Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yetenek
Yetenek

Yetenek

Vladimir Nabokov

“Sevmediğin bir yerden ayrılırken incecik bir hüzün yaşadın mı hiç ey okur? Kalp kırılmaz sevdiğimiz nesnelerle vedalaşırken olduğu gibi. Islak bakış gözyaşını tutarak çevrede…

“Sevmediğin bir yerden ayrılırken incecik bir hüzün yaşadın mı hiç ey okur? Kalp kırılmaz sevdiğimiz nesnelerle vedalaşırken olduğu gibi. Islak bakış gözyaşını tutarak çevrede dolanmaz, sanki terk edilen yerden titrek bir yansımayı yanında götürmek ister gibi; ama ruhun en iyi köşesinde canlandırmadığımız, zar zor fark ettiğimiz ve işte sonsuza dek terk ettiğimiz eşyalara karşı bir üzüntü hissederiz.”
YETENEK

“Müphemliği, şairaneliği, kelime oyunları ve yapısal özgünlüğüyle, Yetenek Nabokov’un diğer eserleri için bir yol haritası niteliğindedir.”
Roger Boylan

Konusu ve üslubuyla erken dönem romanlarının en zengini.

Birinci Bölüm

Meşe – ağaç. Gül – çiçek.
Geyik – hayvan. Kırlangıç – kuş.
Rusya – vatanımız. Ölüm – kaçınılmaz.

– P. SİMİRNOVSKİ
Rusça dilbilgisi kitabı

Bulutlu ama aydınlık bir 1 Nisan günü, akşam saat beşe doğru, 192… yılında (bir keresinde, yabancı bir eleştirmen, çoğu romanın, sözgelimi bütün Almanca romanların bir tarihle başlamasına rağmen, sadece Rus yazarların –bizim edebiyatımızın kendine has dürüstlüğü sayesinde– birler basamağını söylemediğine dikkat çekmişti) Berlin’in batı kısmında bulunan Tannenberg Caddesi’nin yedi numaralı binasının önünde, çok uzun ve çok sarı bir yük arabası, hipertrofik arka tekerlekleri ve çok açık bir anatomisi olan sarı bir traktöre bağlanmış bir halde duruyordu. Arabanın önünde yıldız şeklinde bir vantilatör vardı, yan tarafına işletmeci firmanın ismi boylu boyunca, her biri (kare şeklinde bir noktayla birlikte) sol yandan kara boyayla gölgelendirilmiş birer arşın büyüklüğünde mavi harflerle yazılmıştı: Öteki boyuta geçmek için yapılmış vicdansız bir girişim. O sırada binanın önünde (benim de oturacağım) kaldırımda, belli ki mobilyalarını karşılamak üzere (benimse çantamda iç çamaşırından çok yazı karalamaları vardı) çıkmış iki kişi duruyordu. Rüzgârla hareketlenen, yeşille kahverengi arası keçe bir palto giymiş olan adam, uzun boylu, kalın kaşlı, sakalı ağarmış ve soğuk, yarı sönmüş bir puro ucunu hissizce tutan ağzının kıyısındaki bıyıkları kızıla çalan biriydi. Tıknaz ve genç sayılmayacak, çarpık bacaklı ve oldukça güzel, Çinli denebilecek bir yüze sahip olan kadınsa astragan bir ceket giymişti; etrafını saran rüzgârla fena sayılmayacak, ama küflü bir parfüm kokusu yayıyordu. İkisi de mavi önlüklü, enseleri kızarmış üç gencin onların eşyalarıyla yaşadığı mücadeleyi kıpırdamadan ve dimdik, sanki tartıda hile yapmaya hazırlanıyorlarmış gibi büyük bir dikkatle seyrediyorlardı ki gören eksik para üstü verilerek aldatılacaklarını sanırdı.

“İşte bir gün eski usül kalın bir kitap yazmaya böyle başlamalı,” diye düşündü. Bu cümlede hafif bir ironi vardı, fakat bu kesinlikle gereksiz bir ironiydi, çünkü içinden ondan bağımsız bir ses bütün bunları alıyor, yazıyor ve arşivliyordu. Daha bugün taşınmıştı, ilk kez hâlâ buranın sakinlerinin haline alışamamışken, bir şeyler satın almak için oraya buraya koşuşturmak zorunda kalmıştı. Caddeyi ve bütün muhiti tanıyordu: Çıktığı pansiyon biraz uzaktaydı; o vakte dek bu cadde onunla bağlantısız bir şekilde dönüyor, uzayıp gidiyordu, ama bugün birdenbire durmuş, yeni sakininin görüş alanında donup kalmıştı.

