18. yüzyıl, müziğin ve sahne ışıklarının büyüsü altında, efsanevi bir aşka ev sahipliği yapmıştır. Otuz yaşındaki Wolfgang Mozart, genç, İngiliz soprano Anna Storace ile, hayatta kendini en mutlu hissettiği yerde, sahnede tanışır. En kıymetli hazinesini, notalarını onunla paylaşır. Aralarında engellenemez bir şekilde büyüyen ve Mozart’ın müziğinde yankılanan aşkın yaşanması ise yasaktır. Çünkü ikisi de başka insanlarla evlidirler. Onlar için, dünya üzerinde buluşabilecekleri tek yer, Mozart’ın, Anna söylesin diye yazdığı aryalardır.
“Bu duygu dolu ve Vivien Shotwell’in yetenekli kaleminden çıkmış şiirsel hikâyeyi okurken, hem sahne dünyasının sihirli atmosferinde kaybolacak hem de tarihin önemli bir dönemine şahitlik edeceksiniz.”
Publishers Weekly
***
Kastrato1
Öncelikle nefes alıp verişi ve duruşu, sonra da sesinin gücü hakkında konuştu. Sakin ve yumuşak hareketlerle, nefesini nasıl kullanması gerektiğini gösterdi. Söylediğine göre, kendisinin önceden aldığı eğitimin aynını uygulamaları mümkün değildi; ama eğer Anna yeterince çabalarsa, o da elinden gelenin en iyisini yapacaktı. Anna çabalayacağını söyledi.
Öğretmeni nefesini verirken, Anna saniye saniye saydı. Kendisi uzun süre dayanamamış olsa da, bu, günün birinde üstesinden gelinebilecek bir başarısızlıktı. Öğretmeni sonra ‘messa di voce’yi, sesin yer değişimini, yani tek bir notayı en yumuşak ve pes tondan, en yüksek ve tiz tona kadar derece derece çıkarıp düşürmeyi gösterdi ona. Anna, bunda da başarısız oldu; ama çoktan öğretmeninin etkisi altına girmiş, her şeyi öğrenme ve en iyisini yapma isteği ateşlenmişti içinde. Bu tıpkı akrobat olmak gibi, dedi Rauzzini; er ya da geç uçmayı öğrenecekti. Zaten daha şimdiden ondan oldukça memnundu, yeteneğine ve çabuk kavrama kabiliyetine övgüler dizdi. Zamanla önce iki notalı, sonra üç notalı gamlara başlayacaklar, sonra tek nefeste mümkün olduğunca çok ses tonunu çıkarabilmeyi içeren çalışmalara geçeceklerdi. Anna şimdiye dek kendini hiç bu kadar coşkulu ve hayat dolu hissetmemişti. Kendinden geçmiş gibiydi. Rauzzini pek şarkı söylemezdi, ama söylediği zamanlarda sesi Anna’nın tüm benliğini ele geçirirdi. O anlarda ruhu neşeyle ve hayatla dolmuşçasına genişler ve hem bu kadar çok heyecanlanmış olmasına anlam veremez, hem de neden daha fazla heyecanlanamadığına şaşırırdı.
Sene 1776’ydı. İsmi Anna Selina Storace’ydi. On bir yaşındaydı. Arp ve gitar çalıyor, duyduğu her şarkıyı söyleyebiliyordu. Ağabeyi Stephen bir keman dehasıydı, konservatuarda okuması için Napoli’ye gönderilmişti. Babası, yirmi yıl boyunca Londra’da yaşayan ve Marylebone Bahçeleri2 için İtalyan operetlerini İngilizce’ye çevirip aranje eden İtalyan bir kontrbasçıydı. Hep para kaybedip, umudunu hiç kaybetmeyenlerdendi. Karısı Elizabeth, Londra’nın hemen dışında yer alan Marylebone’daki bir işletme sahibinin kızıydı. Burası Vauxhal ya da Ranelagh gibi lüks ve gösterişli bir yer olmasa da, kendi bahçelerinden toplanan meyvelerle yapılan meyveli turtalar; yağı ve kreması, tiyatronun hemen arkasındaki çimenlerde otlayan ineklerden günlük olarak sağılan sütten elde edilen cheesecake’ler gibi, Trusler ailesinin, kendine has köy lezzetlerinin sunulduğu, keyif veren bir eğlence ve dinlence yeriydi. Kahvaltılar, kutlamalar ve havai fişek gösterilerinin yapıldığı bu yerin patronları, çok varlıklı insanlar olmasalar da, yoksul oldukları da söylenemezdi.
