Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Virginia Woolf| Bütün Öyküler
Virginia Woolf| Bütün Öyküler

Virginia Woolf| Bütün Öyküler

Virginia Woolf

Virginia Woolf modernizmin ilk kadın yazarlarından biri olarak, edebiyat tarihinde ayrı bir öneme sahip-tir. Bilinçakışı tekniğinin, feminist akımın edebiyattaki temsilcilerinden olması dolayısıyla yazdığı bütün…

Virginia Woolf modernizmin ilk kadın yazarlarından biri olarak, edebiyat tarihinde ayrı bir öneme sahip-tir. Bilinçakışı tekniğinin, feminist akımın edebiyattaki temsilcilerinden olması dolayısıyla yazdığı bütün me-tinler modern klasikler arasında anılmaktadır. Bütün Öyküleri, Woolfun yazdığı kurgusal tüm hikâ-yeleri kapsıyor. Bu kitabın önemi Woolfun yazdığı bütün öykülerin yanı sıra, daha sonra geliştirmeyi düşündüğü kısa pasajlar, hikâyeleri veya romanları için oluşturduğu karakter taslakları da dahil hemen her türlü kurgusal notu içermesi. Dolayısıyla edebiyat okuru, Virginia Woolfu ve yazarlığa yaklaşımını bu kitapla daha yakından tanıma fırsatı bulacaktır.

***

İçindekiler

Önsöz / 9

Editoryal İşleyiş / 15

Çevirmenin Önsözü / 24

İlk Öyküler

Phyllis ve Rosamond / 29

Bayan V. Vakası / 46

Joan Martyn Hanımefendi’nin Günlüğü / 50

Pentelicus Dağı’nda Bir Diyalog / 89

Bir Romancının Anıları / 97

1917-1921

Duvardaki İz / 113

Kew Parkı / 122

Akşam Daveti / 130

Katı Nesneler / 139

Sempati / 146

Yazılmamış Bir Roman / 152

Perili Ev / 165

Bir Topluluk / 168

Pazartesi ya da Salı / 185

Keman Dörtlüsü / 187

Mavi & Yeşil / 193

1922-1925

Dışarıdan Bir Kız Koleji / 197

Meyve Bahçesinde / 202

Mrs. Dalloway Bond Caddesi’nde / 206

Hemşire Lugton’un Perdesi / 216

Dul Kadın ve Papağan: Gerçek Bir Hikâye / 219

Yeni Elbise / 228

Mutluluk / 237

Atalar / 242

Takdim / 246

Birlikte ve Ayrı / 252

Kendi Türünü Seven Adam / 259

Basit Bir Melodi / 266

Bir Toparlama / 275

1926-1941

Varoluş Anları: “Slater’ın İğneleri Sivri Uçlu Değil” / 283

Aynadaki Kadın: Bir Yansıma / 291

Göletin Cazibesi / 298

Üç Resim / 301

Britanya Donanmasındaki Bir Subayın Yaşamından Kesitler / 305

Miss Pryme / 308

Pentonville’deki bir Kasap Dükkânının Üzerinde Cutbush İsmini Görünce Yazılan Kısmen Nesir Halindeki Methiye / 311

Portreler / 318

Vanya Dayı / 325

Düşes ve Kuyumcu / 327

Av Partisi / 335

Lappin ve Lapinova / 345

Arama Işığı / 355

Melez Gipsy / 361

Miras / 372

Simge / 381

Kaplıca / 385

NOTLAR ve EKLER

Notlarda Kullanılan Kısaltmalar / 389

Notlar / 390

Ek A / 424

EkB/428

Ek C / 432

Ek D / 436

Önsöz

Bu derlemede yer verilen yapıtlar Virginia Wbolf’un yazarlık geçmişinin tamamını kapsıyor. Kitaptaki en eski tarihli öykü olan “Phyllis ve Rosamund” 1906 yılında, yazarın Londra dergilerinde deneme ve eleştirilerini yayınlamaya başlamasından iki yıl sonra yazılmış. Son eskiz olan “Kaplıca” ise yazarın 28 Mart 1941 tarihindeki ölümünden yaklaşık bir ay önce yazılmış olup, muhtemelen Woolf’un tamamladığı son kurgusal yapıt durumunda.