İki yanında, üstü sık kara dallarına gelecekteki yaprakların şemasıyla yerleşmiş yağmur damlalarıyla kaplı (yarın her damlada yeşil bir sürgün olacak), orta boyda ıhlamurlar, beş sajen genişliğinde ve alaca bulaca, elle döşenmiş (ayağa yumuşacık gelen) dümdüz ziftle kaplı kaldırımlarla uzanan cadde belli belirsiz fark edilen, postaneden başlayıp kilisede sona eren bir eğimle, bir mektup-roman gibi ilerliyordu. Tecrübeli bir bakışla orada günlük takıntı olacak, duygular için her gün yaşanan bir işkence olabilecek bir şey arandı, ama herhalde böyle bir şey çarpmadı gözüne, kurşuni bahar gününün dalgın ışığı da hem kuşkunun ötesindeydi hem de aydınlık havada ister istemez görünen farklı bir ayrıntı da vaat etmiyordu; her şey olabilirdi bu ayrıntı: binanın rengi, örneğin ağızda hemen tatsız bir yulaf, hatta helva tadı uyandıran o renk; her seferinde göze yayılarak uzanan mimari bir ayrıntı; kısa sürede yine alçı tozuna dönüşecek olan bir sarkıtın, bina heykelinin – payandanın değil– rahatsız edici yapmacıklığı; ya da silik mavi bir yazıyla bir köpekten bahseden bir el ilanının bir ağacın gövdesinde, paslı bir raptiyenin altında amaçsızca ve sonsuza dek kurtarılmış bir köşesi; ya da vitrindeki bir şey ya da sanki haykırmaya hazırmış gibi olduğu bir hatırayı bildirmekten son saniyede vazgeçen ama köşede asılı kalan bir koku – kendi kendinin arkasına saklanan bir sır. Hayır, böyle bir şey yoktu (hâlâ da yok), ama, diye düşündü, üç-dört çeşit dükkânın düzen sırasını boş bir vakitte incelemek ve bu düzenin kendine has bir kompozisyon yasası olduğu spekülasyonunun doğruluğunu onaylamak iyi olurdu, daha özel bir kaynaşma bularak, belli bir şehrin bir caddesi için ortalama ritmi hesaplamak mümkün olurdu – sözgelimi: tütüncü, eczane, manav. Tannenberg üzerinde bu üçü de ayrı ayrı duruyordu, farklı köşelerdeydi, ama belki de ritmin dalgalanışı burada da dinmemişti ve gelecekte, kortrapuana uyarak, yavaş yavaş (mekân sahiplerinin iflas etmesine ya da taşınmasına bağlı olarak) buluşmaya başlayacaktı: Manav, ilk yediye girmek için arkasına bakarak caddeyi geçecek, orada da eczaneden üç sonraki dükkân olacak –sanki bir reklam filminde karışık harflerin yerlerini bulması gibi– bu arada bir tanesi son anda biraz daha dönecek, telaşla ayağa kalkacak (komik karakter, yeni gelenlerin arasındaki vazgeçilmez Yaşka Meşok); böylece yanda bir yer boşalıncaya kadar bekleyecekler, sonra ikisi de tütüncüye göz kırpıp gel buraya, diyecekler; işte böylece hepsi de sıraya girmiş, tipik bir düzen oluşturmuş olacak. Tanrım, nasıl da nefret ediyorum bütün bunlardan, dükkânlardan, vitrin arkasındaki eşyalardan, satıcının bön suratından ve özellikle de pazarlık seremonisinden, önce ve sonra yaşanan tatlı nezaketlerin yalanından! Bu mütevazı fiyatların süzgün kirpikleri… alıp vermenin soyluluğu… mal reklamının insan sevgisi… bütün bunlar iğrenç bir iyilik taklidi – tuhaf bir şekilde iyileri yutan bir şey: Aleksandra Yakovlevna da bana tanıdık dükkânlardan alışveriş ederken, ahlâken özel bir dünyaya geçtiğini, o dünyada dürüstlük şarabından, karşılıklı yardımların lezzetinden mest olduğunu ve satıcının kızıl gülüşüne ışıl ışıl bir heyecan gülüşüyle yanıt verdiğini itiraf etti.