Anna kendini bildi bileli, babasının Marylebone için hazırladığı operetlerde şarkı söylüyordu. Herkesi memnun etmek isteyen hayat dolu ve zeki bir çocuktu. İri ve koyu renk gözleri, çoğu yetişkinde olmayan keskin bir zekâ ve duygu derinliğine sahipti. Kaim telli, koyu renk kıvırcık saçları bir çingeneyi andırdığı için, Bayan Storace’ı büyük bir kedere sokmuştu. Vücudu küçük ve kırılgandı ve tıpkı varlıklı olduğu zamanlarda, Fransız bir dansçıdan dersler alan annesi gibi, kendini çok alımlı bir şekilde taşırdı.
Venanzio Rauzzini ile yapacağı ilk dersten önceki gece, Anna güçlükle uyumuştu. Her on beş dakikada bir uyanmış ve kalkma vaktinin gelip gelmediğine bakmıştı. Ama her seferinde, kendinden başka herkesin derin uykuda olduğu gecenin karanlığı onu karşılamıştı. Kalbi deli gibi atıyor ve heyecanından ayaklarından alevler fışkırıyordu. Nihayet hava aydınlandı ve Bridget’in günlük ev işlerine başladığını duydu.
“Erkenden uyanmışsın,” dedi Bridget.
Anna kadına ciddi bir ifadeyle baktı. “Bugün hayatımın en önemli günü.”
“O halde daha çok uyumuş olman gerekirdi tatlım,” dedi Bridget ama bir yandan ona hazırladığı tereyağlı ekmeği uzatarak yanında kalmasına izin verdi.
Tıpkı gece gibi o sabah da bir türlü geçmek bilmemişti; ama sonra bir anda üstünü giyip hazırlanma ve babasıyla birlikte Rauzzini’nin Covent Garden’daki evine gitme vakti geldi. Kastrato’nun dairesine girdikleri anda, üç küçük köpek koridordan hızla koşarak onları karşılamak üzere yanlarına geldi. “Köpekleri olabileceğini hiç düşünmemiştim,” diye fısıldadı Anna.
“Onun hiç çocuğu yok,” dedi babası, büyük bir keyifle ve kafasına küçük gelen peruğunu çekiştirerek. Duvarlar aynalarla kaplıydı. Anna kılıksız görünüyor olmaktan korktu. Hizmetçi heybetli iç kapıları açtığında köpekler, tüm dekorasyona kırmızı rengin hâkim olduğu konuk odasına onlardan önce daldı. “Hoş geldiniz,” dedi Venanzio Rauzzini, içtenlikle misafirlerini karşılamak için onlara dönerek.
İtalyanca konuşuyordu, sevimli ve güçlü bir ses tonuna sahipti. Bütün parmaklan yüzükle doluydu; göğsünde ise anka kuşu şeklinde bir broş vardı. Açık mavi bir ceket ve değerli taşlarla süslenmiş ayakkabılar giymişti. İri ve ağır gözkapakları yüzüne hem sakin hem hayalci bir ifade katıyordu. Yuvarlak yüzü ise bir erkek çocuğununki kadar pürüzsüzdü. Bununla birlikte oldukça yapılı bir vücuda, geniş omuzlara ve güçlü, uzun kol ve bacaklara sahipti. Yine de kendini öyle güzel ve gururla taşıyor, öyle bir zarafetle hareket ediyordu ki, sahip olduğu ünün de etkisiyle, herhangi bir odaya girdiğinde bütün bakışları hayranlıkla üzerine çekmesi işten bile değildi.
“Daha çok küçükmüşsün.”
“Sadece küçük gösteriyorum. Neredeyse on bir yaşındayım,” diye karşılık verdi Anna.
“Sahi mi?” dedi Rauzzini ve içtenlikle gülümsedi. “Ben en fazla on yaşındasındır diye düşünmüştüm. Pekâlâ, o halde benimle gel. Babanı benim ufaklıklarla baş başa bırakalım. Eğer istersen sonra sen de onlarla oynayabilirsin. Buraya ta Münih’ten geldiler.”