Virginia Woolf ’’un kısa öyküleri daha önce hiç tek ciltte bir araya getirilmedi. Bu derlemedeki metinleri tarihsel sıralarına göre okumak, onun bir yazar olarak dehasının inanılmaz evrimini de görmek anlamına gelecektir. WoolFun 1908 yılında ifade etmiş olduğu, “romanı yeniden biçimlendirme ve şu anda elde tutulamayan bir dizi şeyi ele geçirme, bütünü kapsama ve sonsuz sayıdaki tuhaf şekilleri biçimlendirme” arzusu onu, yazarlık yaşamı boyunca yalnızca romanla değil, çeşitli kısa kurgu türleriyle de deneylere girişmeye itti. 1917 yılındaki bir yazısında romanın “dehşet verici ölçüde hantal ve bunaltıcı” olduğundan söz eden Woolf şöyle devam ediyor: “Büsbütün yeni bir biçimin icat edilmesi gerektiğini söyleyecek denli ileri gidiyorum. Ne olursa olsun bu kısa şeylerle denemelere girişmek yine de çok eğlenceli…” (LII, 167)

Anlatı biçimleriyle sürgit deneylere giriştiği için Woolf’un kısa öyküleri aşırı çeşitlilik arz eder. “Katı Nesneler” ve “Miras” gibi bazı öyküleri geleneksel anlatı biçimini yansıtan, sağlam bir öykülemeye ve apaçık çizilmiş karakterlere dayanan öykülerdir. “Duvardaki İz” ve “Yazılmamış Bir Roman” gibi başka bazı öyküleri ise perspektif kaymaları ve lirik yazımlarıyla bazı on dokuzuncu yüzyıl yazarlarını, özellikle de De Quincey’yi hatırlatan kurgusal tefekkürlerdir. “Sahneler” ya da “Eskizler” olarak adlandırılabilecek diğer bazı öyküler ise bir ölçüde, Woolf’un 1919’da dediği gibi “sonuçsuz öykülerin meşru’ olduğunu anlamamıza yardımcı olan Çehov’a bir şeyler borçludur. Anlatıcı, bazılarında dışarıdaki sahnenin kavrayışlı bir gözlemcisi olarak işlev görürken, bazılarında ise karakterlerin zihinlerindeki biçimi, kendilerini ve dünyayı algılayışlarını dramatize eder. Ve tefekkürlerde de, anlatıyı biçimlendiren anlatıcının kendi düşüncelerini üstü kapalı biçimde didik didik edişidir.

Bu kısa tanımdan da anlaşılabileceği gibi, Virginia Woolf’un kurgu yapıtlarıyla denemeleri çok ince bir çizgiyle birbirinden ayrılır. Ben bu derlemeye yalnızca, benim görüşüme göre, açıkça kurgusal olan, yani karakter, sahne ve eylemlerin gerçekten çok kurguya dayandığı ve anlatıcının sesiyle yazarınkinin her durumda birbirinin aynısı olmadığı yapıtları dahil ettim. Bu, yazarın kurgularına bir hayli benzeyen bazı yapıtlarını, “İhtiyar Mrs. Grey” ve “Eleanor Or-merod” gibi yaşamöyküsel portrelerle “İspanya’ya” ve “An: Yaz Gecesi” gibi kişisel denemelerini dışarıda bırakmak anlamına geliyordu. Bununla birlikte, daha önce yazarın deneme derlemelerinde yer bulmuş olan bazı kurgusal yapıtları da -“Dışarıdan Bir Kız Koleji”, “Meyve Bahçesinde” ve “Üç Resim”- buraya dahil ettim.

Derlemedeki ilk üç yapıt yazarın çıraklık dönemi yapıtları olarak adlandırılabilir. Woolf bunlarda karakter ve durum yaratma denemelerine girişir ve ayırt edilebilir bir yazı biçimi ve anlatı tınısı geliştirmeye başlar. Anlatıcı her birinde -hepsi kadın olan- ana karakterlerin içinde yaşadıkları toplumla aralarındaki ilişkilere odaklanır. “Phyllis ve Rosamond”, tıpkı kolay ele geçmeyen Miss V. gibi günün Londrası’nda yaşarlarken, Joan Martyn’in günlüğüyle on beşinci yüzyıl Norfolku’na gideriz. Anonim anlatıcılı “Pentelicus Dağı’nda Bir Diyalog”, Woolf’un Yunan dili ve edebiyatına yönelik erken dönem ilgisini yansıtır. Son olarak, Woolf’un bir eleştirmen, bir yaşamöyküsü yazarı ve bir romancı yarattığı “Bir Romancının Anıları” ise Victoria dönemi İngilteresi’ndeki bir kadının yaşamını resmeder. Özellikle bu son yapıt Woolf’un yaşamöyküsü yazarının rolü konusundaki artan ilgisini yansıtır.