Gittiği Berlin tipi dükkânın belirleyici özelliği köşede üzerinde telefon olan bir sehpa, bir telefon rehberi, nergis dolu bir vazo ve büyük bir küllük olmasıydı. Onun içmeyi tercih ettiği Rus papiros ağızlıkları yoktu dükkânda ve tütüncünün sedef düğmeli benekli yeleği ve balkabağı renkli dazlağını fark etmese bir şey almadan çıkacaktı. Evet, hayat boyunca bana yapışıp kalan mallar için sürekli fazla para ödemek gibi gizli bir tazminat alacağım.

Eczaneye gitmek için köşeden karşıya geçerken kendini tutamayıp başını çevirdi (ışık şakağından sekerek parlamıştı) ve – bir gökkuşağı ya da bir gül karşısında yüzümüzde beliren o ani gülüşle– sanki ekran üzerindeki gibi, üzerinden kusursuz bir berraklıkla ağaç dallarının yansıması geçen bir aynalı dolabın, kör edici beyaz göğün paralel yüzünün bir kamyonetten bir ahşaba has şekilde değil, bu göğü, bu dalları, bu kaygan cepheyi taşıyanların doğasıyla ortaya çıkan insani titremeyle kayarak ve sallanarak indirildiğini gördü.

Dükkâna doğru yönelerek yürümeye devam etti, ama az önce gördüğü şey –ona akrabalara has bir mutluluk verdiği için mi yoksa sarstığı, dalgınlığını sildiği için mi (samanlıktaki tahtalardan hoş bir karanlığa düşen çocuklar gibi) bilinmez– onda tatlı, birkaç gündür her düşüncesinin dibinde karanlıkta kalan, en küçük bir titremede ona hâkim olan bir şeyi serbest bırakmıştı: şiir derlemem yayımlandı; ve zihni şimdiki gibi altüst olunca, yani daha yeni çıkmış elli şiirini hatırlayınca da, bir anda aklından bütün kitabı geçiriyordu, çünkü kitabın delice hızlı müziğinin bir anlık karanlığında ışıldayan dizelerin okura göre anlamı ayırt edilemiyordu – tanıdık sözcükler akıp giden köpüklerin içinde döne döne dile geliyordu (köpüklenme bakış ona dikilecek olursa güçlü bir akıntıya dönüşür, ona bir su değirmeninin sarsılan köprüsünden, köprü bir gemi güvertesine dönüşmeden az önce ona baktığımız zaman böyle olur: Elveda!) ve bu köpük, bu ışıltı ve kendi başına koşturup giden, vahşi bir mutlulukla uzaklara haykıran, belki de eve seslenen dize, bütün bunlar kapağın kremsi beyazlığıyla birleşince, sıradışı bir saflık mutluluğu duygusu halinde kaynaşıyordu… “Ne yapıyorum!” diye kendine geldi, çünkü az önce tütüncüden aldığı para üstünü, altında batık altın rengi yassı şişelerin göründüğü cam tezgâhın ortasındaki lastik tablanın üzerine bırakmak olmuştu yaptığı ilk şey, bu yüzden de daha adını bile söylemediği bir eşyanın parasını ödeyen bu dalgın ele merakla yönelen tezgâhtar kadın onun bu uçarılığına küçümseyici bir bakışla yanıt vermişti.

“Badem sabunu alabilir miyim lütfen?” dedi o da kendinden emin bir tavırla.

Sonra, yine uçar adımlarla, eve döndü. Çocuklar tarafından yeri değiştirilmiş gibi görünen açık mavi üç sandalye sayılmazsa, kaldırımda kimse yoktu. Kamyonetin içindeyse kahverengi küçük bir piyano duruyordu, kapağı açılmasın diye bağlanmıştı ve iki küçük metal ayağı yukarı kaldırılmıştı. Merdivenlerde bacaklarını yayarak aşağı inen kamyoncularla karşılaştı, yeni dairenin kapısını çalarken, yukarıdan gelen konuşma seslerini ve çekiç darbelerini işitti. Onu içeri alan evsahibesi anahtarı odasına bıraktığını söyledi. Bu iriyarı, yırtıcı Alman kadının tuhaf bir ismi vardı; Clara Stoboy diyorlardı ona, Rusça bir öntakıya olan hafif benzerlik ona duygusal bir sağlamlık katıyordu.

