İster kıyafet olsun ister arkadaş, yenilerini almak için zahmete girmeyin. Eskileri dönüştürün, eskilere dönün. Kıyafetlerinizi satın, düşüncelerinizi tutun.
Doğa ve insanın özünde iyiliğin yattığına inanan Thoreau, belki bu iyiliği keşfetmek, belki doğayla bütünleşmek, belki de sade bir yaşam sürmek arzusuyla dostu Emerson’a ait arazide iki yıllığına inzivaya çekilir. Massachusetts yakınlarındaki Walden Gölü kenarında kendine bir kulübe inşa eden Thoreau, burada zaman geçirdikçe insanın çevresini ve yaşantısını gereksiz birçok nesne ve olguyla doldurduğu kanısına varır. Başarı, moda, siyaset, para gibi kavramlar toplumdan uzaklaştıkça anlamsızlaşır. Transandantalizmin öncülerinden Thoreau’ya göre, insan ancak sadeleştikçe evrenin yasalarını daha iyi kavrayacak; yoksulluk, yalnızlık, güçsüzlük gibi sorunları ardında bırakacaktır. Walden bir vahşi yaşam methiyesi değil, insanı özünü bulmaya iten, insanlık tarihinin her noktasında anlam ifade edebilecek bir başyapıttır.
İçindekiler
Ekonomi ………………………………………………………………… 11
Nerede Yaşadım, Ne İçin Yaşadım ………………………………. 91
Okumak ……………………………………………………………….. 109
Sesler …………………………………………………………………… 121
Yalnızlık ……………………………………………………………….. 139
Ziyaretçiler ……………………………………………………………. 151
Fasulye Tarlası ……………………………………………………….. 167
Kasaba ………………………………………………………………….. 181
Göller …………………………………………………………………… 189
Baker Çiftliği …………………………………………………………. 217
Yüce Yasalar ………………………………………………………….. 227
Vahşi Komşular ……………………………………………………… 241
Evi Isıtmak ……………………………………………………………. 255
Eski Sakinler ve Kış Ziyaretçileri ………………………………. 273
Kış Hayvanları ……………………………………………………….. 289
Kışın Göl ………………………………………………………………. 301
Bahar ……………………………………………………………………. 317
Sonuç …………………………………………………………………… 337
EKONOMİ
Bu sayfaları, daha doğrusu büyük bir kısmını yazarken, Concord, Massachusetts’teki Walden Gölü kıyısında bir ormanda, kendi inşa ettiğim bir evde, herhangi bir komşudan en az bir mil uzakta, yapayalnız yaşıyor ve geçimimi yalnızca el emeğimle sağlıyordum. Orada iki yıl iki ay boyunca yaşadım. Şimdilerde yine kent hayatının bir misafiriyim.
Kasabalılar, kimine münasebetsiz gelen ama bana kalırsa koşullar göz önünde bulundurulduğunda gayet doğal ve münasip olan yaşam tarzımı didik didik ederek sorgulamamış olsalardı, ben de okurlarımı şahsi meselelerimle böylesine boğmazdım. Bazısı ne yiyip içtiğimi, yalnız hissedip hissetmediğimi, korkup korkmadığımı sordu. Bazıları gelirimin ne kadarını hayır işlerine ayırdığımı merak etti, geniş ailelere mensup olanlarsa himayemde kaç yoksul çocuk olduğunu. Olur da bu kitapta bu sorulara yanıt vermeye kalkışırsam, şahsi meselelerime hiç ilgi duymayan okurlar beni bağışlasın. Çoğu kitapta ben, yani birinci tekil şahıs ihmal edilir, bu kitabın temel farkıysa bencilik bakımından birinci tekili koruması. Nihayetinde genellikle, konuşanın aslında birinci şahıs olduğunu unutuyoruz. Eğer bu kadar iyi tanıdığım başka biri olsaydı, kendimden bu kadar çok bahsetmezdim. Ancak kısıtlı deneyimim beni bu konuya hapsediyor. Dahası, bana kalırsa, yazarların yalnızca başkalarının hayatlarını anlatması yeterli değildir; er ya da geç, kendi hayatlarının basit ve samimi bir hikâyesini de örneğin uzaklardaki bir akrabasına anlatacağı gibi anlatmaları gerekir; çünkü, eğer dürüstçe yaşadıysa, benden uzak bir yerlerde yaşamış olmalıdır. Belki de bu satırlar daha ziyade yoksul öğrencilere hitap eder. Okurlarımın geri kalanıysa bazı kısımların kendileri için de geçerli olduğunu anlayacaklardır. Giyene fayda sağlayacak bu ceketin dikişlerini kimsenin esnetmeyeceğine inancım tam.