“Duvardaki İz”le birlikte Woolf, yazı yaşamının yeni ve önemli bir evresine girdi. Bu öyküyü, 1917 yılında ikinci romanı olan, sonraları “klasik biçimler kullanılarak yapılan bir alıştırma” olarak niteleyeceği uzun yapıt Gece ve Günü (1919) tamamladığı günlerde yazmıştı. Ethel Smyth’e şöyle demişti: “Duvardaki İz’i yazdığım günü hiç unutmayacağım – aylarca taş kesilmişçesine kaldıktan sonra hepsi birdenbire geliverdi, uçarcasına.” Bundan yaklaşık iki yıl sonra ise “Yazılmamış Bir Roman”ı yazdı ve daha sonra söyleyeceği gibi, “biriktirdiği tüm deneyimleri bunlara uygun düşecek bir biçimde cisimleştirmenin” yolunu keşfetti. (LIV, 231) Bu iki deneysel yapıt, altı başka yapıt ve Vanessa Bell’in dört gravür baskısıyla birlikte, Virginia Woolf’un sağlığında yayınlanmış tek öykü kitabı olan Pazartesi ya da Salıda (1921) yer aldı.

Woolf günlüğünde eleştirmenlerin, onun Pazartesi ya da Salıda “ilginç bir şeyler”in peşinde olduğunu göremediğinden yakındı. Bununla birlikte cesareti kırılmaktan çok kafası karışmıştı ve ertesi yıl, T.S. Eliot’ın onu “diğer romanlarınızla Pazartesi ya da Salının deneysel biçimi arasındaki belirgin boşluğu kapatmış” olmakla selamlamasına uç veren ilk deneysel romanıJacob’ın Odasını yayınladı. Jacob’ın Odasını bitirir bitirmez, kendi yazdığı üzere, “Evde: ya da Davet” adını verebileceği yeni kitabı üzerine çalışmaya başladı. Şöyle diyordu: “Bu her biri birbirinden ayrı olan, ama yine de aralarında belirli bir bağ bulunan altı ya da yedi bölümden oluşan, kısa bir kitap olacak.” Listelediği bölümlerden ilki, daha sonra yazarın deyimiyle “dallanıp budaklanarak bir kitap haline gelecek” olan “Mrs. Dalloway Bond Caddesinde” adlı öyküydü. (DII, 207)

Bu öykü Woolf’un gelişiminde bir başka önemli aşamanın habercisiydi, zira yazar ilk olarak “Mrs. Dalloway Bond Caddesi’nde”yi yazarken, anlatıcıyı karakterinin zihnine yerleştirmenin ve karakterin duygu ve düşüncelerini ortaya çıktıkları anda ortaya sermenin bir yolunu buluyordu. James Joyce’un içe dönük diyaloğu, Woolf’un bu öyküyü yazarken okumakta olduğu Ulysses kitabının açılış bölümlerindeki kullanma biçimi Clarissa Dalloway’in içsel yaşamını yansıtma biçimini muhtemelen etkilemiştir, ama bu yeni yöntemin tohumları “Duvardaki İz”, “Yazılmamış Bir Roman” ve diğer erken dönem öykülerinde açıkça atılmıştı.

Woolf birbirinden farklı olan bir dizi “bölüm” yazma tasarısını bir kenara koyup, hiçbir bölümü olmayan Mrs. Dallowayi (1925) yazdı. Bunu bitirir bitirmez, hepsi Mrs. Dalloway’in davetinde geçen sekiz öykülük bir diziye (“Yeni Elbise”yle başlayan) başladı. Woolf bu öykülerin her birinde, bir ya da iki karakterin bakış açısından, “davet bilinçliliği”ni (DIII, 12) ayırt edici kılan örtülü gerilimleri yansıtıyordu. İlk tasarısını değiştirmişti ve artık bu öykülerin yeni bir kitaba açılacak bir “koridor” olabileceğini düşünmekteydi. Serinin, ismiyle müsemma olan “Bir Toparlama” adındaki son öyküsünü de bitirdikten sonra, bir sonraki uzun yapıtı olan Deniz Feneri’ni (1927) yazmaya koyuldu. Bu kitabında, söz konusu öyküler sayesinde kusursuzlaştırdığı anlatı yönteminin çok parlak bir uygulamasını ortaya koydu.