İşte sabırlı valizin beklediği ince uzun oda… ve kaygısız ruh hali birden değişiyor: Tanrı kimseye bu küçük düşürücü korkunç sıkıntıyı vermesin – yeni evin boğucu esaretini kabullenmeye karşı çıkış, kesinlikle yabancı eşyaların gözü önünde yaşamanın imkânsızlığı, bu divanda uykusuzluk çekmenin kaçınılmazlığı!

Bir süre pencerenin kıyısında durdu: gök yoğurt kaymağı gibiydi; bazen orada, kör güneşin aktığı yerde, opal çukurlar beliriyordu ve o zaman aşağıda, kamyonetin gri yuvarlak çatısında büyük bir hızla belirmeye başlıyor, ama cisimlenemeden kayboluyordu ıhlamur dallarının ince gölgeleri. Karşıdaki bina yarı yarıya ağaçların arkasında kalmıştı, kerpiç cephenin sağlam kısmı bir pencereden çıkan sarmaşıkla kaplanmıştı. Ön bahçeyi ikiye ayıran geçidin derinliklerinde zemin altındaki bir odanın siyah tabelası görünüyordu.

Manzara kendi kendine duruyordu, oda da kendi kendine duruyordu; ama şimdi bir aracı bulunmuştu ve artık bu manzara tam da bu odadan görünen manzara olmuştu. Görülünce daha iyi olmadı. Duvar kağıdının mavimsi lalelerinin üzerindeki soluk sarıyı bir bozkır enginliğine çevirmek zor olurdu. Yazı masasının ıssızlığı, üzerine ilk dizeler yerleşmeden önce uzun zaman bekleyecekti. Ve yola çıkmaya hazır hale gelene kadar koltuğun üstüne ve kıvrımlarına çok uzun süre kül dökülecekti.

Evsahibesi onu telefona çağırmak için geldi ve o ağırbaşlılıkla omuzlarını kabartarak, kadının peşinden salona gitti. “Öncelikle,” demişti Aleksandr Yakovleviç, “sayın bayım, pansiyonunuzda yeni numaranızı söylemek konusunda neden böyle isteksiz davranıyorlar? Bir gürültü kopararak çıktınız, değil mi? İkincisi, sizi tebrik etmek istiyorum… Nasıl – bilmiyor musunuz? Yemin eder misiniz?” (“Hâlâ bilmiyor,” diye seslendi Aleksandr Yakovleviç telefonun dışındaki birine). “Peki, öyleyse kendinize hâkim olup dinleyin, okuyorum: Bugüne dek tanınmayan Fyodor Godunov-Çerdıntsev adlı yazarın yeni çıkmış olan şiir kitabı, bizce o kadar parlak bir şey ki yazarın şiir yeteneğine hiç kuşku yok. Ne diyeceğim, burada keselim, siz akşamleyin bize gelin, bütün makaleyi okursunuz. Hayır, sevgili Fyodor Konstantinoviç, şimdi bu makeleyi kimin yazdığını da hangi göçmen Rus gazetesinde yayımlandığını da söylemeyeceğim, asla – ama şahsi fikrimi bilmek isterseniz, gücenmeyin ama sizi aşırı övüyor. Tamam mı, geliyor musunuz? Harika. Bekleyeceğiz.”

Ahizeyi asarken az kalsın sehpada duran, üzerine iple kurşunkalem bağlanmış çelik yayı düşürüyordu; tutmak istedi ama o anda devirdi; sonra kalçasını büfenin köşesine çarptı; sonra gelirken cebinden çıkardığı papirosunu düşürdü; ve sonunda, nereye açılacağını hesaplamadan kapıyı çaldı, çünkü koridordan süt kabıyla geçen Bayan Stoboy soğuk bir sesle “ups!” demişti. Ona soluk sarı üzerine mavimsi lalelerle bezeli elbisesinin çok güzel olduğunu, kıvrık saçlarının ayrımının ve yanaklarının titrek gamzelerinin onu George Sandvari bir görkeme kavuşturduğunu; salonunun mükemmelin de ötesinde olduğunu söylemek istiyordu; ama aydınlık bir gülümsemeyle yetindi ve kedinin peşinden gitmekte pek acele etmeyen kaplan kuyruğuna basmaktan son anda kurtuldu, ama sonuçta böyle olacağından, Petersburg, Moskova, Kiev’i terk etmiş birkaç yüz edebiyat meraklısı şahsında, dünyanın zaman içinde onun yeteneğini kabul edeceğinden hiç kuşkusu yoktu.