Çinliler ve Sandwich Adalılar hakkında değil de bu satırları okuyan, New England’da yaşadığı söylenen sizler hakkında bir şeyler anlatmak zorundayım; sizin durumunuz hakkında, özellikle bu dünyadaki, bu kasabadaki ahval ve şeraitinizin dışarıdan nasıl göründüğü hakkında, bu şeraitin ne denli kötü olduğu ve iyileştirilip iyileştirilemeyeceği hakkında. Concord’ı epey gezdim, kasaba halkı sanki görülmemiş biçimde bir kefaret ödüyormuş gibi geldi bana; dükkânlarda, ofislerde, tarlalarda, her yerde. Brahmanların dört taraftan ateşle çevrili vaziyette güneşe karşı oturduklarını, alevlerin üzerinde baş aşağı asılı halde durduklarını, “boyunları bükük olduğundan boğazlarından ancak sıvıların geçebildiği ve yeniden doğal duruşlarına dönmeleri imkânsız hale gelene dek” omuzlarının üzerinden göğe baktıklarını, hayatlarını bir ağacın dibinde zincire vurulmuş vaziyette geçirdiklerini, uçsuz bucaksız imparatorlukları tırtıllar gibi sürüne sürüne geçtiklerini, sütunların tepesinde tek ayakları üzerinde dikildiklerini duymuştum. Ama bu bilinçli çekilen çileler bile her gün şahit olduklarımdan daha inanılmaz, daha hayret verici değildi. Herakles’in on iki görevi bile komşularımınkine kıyasla çocuk oyuncağıdır, en azından yalnızca on iki tanedir ve bir sonu vardır. Oysa komşularımın bir canavarı yakalayıp öldürdüklerini ya da herhangi bir işi bitirdiklerini hiç görmedim. Bu insanların Hydra’nın1 boynunun kızgın demirle dağlanmasını akıl eden İolaus2 gibi arkadaşları yok, hatta kesilen başın yerine iki tane birden çıkıyor.
Kimi kasabalılar, gencecik adamlar görüyorum; kendilerine çiftlikler, evler, ağıllar, büyükbaş hayvanlar ve tarım araç gereçleri miras kalmış, ne talihsizlik; çünkü bunlara sahip olmak bunlardan kurtulmaktan çok daha kolaydır. Bir otlakta doğup bir kurt tarafından emzirilseler daha hayırlı olurdu, hangi tarla için ter dökeceklerini daha iyi görürlerdi. Kim onları toprağın kölesi haline getirdi? İnsan kendi payına düşen pisliği yemekle lanetlenmişken, onların payına neden altmış dönüm düştü? Neden doğdukları andan itibaren mezarlarını kazmaya mecbur oldular? Layığınca yaşamalı, kendilerine sunulanı reddetmeli ve ellerinden geldiğince geçinip gitmeliler. Yirmi beşe on beş büyüklüğünde, pislik içindeki bir ağılın, ekip biçilecek yüz dönümlük tarlanın ve otlakların yüküyle ezilen, hayat yolunda sürünen öyle çok zavallıyla karşılaştım ki! Tanrı’nın lütfundan nasibini almamışlarsa böyle kendilerine miras kalmış gereksiz sorumluluklarla uğraşmazlar; karınlarını doyurup nefislerini köreltmek tek uğraşlarıdır.
Ama insanlar yanlış yere emek harcıyor. İnsanın en iyi hali, çok geçmeden toprağa gömülüp gübre oluyor. Adına mecburiyet denilen bir kaderle bütün insanlar çalıştırılıyor, eski bir kitabın dediği gibi kurtlanıp çürüyecek ve sonunda hırsızların eline geçecek bir hazine biriktiriyor. Eğer bir insan bunu hayatının sonunda fark ettiyse, budalaca yaşamış demektir. Deukalion ve Pyrrha’nın1 başlarının üstünden geriye doğru taşlar fırlatarak insanları yarattığı söylenir:
Inde genus durum sumus, experiensque laborum,
Et documenta damus qua simus origine nati.
Ya da Raleigh’in3
gümbür gümbür kafiyeleriyle söylediği gibi,
O gün bugündür katıdır işte yüreklerimiz, dertle
kedere katlanır.
İşbu ispattır ki, taştan yaratılmıştır bedenlerimiz.
Budalaca bir kehanete körü körüne öylesine itaat ediyorlar ki, başlarının üstünden geriye doğru fırlattıkları taşların nereye isabet ettiğini görmüyorlar bile.
Bu nispeten özgür ülkede bile, çoğu insan sırf ihmal veya yanlış anlama sebebiyle hayatın düzmece dertlerine ve eften püften işlerine öyle gömülmüşler ki, hayatın olgun meyvelerini bile toplayamıyorlar. Irgat gibi çalışmaktan nasırlaşmış titrek parmakları bunu beceremiyor. Aslında, çalışan insanın onurlu bir yaşam sürecek vakti günden güne azalıyor, diğer insanlarla doğru düzgün ilişkiler kuramıyor, bu emeğinin değerini düşürüyor. Bir makineden başka bir şey olmaya vakti yok. Bilgisini sıklıkla kullanan biri, gelişmeye muhtaç cehaletini nasıl hatırlayabilir ki? Onu yargılamak yerine ara sıra karşılık beklemeksizin beslemeli ve giydirmeli, dostluk gösterip iyileştirmeliyiz. Yaradılışımızın en güzel özellikleri, tıpkı çiçeğe durmuş tomurcuklar gibi ancak nazikçe ele alınarak korunabilir. Fakat ne kendimize ne de bir başkasına bu kadar hassas davranıyoruz.
Hepimizin bildiği üzere bazılarınız yoksul, güçbela geçiniyor, zar zor nefes alıyor. Bu kitabı okuyanların bir kısmının bugüne dek yedikleri yemeklerin, eskimeye yüz tutmuş ya da çoktan eskimiş ceket ve ayakkabıların parasını ödeyemeyecek olduğundan ve bu sayfaya dek alacaklılarından bir saati ödünç alarak veya çalarak geldiklerinden eminim. Deneyimlerimden öğrendiğim kadarıyla pek çoğunuzun acımasız ve ürkek hayatlar yaşadığınızı, daima bıçak sırtında olduğunuzu, iş bulmaya ve borçlarınızdan kurtulmaya çalıştığınızı, Latinlerin –paraları pirinçten yapıldığı için– aes alienum, yani başkasının pirinci dedikleri bu kadim bataklıkta yaşadığınızı ve öldüğünüzü ve başkasının pirinciyle gömüldüğünüzü, daima ödemeye söz verdiğinizi, yarın ödemeye söz verip bugün acz içinde öldüğünüzü, dalkavukluk yaparak birilerinin gözüne girmeye çalıştığınızı, hapis cezası olan suçlar dışında türlü şekillerde, yalan söyleyerek, yalakalık ederek, oy vererek, kendinizi bir nezaket kılıfına sıkıştırıp ya da hülyalı bir cömertlik havası estirerek komşunuzdan ayakkabılarını, şapkasını, ceketini yapma, eşyalarını taşıma, alışverişini halletme izni kopardığınızı, hastalık izniniz sırasında ister eski bir sandığa, ister duvarın sıvasının arkasındaki bir zulaya ya da daha emniyetli biçimde tuğla yığınının arasına az çok fark etmeksizin bir şeyler saklamak için kendinizi hasta edip yataklara düştüğünüzü biliyorum.
Diyebilirim ki bazen, Zenci Köleliği denen bu yabancı ve berbat esaret biçimini, hem Kuzey’i hem de Güney’i esir eden pek çok hevesli ve kurnaz efendiyi kabul edebilecek kadar sersem olmamıza hayret ediyorum. Kuzeyli bir amire bağlı çalışmak kötü, Güneyli bir amire bağlı çalışmak daha da kötü, fakat en kötüsü insanın kendi kendisine amirlik taslayıp köle gibi çalıştırması. Bir de insanın kutsallığından bahsederler! Yoldaki yük arabacısına, gece gündüz pazara mal taşıyana bakın, kutsallıktan payını almış mı? En ulvi görevi atlarını besleyip onlara su vermek! Taşımacılıktan ettiği kâr düşünüldüğünde bu adamın kaderinin bir anlamı var mıdır? Arabasını Efendi Ağa için sürmüyor mu? Ne kadar ilahî, ne kadar ölümsüz olabilir ki? Nasıl suspus olup sinsice davrandığına, gün boyu nasıl içten içe korktuğuna bir bakın, bu adam ne ilahî ne de ölümsüzdür, kendi eylemlerinin sonucunda kazandığı şöhretle kendi düşüncelerinin kölesi ve mahkûmu olmuştur. Kendi düşüncelerimiz, diğerlerinin düşüncelerine nazaran çok daha zalimanedir. Kişi kendisi hakkında ne düşünürse, kaderini belirleyen, ya da gösteren de odur. Bireysel özgürleşme, Wilberforce’un1 güya hayal gücü ve fanteziyi götürdüğü Batı Hint adalarında bile söz konusu olmayabilir. Ayrıca, sanki yarınlar yokmuş gibi, masumca kaderlerine katlanıp kırlent işleyen hanımefendileri düşünün. Sanki ebediyeti incitmeden zaman geçirmek mümkünmüş gibi.