1917 ile 1925 yılları arasında, Virginia Woolf, yirmi beş öykü ve eskizin yanısıra, üç roman, bir deneme kitabı ve sayısız eleştiri yazmıştır. Fazlasıyla verimli geçen bu dönemde, öykü onun için, daha sonra uzun kurgusal yapıtlarında kullanıp geliştireceği anlatı teknikleriyle ilgili deneyler yaptığı bir alan olmuştur çoğu zaman. Pazartesi ya da Salı’daki öyküler, tıpkı Mrs. Dalloway den hemen önce ve sonra yazdıkları gibi, kendini yöntemsel ve düşünsel kalıplardan kurtarışı ve tamamıyla ona ait olacak olan anlatıcı tınısını keşfedi-şinin birçok yöntemini yansıtır.

Woolf bundan sonra hiç bu kadar kısa bir sürede bu kadar çok öykü yazmayacaktı; öyle ki takip eden on altı yıllık süre içinde on yedi öykü ve eskiz yazdı. Bunlar uzun aralıklarla ve çoğunlukla da gevşemek ya da kendini eğlendirmek amaçlı olarak yazılan metinlerdi. “Varoluş Anları: ‘Slater’ın İğneleri Sivri Uçlu Değil’” adlı öykü kendi ifadesiyle, Deniz Fenerini yazarken filizlenmiş bir yan öyküydü. (DIII, 106) İkisi de 1929’un Mayıs ayında yazılmış olan “Aynadaki Kadın: Bir Yansıma” ve “Göletin Cazibesi”, bir sonraki kitabı Dalgaları tasarlarken yaşadığı “zorlukların büyük baskısı”nı hafifletmiş olmalı. (DIII, 229) “Üç Resim”, “Av Partisi” ve muhtemelen mizahi eseri “Methiye” gibi otuzlu yıllarda yazdığı bazı öyküler, gerçekten yaşanan sahne ve anekdotlardan hareketle ortaya çıkmışlardı. Geç dönem öykülerinde karakter skalası, gizemli bir donanma subayı, bıktıran ama kendisi bıkmak bilmeyen iyi niyetli bir reformist, Pentonville’de bir kasap, sınıf atlayan bir kuyumcu, ailelerinin çöküşüne güle oynaya nezaret eden iki yaşlı kadın, bencil kocaları olan mutsuz kadınlar ve hatta ele avuca sığmaz bir köpeği de içine alacak şekilde çeşitlenmiştir. Tıpkı erken dönem öykülerinde olduğu gibi, bunlarda da karakterlerin hafızaları ve hayalgüçleri onlar için, hayal kırıklıklarıyla dolu yaşamlarından bir kaçış vesilesi olur.

“Düşes ve Kuyumcu”dan itibaren birçok geç dönem öyküsü, Woolf’un önceden yazdığı ve basıma hazırlık amacıyla yeniden üzerlerinden geçtiği öykülerdir. Günlüğünde bu öykülerin her biri için kendisine ödenen miktarları açıç seçik bir memnuniyetle not eder. Ve her ne kadar Woolf bunların bazılarından “Amerika’ya yönelik para için yazılmış öyküler” (LVI, 252) diye burun kıvırarak söz etse de, daktilo metinleri ve öykülerin kendileri, yazarın bunlara da en az diğer metinleri kadar emek verdiğini göstermektedir. Woolf çok sonra asla çalakalem yazmakla suçlanamayacağını söylemişti: “Parmaklarımda her bir kelimenin ağırlığını hissediyorum, eleştiri yazarken bile.” (DV, 335)

Özellikle de gecenin kör vakitlerinde, Virginia Woolf yaşasa bu derleme hakkında ne düşünürdü diye meraklanmadan duramadım. Leonard Woolf’la birlikte kafa yordukları kısa öykü koleksiyonunu yayınlayacak kadar yaşasaydı, muhtemelen daha önce yayınlanmış olan yapıtlarının ve yayınlanmamış olanların* tümünü dahil etmezdi buna. Pazartesi ya da Salıdan ve dergilerden alacağı öykülerin üstünden geçer, hiç yayınlanmamış olanları ise kesinlikle kapsamlı bir biçimde gözden geçirirdi. Ayrıca muhtemeldir ki öykü ve eskizleri, benim yaptığım gibi tarih sırasına göre değil, tıpkı tek tek yapıtlarında olduğu gibi, kendi kafasındaki özel ritmi yansıtacak biçimde düzenlerdi. Virginia Woolf’un sağlığında yayınlanmış olanlarla diğer öykü ve eskizleri, kitabın ayrı bölümlerine almak-tansa birbirine karıştırma kararını verirken; bu yapıtları, daha parlak olan öykü ve eskizlerin diğerleriyle bağlantılı olarak okunabileceği bir bağlamı en iyi şekilde zenginleştirip biçimlendirecek olan belgeler olarak gördüm. Daha önce yayınlanmamış olan yapıtları da, Woolf’un yeni konular ve yeni anlatı teknikleriyle deneylere girişmek konusundaki kararlılığından asla vazgeçmediğinin başka kanıtlarını bize sunuyorlar. Yazarın ölümünden sonra yayınlanan birçok başka elyazması –Deniz Feneri ve Dalgalar’ın elyazmaları, Dışa Yolculuk (Melymbrosia) ve Yılların (The Pargiters) ilk halleri, Perde Arası, Varoluş Anları, denemeler, günlükler, mektuplar ve diğer yazılarının daktilo metinleri- gibi, bu yayınlanmamış ya da uzun zamandır yeniden basılmayan yapıtlar, şimdi daha bilindik öykü ve eskizlerle birlikte okunduğunda, bu sıradışı yazarın ustalığına yönelik hayranlığımızı kuşkusuz pekiştirecektir.**