Önümüzde Şiirler isimli ince bir kitap duruyor (son yıllarda yine yeni çıkmış, “ay rüyalarından” Latince simgelere dek yeni markalarda mecburi hale gelen türden sade bir frak kuyruğuyla), içinde yaklaşık elli tane on iki dizelik, hepsi aynı temaya, çocukluğa adanmış şiir var. Onları sofu bir tavırla yazarken, yazar bir yandan hatıralarını, daha çok da, herkesin çocukluğuna özgü olabilecek özellikleri ayıklayarak genellemeye çalışmış, imgesel apaçıklığı buradan geliyor; diğer yandan, şiirlerde gerçekten olan şeylere, tümüyle ve bir şey katmadan yer vermeye çalışmış, imgesel arınmışlıkları da buradan geliyor. Aynı zamanda hem oyunun idaresini kaybetmemek için hem de oyuncu konumundan çıkmamak için büyük çaba harcaması gerekmiş. Esin stratejisi ve akıl taktiği, şiirin bedeni ve saydam düzyazının hayaleti – işte genç şairin eserinin karakteristikleri için bize oldukça doğru görünen tanım bu. Böylece anahtarı çevirdikten ve kitabını eline aldıktan sonra, onunla birlikte divana çöktü; onu yeniden okumalıydı hemen, heyecanı sönmeden, bu şiirlerin yüksek kalitesinden tek başına emin olmak ve zeki, sevecen, hâlâ bilinmeyen yargıçların ona vereceği yüksek değerin bütün ayrıntılarını önceden tahmin etmek için. Ve şimdi, onları gözden geçirip onaylarken, kısa süre önce, bir anlık bir fikirle bütün kitabı taradığı zaman yaptığı çalışmayı bu kez tersine yapıyordu. Şimdi bir kübün içindeymiş gibi, dört yönünden tuhaf, hafif bir köy havası, insanı akşama doğru yorgun düşüren bir köy havası havalanmış olan şiirleri tek tek gözden geçirdi. Başka deyişle, okurken, içinden bu şiirleri süzmek için belleğinde bir zamanlar toplanmış olan bütün o malzemeyi yeniden kullandı ve her şeyi, her şeyi, geri dönen bir yolcunun bir yetimin gözlerinde sadece onun annesinin gençliğinde tanıdığı gülüşünü değil, ucunda sarı bir açıklık olan patikayı ve bir sıranın üzerindeki kahverengi yaprağı da görmesi gibi yeniden kurdu. Derleme “Kayıp Top” şiiriyle açılıyordu ve yağmur başlayacak gibi hissettiriyordu. Yoğun bulutlu bir akşam, bizim kuzeyli çamlarımızla birlikte evin çevresine toplanan akşamlardan biri. Patika geceleyin parktan dönmüştü ve girişi kararmıştı. İşte beyaz panjurların izleri odayı dışarıdaki karanlıktan ayırıyor, odadaki eşyaların daha aydınlık kısımları, çaresizce kararmış bahçede farklı yüksekliklere ayrı ayrı yerleşiyor. Artık uykuya çok kalmamış. Oyunlar tembelleşmiş ve kibarlıktan çıkmış. Kadın yaşlı ve üç zahmetli hareketle dizlerinin üzerine çökerken acıyla inliyor.

Top yuvarlandı dadımın komodininin
altına ve yerde bir mum
gölgenin ucundan tutmuş çekiyor
oraya, buraya ama top yok.
Sonra oradaki eğri ocak sürgüsü
devrilip takırdıyor boş yere
ve bir düğme kopuyor,
yarım kek beklerken.
Ama işte kendisi sıçrayarak çıkıyor
titrek karanlığa,
bütün odayı geçip gidiyor
erişilmesi imkânsız tahtın altına.