İnsanların çoğu hayatlarını sessiz bir ümitsizlik içinde sürdürüyor. Tevekkül de bu ümitsizliğin tasdik edilmesinden başka bir şey değil; ümitsizlik içindeki şehirlerden ümitsizlik içindeki taşraya gidip vizonların ve misk sıçanlarının cesaretiyle teselli bulmak. İnsanlığın oyunlarında ve eğlentilerinde bile gizliden gizliye, tipik ama gayriihtiyari bir ümitsizlik var. Ama içlerinde oyunlar yoktur bu insanların, çünkü iş eğlenceden önce gelir. Gelgelelim, ümitsiz davranmamak bilgeliğin şanındandır.
İlmihallerde yazdığına göre, insanın başlıca amacı, olan şeyin ne olduğuna, hayatın hakiki ihtiyaç ve vasıtalarının ne olduğuna bakacak olursak, insanlar ortak yaşam tarzını diğerine tercih etmek suretiyle kasten seçmişler. Fakat asıl düşündükleri başka seçeneklerinin olmadığıdır. Ancak doğuştan uyanık ve sağlıklı olanlar, güneşin ne olursa olsun doğduğunu hatırlarlar. Önyargılarımızdan vazgeçmek için asla çok geç değildir. Ne kadar kadim olursa olsun, kanıtı olmaksızın hiçbir düşünce ya da eyleme güvenilemez. Bugün herkesin doğru diye bağıra çağıra haykırdığı ya da sessizce göz yumduğu şeyin yarın yanlış olduğu, kimilerinin tarlalarına bereket getirecek yağmur için bir buluta bel bağlamalarının safiyane bir düşünce sayıldığı ortaya çıkabilir. İnsan, eskilerin yapamazsın dediği bir şeyi deneyip yapabileceğini görebilir. Eskilerin eylemleri eski eylemlerdir, yenilerinse yeni. Belki de eski insanlar ateşi söndürmemek için yakıtla beslemek gerektiğini bilmiyorlardı, yeni insanlarsa tencerenin altına küçük ve kuru bir odun koydular. Sonra dünyanın etrafını kuşlar gibi hızla turladılar; tabiri caizse eskilerin çanına ot tıkadılar. Yaşın bir önemi yoktur, örneğin bir öğretmen için yaşından çok donanımı önemlidir çünkü yaşın kaybettirdikleri kazandırdıklarından çoktur. En bilge adam bile yaşadıklarından mutlak surette bir şey öğrenmiş midir, emin olunamaz. Sahiden de, yaşlıların gençlere verecek pek mühim de bir nasihati yoktur, kendi tecrübesi sınırlıdır, hayatları da kendilerine göre şahsi sebeplerle sefil bir başarısızlıktan ibarettir. Ve içlerinde bu tecrübeye ters düşen bir parça inanç kalmışsa o da eskisine nazaran daha az genç olduklarıdır. Neredeyse otuz yıldır bu gezegende yaşıyorum ve büyüklerimden kıymetli ya da en azından samimi bir tavsiyenin t’sini bile duymuş değilim. Bana hiçbir şey söylemediler, muhtemelen işe yarar bir şey söyleyemezler. İşte hayat, benim tarafımdan büyük ölçüde kat edilmemiş bir tecrübe, ama başkalarının tecrübe etmiş olmasının da bana bir faydası yok. Kıymetli olduğunu düşündüğüm herhangi bir tecrübem varsa da akıl hocalarımın bunun hakkında hiçbir şey söylemediğinden eminim.
Çiftçinin biri bana dedi ki: “Sırf sebze yiyerek yaşayamazsın, çünkü kemiklerin gelişmez.” Bu yüzden kendisi hiç sektirmeden gününün bir kısmını kemiklerine hammadde temin etmeye ayırır, sebzeden yapılmış kemikleriyle bütün engelleri aşarak hem çiftçiyi çekip hem de sabanı süren öküzlerinin arkasından ilerlerken konuşur durur. Bazı şeyler kimi yerlerde –bilhassa çaresiz ve hastalıklı olanlarda– hayati ihtiyaçken kimi yerlerde lüks sayılır, kimi yerlerdeyse adları bile duyulmamıştır.
Kimisine insan yaşamının bütün esasları; hem inişler hem de çıkışlar, hatta meşgul olunabilecek her şey önceki kuşaklar tarafından ele alınıp halledilmiş gibi gelir. Evelyn’e1 göre “Bilge Süleyman, ağaçların arasındaki mesafenin ne kadar olacağına dair ferman vermiş, Romalı sulh hâkimleri komşunun bahçesine düşen meşe palamutlarını toplamak için ne sıklıkla komşunun bahçesine izinsiz girilebileceğini, ne kadar payın komşunun hakkı olduğunu karara bağlamıştır.” Hatta Hippokrates, tırnaklarımızı nasıl keseceğimize dair talimatlar vermiştir, parmak uçlarından ne kısa olmalıdır ne de uzun. Şüphesiz hayatın çeşitliliğini ve neşesini tükettiğini varsayan bıkkınlık ve usanç Âdem’e dek uzanmaktadır. Ama insanın kapasitesi ölçülebilmiş değildir, bu sebeple henüz pek az şey denenmişken emsalleriyle kıyaslayarak insanın neler yapabileceğini kestirmemiz mümkün değildir. Şimdiye kadarki başarısızlıkların her ne olursa olsun, “Üzülme çocuğum, yapamadığın şeylerin hesabını senden kim soracak?”
Hayatımızı binlerce basit imtihanla tecrübe edebiliriz, mesela benim fasulyelerimi olgunlaştıran güneşin, bizimki gibi başka dünya sistemlerini de aynı anda aydınlatması gibi. Bunu aklımda tutsaydım, bazı hatalardan kaçınabilirdim. Fasulyeleri dikerken üstümüze düşen ışık bu değildi. Yıldızlar, harikulade üçgenlerin uç noktalarıdır! Evrenin çeşitli yerlerindeki hangi uzak ve farklı varlıklar aynı anda aynı şeyi düşünüyorlardır! Doğa ve insan yaşamı, muhtelif anayasalarımız kadar çeşitlidir. Hayatın bir başkasına ne sunduğunu kim söyleyebilir? Bir an için birbirimizin hayatını birbirimizin gözlerinden görebilmekten daha büyük bir mucize gerçekleşebilir mi? Dünyanın bütün çağlarını bir saatliğine yaşayabilmeliydik, dünyanın bütün çağlarını! Tarihi, şiiri, mitolojiyi! Başkalarının tecrübeleri hakkında böylesine sarsıcı ve bilgilendirici bir şey hiç okuyamam herhalde. Komşularımın iyi dediği şeyin büyük bir kısmının kötü olduğuna gönülden inanıyorum ve eğer bir gün herhangi bir şeye tövbe edecek olursam, bu “iyi davranmak” olurdu. Hangi iblis beni ele geçirmiş ki böyle iyi davranıyorum? Sen ihtiyar, söyleyebileceğin en bilgece şeyi söyleyebilirsin, yetmiş yıl boyunca pek de onursuz yaşadığın söylenemez. Beni tüm bunlardan uzaklaştıran karşı konulamaz bir ses duyuyorum. Bir nesil, karaya oturmuş gemileri terk eder gibi eskilerin kurduklarını terk eder.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıWalden - Ya da Ormanda Yaşam
- Sayfa Sayısı352
- YazarHenry David Thoreau
- ISBN9789750758928
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Klas Duruş ~ Nuri Pakdil
Klas Duruş
Nuri Pakdil
Nuri Pakdil, ‘Klas Duruş’uyla okurlarını etkilemiş bir yazardır. İçinde bulunduğum kuşak ve şüphesiz bizden sonra gelecek kuşaklar da bu ‘Klas Duruş’tan nasipleneceklerdir. / Hatice...
- Deliliğe Övgü ~ Desiderius Erasmus
Deliliğe Övgü
Desiderius Erasmus
Yanlış yerde ve yanlış zamanda ortaya çıkan bilgelikten daha delice bir şey olmadığı gibi, orantısız ve dolayısıyla yanlış zekâdan daha ahmakça bir şey de...
- Biz Bu Dağın Çiçeğiydik… ~ Evrim Alataş
Biz Bu Dağın Çiçeğiydik…
Evrim Alataş
“Kimseye yaranamamak diye bir şey hakikaten varmış. (…) Bir yerde başka tepkiler, öbür yerde başka. Ne İsa ne Musa dedikleri bu olsa gerek. İki...