Anna, müzik odasına kadar onu takip etti. Oda hem kitap hem tarçın kokuyordu ve bu hava onun hemen rahatlamasını sağlamıştı. Burası ait olduğu yerdi; burası, amaçları ve öğretmeniyle birlikte kendini evinde hissettiği yerdi. Rauzzini, onun ihtiyacı olan tüm bilgiye sahipti; Anna’nın tek yapması gereken, onu dünyadaki tüm kızlardan daha zeki ve parlak biri olduğuna ikna etmekti.
Storace’ler evden ayrıldığında, “Bu kız bir inci tanesi,” dedi uşağı. Rauzzini, adama baktı ve gülümsedi. “Evet.”
Rauzzini, küçük kızın ziyaretiyle birlikte beklenmedik bir şekilde canlanmıştı ve yüzündeki tebessümü bir türlü bastıramıyordu. Nihayetinde insanlar bir amacı olsun isterdi. Maddi olarak her şeye sahipti ama bir ailesi ve çocukları yoktu. Kastrato bir şarkıcı olmak, yabancı diyarlardan gelen bir adam olmak gibiydi -tam anlamıyla adam olamayan bir adam. Yine de böyle bir adam bile, bir çocuk sahibi olmayı arzulayabil irdi. Bir insan her türlü zenginliğe sahip olabilirdi, evini biblolar ve köpeklerle doldurabilirdi; yine de donuk ve soluk yüzlü Londra’da acımasızca, hızla akıp giden zaman, bir yandan da anlamsız ve rahatsız edici bir hüzünle kaplıydı. Şarkı söylediği zamanlarda -ki bunun için yaşıyordu, bu uğurda genç bedeni harcanmıştı- bu hüzün havasından biraz olsun kurtuluyordu. Ama sonsuza dek şarkı söyleyemezdi.
Sıra sıra dizili aynalarda bakışlarını gezdirdi. Kimsesiz bir Romalıydı ve bir büyükbaş hayvan gibi hadım edilip konservatuara satılmadan önce, kendi yüzüne hiç bu kadar yakından bakmamıştı. Ama o büyük değişimden sonra, şan öğretmenleri onu her gün ayna karşısına dikmişti. Böylece inişli çıkışlı gamlar arasında gidip gelirken, yüzünde en ufak bir buruşma ya da gerilme ifadesi olmadan şarkı söyleyebilecekti. Aynaya ilk kez baktığında, kendisine yabancı olan bu yüzde, hiç tanımadığı ailesinin dudaklarını, yanaklarını ve gözlerini almış olduğu düşüncesiyle sarsılmıştı. İçinde onların yüzünden çizgiler barındıran bu yüzü yeterince uzun süre incelerse, bir gün Roma sokaklarında onlarla tekrar karşılaşacağını ve onlara, “Ben sizin oğlunuzum ve muhteşem bir şarkıcı oldum,” diyebileceğini hayal etmişti. Kendisine göre yoksul bir kızın çocuğu olarak dünyaya geldiğini ve bu yüzden yetimhaneye verildiğini düşünüyordu.
Geceleri karyolasına yattığında annesini hayal etmekten hoşlanıyordu. Konservatuarda yalnız ve sakin geçirebildiği tek zaman buydu. Genç kastratolar günün geri kalanını şarkı söyleyerek geçiriyorlardı. Sabahları giyinirken, banyo yaparken, yürürken, gece ayinlerinde hep ilahiler söylüyorlardı. Figlioli Angiolini diye çağırılıyorlardı -melek oğlanlar. Çocuk cenazelerinin başında bekliyorlardı ve bu hizmet karşılığında konservatuarlara oldukça yüklü miktarda para ödeniyordu. Anna‘dan biraz daha büyük bir yaştayken, böyle bir ayin sırasında şarkı söylemeye âşık olmuştu Rauzzini: beyaz cübbesi içinde, kendi durumundan çok daha kötüsü başına gelmiş, zavallı ölü çocukları ve onların acılı akrabalarını huzura kavuşturuyordu. Gecenin geç saatinde yapılan bu kutsal merasimlere ve etrafı aydınlatan mumlara bayılmıştı. Ondan başka hiç kimse tarafından yapılamayacağını düşündüğü bu görevin önemi ve sanki uçuşan kelebekler gibi gırtlağından düzgün bir şekilde açığa çıkan tatlı sesler onu mest etmişti. İşte o an ne kadar güçlü olduğunu ve ne kadar beğenildiğini anlamıştı.