Neden pek hoşnut değilim bu “titrek” sıfatından? Ya da kuklacının dev eli birdenbire, büyüklüklerine gözü inandırmayı başardığı şeylerin arasında mı belirdi (bu yüzden mi seyircinin gösterinin sonundaki o ilk “Ben böyle korkunç şekilde nasıl büyüdüm?” hissinin sebebi de bu mu)? Sonuçta oda gerçekten titriyordu ve bu titreşim, ateş alınıp götürüldüğü zaman gölgelerin duvarda karman çorman hayali ya da dadı oval ve dengesiz bambu (genişliği sağlamlığıyla ters orantılı olan) paravanla boğuştuğu zaman tavanda bir canavar gibi hareket eden hörgüçlü gölgeden bir deve demek – bütün bunlar hatıralar arasından en eski, aslına en yakın olanları. Sık sık bu orijinale sorgulayıcı bir fikirle yaklaşıyorum, yani o ters hiçliğe, o delikanlının puslu hali bana hep korkunç bir hastalıktan sonraki yavaş iyileşmeyi hatırlatıyor, ezeli yokluktan düşüşü, ben belleği bu karanlığı yutmak ve onun derslerinden yararlanarak geleceğin karanlığına adım atmak için son noktasına kadar zorladığım zaman, ona yaklaşmak halini alan düşüşü; ama baş aşağı kendi hayatı olunca, yani doğumum ölümüm olunca, bu ters ölümün sınırını hiç de sınırsız dehşete, dediklerine göre, doğal sonundan önce yüz yıllık ihtiyarın bile yaşadığı o dehşete karşılık gelen bir şey göremiyorum, belki bahsettiğimiz gölgelerden, gitmek için mumu kaldırdıkları zaman aşağıda bir yerlerden kalkıp gelen gölgelerden başka bir şey yok (bu arada, yatağın ayaklığındaki sol kürenin gölgesi kara, yürürken sallanan bir baş gibi), hep aynı konumu alıyorlar benim çocukluk yatağımın üzerinde …

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Çarpık Dünya ~ Vladimir NabokovÇarpık Dünya

    Çarpık Dünya

    Vladimir Nabokov

    Ortalama İnsan partisini kurduğunda bir tür küçük saray ahalisi ve korumaları onu karşılamak için ordaydı. Takipçilerinin her birinin küçük bir kusuru ya da bir...

  2. Karanlıkta Kahkaha ~ Vladimir NabokovKaranlıkta Kahkaha

    Karanlıkta Kahkaha

    Vladimir Nabokov

    Nabokov’un Berlin dönemi romanlarından biri olan bu kitap, bir eleştirmenin deyişiyle, “zalimane bir başeser”dir; okuru, en “fotoroman” bir durumdan, şu “insanlık komedyası” denen şeyin...

  3. Ada ya da Arzu ~ Vladimir NabokovAda ya da Arzu

    Ada ya da Arzu

    Vladimir Nabokov

    Ada, Adoçka, Duşka! Vaniada, Nevada, Theresa! Voltemand, Vaskö dö Gama! Vaniçka, Adalucinda! Vandemonian, Ladore! Adore, Ada, Hades! Ada ya da Arzu’da Nabokov okura, hafızamız...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Aşk Ölümden Uyanıştır ~ Tess GerritsenAşk Ölümden Uyanıştır

    Aşk Ölümden Uyanıştır

    Tess Gerritsen

    O, sadece gerçeği istiyordu… katil ise onu yok etmeyi… Önce hayatını birleştireceği insan tarafından düğün günü terk edildi, ardından henüz yaşadığı şoku atlatamamışken büyük...

  2. Bakir İntiharlar ~ Jeffrey EugenidesBakir İntiharlar

    Bakir İntiharlar

    Jeffrey Eugenides

    ‒Senin burada ne işin var tatlım? Hayatın ne kadar kötüleşebileceğini bilecek yaşta değilsin. ‒Hiç on üç yaşında bir kız olmadığınız anlaşılıyor doktor. Cecilia, Therese,...

  3. Kumsal ~ Cesare PaveseKumsal

    Kumsal

    Cesare Pavese

    İlk kez 1942 yılında yayımlanan Kumsal, okurları İtalya’nın sayfiyesine davet ediyor: Romanını evli bir çift, onların yakın dostu ve arkadaşları ekseninde öyküleyen Pavese, odağına...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur