve öğrencilerinin hafızasından silinmesin diye gerçeği çarpıcı insani terimlerle ifade etme niyeti taşıyordu.
Yararlılığı ve iyi bir vatandaş olduğu için onu ve bugün bu şekilde yazan ya da öğreten herkesi takdir etmeliyiz. Örneğin, ben bu nedenle Hunter Thompson’a bayılıyorum ve bu kitaba eklediğim bir incelemede de bunu söylemişim. Ben bir Yeni Gazeteci miyim? Sanırım öyleyim. Burada bir Yeni Gazetecilik örneği de var: Biafra hakkında, ayrıca 1972’deki Cumhuriyetçi Kongre hakkında. Bunlar rahat ve kişisel metinler. Ama bu tür şeyleri daha fazla yapmaya pek de hevesli değilim. Bu konuda biraz tereddüt etmiştim fakat artık, kabul görmüş kurgunun, gerçeği anlatma konusunda Yeni Gazetecilik’ten çok daha doğru bir yol olduğuna yeniden ikna olmuş durumdayım. Ya da başka bir deyişle, en iyi Yeni Gazetecilik aslında kurgudur. Her iki sanat dalında da nevi şahsına münhasır bir muhabirimiz var. Yeni Gazeteci, bir kurgu yazarı kadar çok şey anlatma, gösterme özgürlüğüne sahip değildir. Okurunu götüremeyeceği pek çok yer vardır; oysa kurgu yazarı, orada görülmeye değer bir şey varsa, okurunu Jüpiter de dahil her yere götürebilir. Her iki durumda da Amerikan Sanat ve Edebiyat Akademisi’nde öğrendiğim üzere, asıl mesele gerçeği anlatmaya çalışan kişinin dürüst biri olduğu izlenimini verip vermediğidir.
* * *
Şimdi haber ve kurgu üzerine düşünürken, çok uzun zaman önce Cornell Üniversitesi’nde birinci sınıf fizik dersinde gördüğüm ve duyduğum, gürültü ve melodi arasındaki farkı anlatan bir sunumu hatırladım. (Birinci sınıf fiziği daima, herhangi bir Amerikan üniversitesi tarafından verilen en tatmin edici derstir). Öğretim görevlisi, yaklaşık bir kasatura uzunluğundaki dar bir tahtayı odanın briket duvarına fırlatmıştı. “Bu, gürültü,” demişti. Sonra yedi tahta daha almış ve sanki bir bıçak fırlatıcısıymış gibi onları da arka arkaya hızla duvara fırlatmıştı. Duvara sırayla çarpan tahtalar, “Mary’nin Kuzusu Var” şarkısının girişini çalmıştı. Büyülenmiştim. “Bu, melodi,” demişti hoca.
Kurgu melodidir ve ister yeni ister eski olsun, gazetecilik gürültüdür.
* * *
Hoca, denge üzerine de bir ders vermişti. Odanın önünde, bel yüksekliğindeki altı metrelik bir sıra dolabın arkasında durmuştu. Parmağına bir ip bağlıydı. Denge hakkında bir şeyler söylerken dolaplar yüzünden göremediğimiz bir yoyoyla oynayıp duruyordu. Buna neredeyse yarım saat daha devam etmiş, sonunda da ipin diğer ucunda ne olduğunu görebilmemiz için kolunu kaldırmıştı. Bu, altı metre uzunluğunda bir ahşap çıtaydı ve orta noktasına ip bağlanmıştı. “Bu,” demişti hoca, “dengedir.” Tüm popüler kurguların temel konusu olan bir şeyi yapıyor, dengemi kaybetmeye ve yeniden kazanmaya devam ediyorum. Yani ben de bir kurgu eserim. Bir keresinde tiyatro yapımcısı Hilly Elkins’le bir araya geldiğimi hatırlıyorum. Kedi Beşiği’nin film haklarını yeni satın almıştı, ben de kibar olmaya çalışıyordum. Bazı kibar sözler söyledim ve Hilly başını iki yana sallayarak, “Hayır, hayır, hayır. Hayır, hayır,” dedi. “Will Rogers gibi ol, Cary Grant1 gibi değil.”
* * *
Şu anda dengem yerinde. Bu sabah 12 yaşında bir çocuktan bir mektup aldım. Son romanım Şampiyonların Kahvaltısı’nı okumuş ve şöyle yazmış: “Sevgili Bay Vonnegut: Lütfen intihar etmeyin.” Tanrı onu korusun. Ona iyi olduğumu söyledim. Bu kitap, dengemi yeniden kazanmama yardımcı olan kişiye ithaf edildi. Beni kroniklediğini söyleyeyim. Bu da bir başka uydurma kelime. Bana, harika hayatımın her gününü fotoğraf filmine “kronolojik kayda alma” isteğiyle gelmişti. Ortaya çıkan şey, sadece kayda almaktan çok daha fazlası ve derini oldu.
* * *
Bu kitapta benimle yapılan Playboy röportajı neredeyse anlık Cary Grant taklidim kadar hayal ürünüdür. Söylemem gerekenleri söyledim, gerçekte söylediklerimi değil. Playboy bana ses kayıt cihazına söylediklerimin yazılı halini gösterdi ve Joseph Conrad’la en azından bir ortak noktam olduğunu anladım: İngilizce benim ikinci dilimdi. Conrad’ın aksine benim anadilim yoktu, bu yüzden anadilimi konuşmanın ve önemli konular hakkında düşünmenin bana çok kolay geldiğini göstermek için transkript üzerinde kalem, makas ve yapıştırıcıyla çalışmaya başladım. Yazarlık mesleğiyle ilgili en cesaret verici bulduğum şey şu: Sabırlı ve çalışkan olan vasat insanların aptallıklarını gözden geçirmelerine, kendilerini zeki bir şeye dönüştürmelerine izin veriyor. Ayrıca delilerin epey aklı başında görünmesini de sağlıyor.
* * *
İşte benim evren ve insanlığın evrendeki mevcut yeri hakkındaki anlayışım: Evrenin görünüşteki eğriliği bir yanılsamadır. Evren, her iki ucunda yer alan birer ilmek dışında, aslında bir sicim kadar düzdür. Bu ilmekler de mikroskobiktir. İpin bir ucu sonsuza dek, sürekli yok olmaktadır. O taraftaki ilmek sonsuza dek, sürekli yok olmaktan geri geri gelir. İpin diğer ucu sonsuza dek uzamaktadır. O taraftaki ilmek de sonsuza dek, sürekli Yaratılış’ı takip eder. Başlangıçta ve sonda hiçlik vardı. Hiçlik, Bir Şey Olma olasılığını ima ediyordu. Hiçlikten bir şey yaratmak mümkün değildir. Bu nedenle hiçlik, Bir Şey Olma olasılığını ancak ima edebilir. Bu ima evrendir; daha önce de söylediğim gibi, her iki ucundaki birer ilmek dışında, bir sicim kadar düzdür. Bizler bu imanın kırıntılarıyız.
Evren yaşamla dolu değildir. Sadece bir noktasında, onu inceleyebilen ve hakkında yorum yapabilen canlılar yaşamaktadır. Bu nokta, sonsuza dek imaların tam merkezinde, uçların ortasında yer alacak olan Dünya gezegenidir. Gece gökyüzündeki tüm pırıltılar ve ışıltılar, içerdikleri tüm yaşam veya bilgelik açısından, bir kovboyun kamp ateşinden çıkan kıvılcımlar da olabilir.
* * *
Bu kitaptaki bazı insanların başına gelenlere gelince: Savaşın sonunda düşündüğüm kadar çok Biafra’lı, Nijeryalılar tarafından katledilmedi. Nijeryalılar merhametliydi. Birçok Biafra’lı çocuğun beyni, Nijeryalıların ablukası nedeniyle yaşanan açlık yüzünden muhtemelen kalıcı olarak hasar gördü. En azından, evrenin tam ortasındaki bu hasar görmüş çocuklar, Richard M. Nixon’dan daha onurlu ve Tanrı’dan daha gözlemci olacaklar. Bay Nixon’ın kendisi bu kitapta küçük bir karakterdir. Amerika halkından ve savundukları her şeyden nefret eden ilk başkandır. Korkunç suçlar işlemiş olmasına rağmen kendi saflığına o kadar inanıyor ki, henüz çok gençken birinin ona bütün ciddi suçların cinsel suçlar olduğunu, zina yapmayan ya da mastürbasyon yapmayan kimsenin suçlu olamayacağını söylediği sonucuna varmak zorundayım. Bize, bizi sevmeyen bir başkanı asla seçmeyeceğimize dair çocuksu bir varsayıma sahip olan anayasamızın kusurlu bir belge olduğunu göstermesi açısından faydalı bir adamdır. Yani böyle birini daha kolay görevden alabilmek ve hatta hapse atabilmek için anayasayı değiştirmeliyiz. Benim şu anki en büyük ütopik planım da işte bu. Daha uzun vadeli planlarım ise tüm Amerikalılara bin ya da daha fazla üyeden oluşan yapay geniş aileler sağlamayı içeriyor. Ancak yalnızlığın üstesinden geldiğimizde refahı paylaşmaya ve daha adil çalışmaya başlayabiliriz. Zamanla bu ailelere sahip olacağımıza yürekten inanıyorum, ayrıca umarım bunlar uluslararası hale gelir.
* * *
Bu kitaba biraz şiir de eklemeyi umuyordum ancak bunca yıl içinde bir dakika daha yaşamayı hak eden yalnızca bir şiir yazdığımı fark ettim. O da bu işte:
Biz yaparız,
Aman da yap, zaman da yap, yaman da yap,
Yapmamız gerekeni,
Aman da gerekir zaman da gerekir, yaman da gerekir;
Bulanarak yaparız,
Aman da yap, zaman da yap, bulan da yap,
Ta ki batana kadar,
Aman da bat, zaman da bat, yaman bat.
Profesör Klinkowitz ve Somer’in asla bulamayacaklarını umduğum kayıp eserlerimden biri, ben çocukken ailem için çalışan siyah aşçıya borcumla ilgilidir. Aşçının adı Ida Young’dı ve muhtemelen onunla kimseyle geçirmediğim kadar çok zaman geçirmişimdir; tabii ben evlenene kadar. Ida, İncil’i ezbere bilirdi ve orada bolca teselli, bilgelik bulurdu. Amerika tarihi hakkında da çok şey biliyordu; kendisinin ve diğer siyahların Indiana, Illinois, Ohio, Kentucky ve Tennessee’de görüp hayret ettikleri, hatırladıkları ve hâlâ konuştukları şeylerdi bunlar. Bana da duygusal bir şiir antolojisinden bitmeyen aşk, içinde sadık köpekler ve mutluluk olan mütevazı evler, yaşlanan insanlar, mezarlık ziyaretleri, ölen bebekler hakkında bir şeyler okurdu. Kitabın adını hatırlıyorum, keşke bir kopyası bende olsaydı çünkü beni ben yapan şeylerden biri o kitaptı.
Kitabın adı More Heart Throbs’tu [Daha Fazla Kalp Çarpıntısı] ve bu kitaptan Edgar Lee Masters’ın Spoon River Antolojisi’ne, Sinclair Lewis’in Ana Cadde’sine, John Dos Passos’un ABD’sine, oradan da şu anki düşüncelerime atlamak kolay oldu. Yazdığım her şeyin altında neredeyse dayanılmaz bir duygusallık var. İngiliz eleştirmenler bundan şikâyet edip duruyorlar. Amerikalı eleştirmen Robert Scholes da bir keresinde bana, çok tatlı şekerlerin üzerine acı kaplamalar yaptığımı söylemişti.
Artık değişmek için çok geç. En azından kökenlerimin farkındayım; mimar babamın tasarladığı, ben ve Ida Young dışında kimsenin uzun süreliğine evde olmadığı büyük, tuğla bir rüya ev.
* * *
Bu kitapta kızım Edith’in arkadaşı olan Cape Cod’lu Tony Costa hakkında bir bölüm var. Tony, birkaç cinayetle suçlanmıştı. Akli dengesinin yerinde olmadığına ve dolayısıyla normalde bu durumda verilen cezayı almamasına karar verildi. Kendisinden haber aldım. Kendisi gibi düzgün, mantıklı bir insanın polisin düşündüğü cinayetleri işlemiş olabileceğine inanamıyor. Duruşması yaklaşırken, o dönem toplu katliamla suçlanan en ünlü Amerikalıydı bu delikanlı. Önemli suç uzmanları tarafından hakkında en az iki kitap yazılıyordu. Sonra kıtanın diğer kıyısında Charles Manson ile yapay geniş ailesinin bazı üyeleri ünlüleri öldürmekten tutuklandı. Costa da ünlü olmaktan çıktı; bir gecede, en başta olduğu gibi bir hiç, sadece bir ima haline geldi. Ben de buyum işte. Ailem de öyleydi. İmaların izleri çoğalır. Ben kendim de üç izin babası oldum ve başka üçünü de evlat edindim. Tüm bunlar çok ürkütücü. Bunun da ötesinde, gerçekten zamanda yolculuk yaptığıma inanıyorum. Yarın yine üç yaşında olacağım. Ondan sonraki gün de 63 yaşında olacağım. Bu kitap algılarımı biraz dengeleyebilir. Ne de olsa, yaklaşık 20 yıllık bir süre boyunca sözümona bulunduğum yerlerin ve sözümona düşündüğüm şeylerin bir tür haritası bu. Bu ipuçlarını sözümona kronolojik sıraya göre düzenledim. Eğer zaman, çoğu insanın düşündüğü gibi düz ve tekdüze bir boncuk dizisiyse ve ben de zarif bir şekilde olgunlaştıysam, o zaman bu kitabın ikinci yarısının ilk yarısından daha iyi olması gerekir. Durum böyle değil. Kurgu dışı kitaplarımda olgunlaştığıma dair çok az kanıt görüyorum. Yedinci sınıfa geldiğimde bir başkasından araklamadığım ve açıkça telaffuz etmediğim tek bir fikir bile bulamıyorum. Öte yandan kurgu yazma alanındaki maceralarım çok daha şaşırtıcı ve eğlenceli oldu; en azından benim için. Bu alanda gerçekten büyümüş olabilirim. Eğer durum gerçekten böyle olsaydı, hakikaten çok güzel olurdu. Hayal gücünün eserlerinin, kendi başlarına yaratma gücüne sahip olduğunu kanıtlayabilirdi bu. Benimki gibi sıradan bir zihne sahip biri kendini bir hayal gücünün eserini yaratmaya adarsa, karşılık olarak bu eser sıradan zihinle dalga geçip onu zekâya teşvik edecektir. Ressam arkadaşım James Brooks geçen yaz bana şöyle demişti: “Tuvale ilk fırça darbesini ben vururum. Ondan sonra işin en azından yarısını yapmak tuvale kalıyor.” Aynı şey yazı kâğıdı, kil, film, titreşen hava ile insanlığın öğretmeni ve oyun arkadaşı haline getirmeyi başardığı diğer tüm cansız maddeler için de söylenebilir. Ben daha çok Amerikalılardan bahsediyorum. Diğer ülkeler hakkında fazla bilgim yok. Bir dönem Amerikalıların vücut kimyaları üzerinde deneyler yaparak ya da Asya’dan ödünç aldıkları meditasyon teknikleriyle bilgeliklerini artırabileceklerini düşünüyordum. Şimdi söylemek zorundayım ki, bu tür yolculukların hepsi herhangi bir eser yaratamadan ve sadece kendilerini kamçılayan macera hikâyeleriyle Amerikan sıradanlığına döndü. Bu yüzden, artık Amerikalıların sıradanlıklarının üzerine çıkabilmelerinin, kendilerini kurtarmak ve gezegenlerini kurtarmaya yardımcı olmak için yeterince olgunlaşabilmelerinin tek yolunun kendi hayal güçlerinin eserleriyle coşkulu bir yakınlık kurmaları olduğuna inanıyorum. Ben özellikle kendi hayal gücümün eserlerinden, kurgularımdan memnun değilim. İşim gerçeği söylemek olduğunda masamı darmadağın eden bildik, hantal fikirlerin aksine, işim hayal etmek olduğunda üzerime yağan beklenmedik sezgilerin etkisi altında kalıyorum sadece.
BİLİMKURGU
Seneler önce Schenectady’de General Electric için çalışıyordum; dört bir yanım makinelerle ve makine üretme fikirleriyle sarılmıştı, o yüzden ben de insanlar ve makineleri konu alan bir roman yazdım, makineler beklendiği üzere büyük oranda galip geliyordu. (Adı Player Piano’ydu [Otomatik Piyano] ve hem ciltli hem de ciltsiz olarak yeniden basıldı.) Sonuç olarak, eleştirmenlerden bir bilimkurgu yazarı olduğumu öğrendim.
Bunu bilmiyordum. Ben hayat hakkında; tüyler ürpertici şimdide acemice kurulmuş, son derece gerçek bir kasaba olan Schenectady’de görmekten ve duymaktan kaçınamadığım şeyler hakkında yazdığımı düşünüyordum. O zamandan beri “bilimkurgu” etiketli bir dosya dolabının alıngan kiracısıyım ve buradan taşınmaya da oldukça hevesliyim, özellikle de pek çok eleştirmen bu dolabı düzenli olarak klozetle karıştırdığı için.
Anlaşılan o ki birinin bu dolaba girmesinin yolu, teknolojinin varlığını fark etmesiymiş. Bir insanın aynı anda hem saygın bir yazar olup hem de buzdolabının nasıl çalıştığını anlayamayacağı fikri hâlâ yaşıyor, tıpkı büyükşehirlerde beyefendilerin asla kahverengi takım giymeyeceği düşüncesi gibi. Bunun suçlusu üniversiteler olabilir. İngiliz dili öğrencilerinin kimya ve fizikten nefret etmelerinin; dahası, dört bir taraftaki mühendisler gibi sıkıcı, ürkütücü, mizahtan yoksun ve savaş odaklı olmadıkları için gurur duymalarının teşvik edildiğini biliyorum. En etkileyici eleştirmenler de çoğunlukla bu İngiliz dili öğrencilerinden oluşuyor ve günümüzde bile teknoloji konusunda alıngan davranmaya devam ediyorlar. Yani bilimkurgudan iğrenmeleri gayet doğal.
Fakat bir de ne olursa olsun bilimkurgu yazarı olarak sınıflandırılmaya bayılan bir kesim var; günün birinde, başka şeylerle birlikte mühendislik ve bilimsel çalışmaların meyvelerinden de bahsetmiş olan sıradan öykü ve roman yazarları olarak anılabilecek olmak bunların eteklerini tutuşturuyor. Mevcut durumdan memnunlar çünkü meslektaşları onları tıpkı eski kafalı, geniş bir ailenin üyelerinin yaptığı gibi seviyor. Bilimkurgu yazarları sık sık bir araya gelir, birbirlerini teselli eder, pohpohlar, tek satır boşluklu 20 ya da daha fazla sayfalık mektuplar değiştokuş eder, hevesle içer, sonunda da bir milyon yürek çarpıntısı ve kahkahayla evlerine dağılırlar.
Birkaçıyla bir dönem takılmışlığım var ve her biri son derece cömert, eğlenceli insanlar fakat tam şu anda onların tepesini fena attıracak bir gerçeklikten bahsetmeliyim: Bunlar her yere üye olan tipler. Bir loca. Kendilerine ait bir çeteleri olmasından bu kadar çok keyif almasalardı bilimkurgu diye bir kategori de olmazdı. Bütün gece oturup şu soruyu tartışmaya bayılıyorlar: “Bilimkurgu nedir?” İnsan şöyle sorular sorsa da aynı şekilde faydalı olabilir: “Elkler1 nedir? Ve Doğu Yıldızı tarikatı2 nedir?”
Eh, anlamsız sosyal kümelenmelerin olmadığı bir dünya epey sıkıcı olurdu. Çok daha az gülümseme ve şimdikinin ancak yüzde 1’i kadar yayımlanmış eser görürdük. Bilimkurgu eserleri basan yayıncılar için de söylenecek bir şey var: Eğer birisi birazcık bile yazabiliyorsa, muhtemelen onu yayımlarlar. Çok da uzak bir geçmişte olmayan Dergilerin Altın Çağı’nda, hoş görülemez süprüntülere öyle büyük bir talep vardı ki sonunda elektrikli daktilolar icat edildi ve bu da şans eseri benim Schenectady’den kaçışımı finanse etmiş oldu. Güzel günlerdi! Fakat şu an, boş boş gezen deneyimsiz birinin ânında yazar olarak tanınmasını sağlamak için başvurabileceği tek bir dergi türü var. Bilin bakalım hangi tür.
Bu elbette bilimkurgu dergilerinin, derlemelerinin ve kitaplarının editörlerinin zevksiz olduğu anlamına gelmiyor. Zevksiz değiller; oraya birazdan geleceğim. Bu alanda haksızlık edilmeden zevksizlikle –aslında zevksizlik demeyelim de çocukluk diyelim– suçlanabilecek insanlar, yazarların yüzde 75’i ve okurların yüzde 95’ini oluşturuyor. Makinelerle bile olsa, olgun ilişkiler cahil çoğunluğu heyecanlandırmıyor. Onların bilimden anladığı, 1933 tarihli Popular Mechanics dergisinde tamamen gözler önüne serilmişti. Politika, ekonomi ve tarih hakkında bildikleriyse 1944 yılının Information Please Almanac’ında bulunabilir. Kadın erkek ilişkileri konusunda bildikleri her şey de büyük oranda, Maggie and Jiggs’in temiz ve pornografik versiyonlarından gelmedir.
* * *
Bir süreliğine, biraz alışılmadık lise öğrencilerinin gittiği, biraz alışılmadık bir okulda öğretmenlik yapmıştım; mevcut bilimkurgu, hatta herhangi bir bilimkurgu o oğlanlar için kedinanesi gibiydi. Bir öyküyü diğerinden…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıWampeter’lar, Foma’lar ve Granfalloon’lar
- Sayfa Sayısı312
- YazarKurt Vonnegut
- ISBN9789750764196
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Borsa Spekülatörünün Anıları ~ Edwin Lefèvre
Bir Borsa Spekülatörünün Anıları
Edwin Lefèvre
“Şimdiye dek yazılmış en dikkate değer finans kitaplarından biri.” Jack D. Schwager “Yatırım üzerine yazılmış en eğlenceli kitap.” Seattle Times “İster yeni, ister deneyimli...
- Sevgi ve Nefret Üzerine Aforizmalar ~ Friedrich Nietzsche
Sevgi ve Nefret Üzerine Aforizmalar
Friedrich Nietzsche
İnsan eylemleri için söz verebilir ama duyguları için veremez; çünkü bunlar istem dışıdır. Kim ki birini sonsuza dek seveceğine ya da ondan nefret edeceğine...
- Paris Bir Şenliktir ~ Ernest Hemingway
Paris Bir Şenliktir
Ernest Hemingway
Ernest Hemingway’in 1920’lerin Paris’inde yazdığı yazılarından oluşan, ilk basımı 1964’te yapılan Paris Bir Şenliktir kitabı hâlâ yazarın en sevilen eserlerinden biri olmayı sürdürüyor. Bu...