Sesi en büyük salonu bile doldurabilir, bir dağın zirvesinden diğerine rahatlıkla duyulabilirdi; bununla birlikte o kadar güzeldi ki -ve bu, kesinlikle kendini beğenmişlik değildi, yalnızca gerçek buydu- ona bir kol mesafesi kadar uzaklıktaki bir bebeğin uyanmasına bile neden olmazdı. Yüzlerce melek oğlandan bir tanesinin sesi bile onunki gibi bir tekniğe dönüşmemişti. O hem Tanrı hem kendi azmi tarafından kutsanmıştı.
Sonraki yıllarda kariyerini önce Roma sonra genç Wolfgang Mozart’ın kendisi için muhteşem çoksesli bir ilahi yazmış olduğu yer olan Milano’da şekillendirmişti. Milano dan sonra Münih’e geçmişti ama burada on yedilik muhteşem güzellikteki -ipek gibi bir tene ve bir sürü küçük ben ve çillere sahip- metresi Elizabeth Bauer, buluşma yerleriyle ilgili bir hata yapmıştı ve kocası yaşlı dük tarafından basılmışlardı. Dük en fazla kıskanç denilebilecek bir adamdı ama bir kastrato ile aldatılmış olmak özellikle utanç verici bir dunundu. Çoğu kişi Rauzzini gibi hadım edilmiş bir adamın, nasıl olup da genç bir kadına hizmet edebileceğini anlamıyordu ama tatlı Elizabeth bunu biliyordu. Sol kalçasının üzerinde, Rauzzini’nin hayatı boyunca kalbinde taşıyacağı bir beni vardı.
Elizabeth, ertesi gün ona bir gül göndermiş ve kocasının onu öldürme niyetinde olduğunu haber vermişti. Bu yüzden Londra’ya gelmişti Rauzzini. Puslu havayı seviyordu. Kanı sıcak ve koyu olduğu için eklemlerinde ağrılar oluyordu. Sanki asla olamadığı adamın sıcaklığı, kanını zehirliyordu. O, serinleten ve sakinleştiren şeylerden hoşlanıyordu.
Gazetede, Storace kızıyla ilgili yazılanları okumuştu ama onun dikkate değer bir yetenek olduğuna inanmamıştı. Yanılmış olduğu için mutluydu. Kız gerçek bir hazineydi. Onun öğrencisi olacak ve Rauzzini bestelemek istediği kendi operalarını ona söyletecekti.
Hayatı birden bambaşka bir şekil aldığında, neredeyse kızın yaşlarındaydı. Konservatuarda yumurta ve etle beslenen normal oğlanlar, genç kastratolarla dalga geçerken, onlar yarı aç yarı tok geziyorlardı. Non integri ve integri -bütün ve yarım- olmak üzere iki gruba ayrılmışlardı. Bunları hatırladığı sırada başını aynaya çarptı. Hiçbirimiz bütün değildik, diye düşündü. Ameliyatını gerçekleştiren adam, çoğunlukla diş çekimleri yapan biriydi. Hadım edilmiş çoğu oğlan enfeksiyon kaparak öldüğü halde Rauzzini hayatta kalmış, zeki ve yakışıklı birine dönüşmüş, neredeyse adam görünümündeki bir beden içinde mükemmel, ondan başka hiçbir oğlanın çıkaramayacağı çok güçlü ve hükmeden bir sese sahip olmuştu. Ama Anna’nın herhangi bir hasar görmeye ihtiyacı yoktu. İhtiyacı olan her şeye sahipti.
Bir bakışı, Rauzzini’nin onu beğenmesine yetmişti. Yaşadığı hislerin yersiz oluşu, duygularını etkilemiyordu. Zekâsı, açık sözlülüğü ve kalbinin güzelliğiyle Rauzzini onun çekimine kapılmış ve kız birden, hayatının amacı olmuştu. Müzikten daha üstün bir sanat ya da şarkıdan daha duru bir müzik formu yoktu. Böyle bir çocuğun sesi, insanın ruhunu dolup taşarcasına beslemeliydi. O, kendi çocuk sesini tüm güzelliğiyle koruyabilmek için hadım edilmişti. Oysa şimdi böyle bir şeye gerek yoktu. Bu kız, bu inci tanesi, onun yeni gözbebeği, harika bir genç kadına dönüşecekti. Ve kendisinden hiçbir şey kaybetmeyecekti; ne kalbinin güzelliğini, ne neşesini ne de kendine olan güvenini… Çok ünlü olacaktı. Rauzzini’nin sahip olduğu ve olamadığı her şeye sahip olacaktı.
Aşk Tanrısı
Kraliyet opera salonundan puslu bir ışık yükseliyordu. İçerideki sıcak ve dumanlı havaya etrafın gürültüsü eklenmişti. Kalabalıktan adım atacak yer olmamasına rağmen, insanlar sürekli hareket halindeydi. Pislik, yerlere saçılmış talaş tarafından emiliyordu. İğrenç kokular birbirine karışmıştı. Kalabalığın içinde yankesiciler ve yemek satıcıları da yer alıyordu. Her bir kadına üç erkek düşüyor ve bu kadınlar ellendiğinde veya mıncıklandığında, ellerinde ne varsa erkeklere fırlatarak karşılık veriyorlardı. Olası kargaşaya karşı önlem olarak, kalabalığın en önüne bir dizi dikenli tel çekilmişti. İnsanlar sahneye portakal kabukları atıyordu. Sahnedeki şarkıcı ve dansçılar, sahne ışığını yansıtan süslü ve parlak kıyafetler içinde dans ediyordu. On beş-yirmi dakika boyunca kalabalık sakin kalmıştı. En sevilen şarkıcılar, aryalar ve bale kesitleri birbirini takip etmişti; aldıkları alkış, coşku dolu ve sanki hiç bitmeyecekmiş gibiydi. Ama kısa bir süre sonra seyircilerin ilgisi dağıldı; sahneye yemekler atılmaya, insanlar birbirine bağırmaya başladı. Lordlar, localarında metresleriyle dans ediyorlardı. Anna’nın annesi, operanın fahişelerle dolu olduğunu söylerdi hep. Borçları olmasaydı, Anna’nın bu genç yaşında burada şarkı söylemesine izin vermezdi. Bu nedenle Anna, hayatında ilk kez, borçlarına müteşekkirdi.
—
1– Soprano, mezzo-soprano ya da kontralto seslerine küçük yaşta sahip olan yoksul ve yetenekli erkek çocukların, bu seslerini kaybetmemeleri için kendilerinin ve ailelerinin rızası alınarak ergenlik çağına gelmeden hadım edilmeleri sonucu tiz ve çocuksu sese sahip olan erkek soprano (ç.n.)
2– 17.yy’da Londra’da tiyatro, opera, konser gibi sanatsal aktivitelerin de düzenlendiği eğlence parkı (ç.n.)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıViyana Valsi
- Sayfa Sayısı320
- YazarVivien Shotwell
- ÇevirmenEda Tevrizci
- ISBN9786055092702
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Ciltsiz
- YayıneviNemesis Kitap / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Balina Avcıları (Ünlü Çocuk Romanları – 2) ~ Patricia St. Jhon
Balina Avcıları (Ünlü Çocuk Romanları – 2)
Patricia St. Jhon
Ünlü Çocuk Romanları Bu seri dünya klasiği kitaplardan oluşmaktadır. Bu serinin ilk beş kitaplarında; mecara, kahramanlık, sevgi, dayanışma gibi insan onuruna yakışan olaylar dizgesini...
- Günaha Davet ~ Sylvia Day
Günaha Davet
Sylvia Day
Baskılara tüm gücüyle karşı koyan genç bir kadın… Yedi yıl önce, düğün arifesindeki narin Leydi Jessica Sheffield hiçbir masum genç kızın hayal edemeyeceği kadar...
- On Kişiydiler (On Küçük Zenci) ~ Agatha Christie
On Kişiydiler (On Küçük Zenci)
Agatha Christie
Yıl 1939. Avrupa savaşın eşiğindedir. Her biri ürkütücü sırlar taşıyan on kişi, Devon kıyısında bulunan Asker Adası’ndaki ıssız bir malikâneye davet edilirler. Ancak malikâneye...