Susan Dick

* Leonard Woolf, Perili Ev ve ve Diğer Kısa öykülere yazdığı önsözde “Bir Topluluk” ve “Mavi & Yeşil”i bu derlemeye dahil etmediğini, çünkü Virginia Woolf’un 1942 yılında yayınlamayı planladığı kısa öykü derlemesine bunları almamayı düşündüğünü belirtir. Wo-olf 1931 yılında Ethel Smyth’e, “Mavi & Yeşil” ile “Pazartesi ya da Salı”nın “vahşi özgürlük patlamaları, meramını anlatamayan, saçma, basmaya uygun olmayan çığlıklardan ibaret” olduğunu yazmış, aynı mektubun devamında da, “…işte bu yüzden bunları yeniden yayınlamayacağım,” demiştir. (LIV, 231)

** Bu derlemede, Virginia Woolf’un hiç yayınlanmamış olan gençlik dönemi yapıtlarıyla, her ikisi de Virginia Woolf on yaşındayken yazılmış olan ve Suzanne Henig, San Diego State University Press, 1972 içinde basılmış olan “Bir Cockney’in Çiftçilik Deneyimleri” ve onun devamı olan “Bir Aile Reisinin Deneyimleri”ne yer verilmemiştir.

Editöryal İşleyiş

Virginia Woolf’un öykülerinin yayınlanma tarihçesi sıradışı ve karmaşıktır. Burada yer verilen kırk altı öyküden yalnızca on sekizi yazarın sağlığında yayınlanmıştır. Bunlar Pazartesi ya da Salı kitabında yer alan sekiz öykü ile, dokuzu dergilerde, biri de bir derlemede yayınlanan diğer on öyküdür. Leonard Woolf’un, karısının ölümünden üç yıl sonra yayına hazırladığı Perili Ev kitabında on sekiz öykü bulunmaktadır. Bunlardan altı tanesi Pazartesi ya da Salı kitabından, yedisi dergilerden alınmış, kalan beş öykü ise ilk kez yayınlanmıştır. Stella McNichol’un editörlüğünü yaptığı ve Mrs. Dalloway’in Daveti adını taşıyan bir başka derleme de 1973 yılında yayınlanmıştır. Bu derlemede ise, dördü Perili Ev kitabından, biri dergilerden, ikisi de ilk kez yayınlanan yedi öykü bulunmaktadır. Bunların dışında üç öykü daha Virginia Woolf’un ölümünden sonra dergilerde yayınlanmış, bir başkası da Leonard Woolf’un hazırladığı Güvenin Ölümü kitabına dahil edilmiştir. Elinizdeki derlemede yer alan öykü ve eskizlerden on yedi tanesi ise daha önce hiç yayınlanmamıştır.

Bu yapıtların son halini belirlerken kullanılan editoryal usûller, eldeki malzemenin çeşidi ve miktarına bağlı olarak çeşitlendi. Bunları aşağıda açıklayacağım. Bunu yaparken her öykünün temiz bir metne sahip olmasını ve öykülere eşlik eden notlarda söz konusu metnin kaynağını açıklamayı amaçladım.

Virginia Woolf’un sağlığında basılan tek öykü ve eskiz kitabı olan Pazartesi ya da Salı, doksan bir sayfalık bir kitaptı ve yeni kurulmuş olan Hogart Yayıncılık için fazlasıyla iddialı bir yapıttı. Leo-nard Woolf, Yeniden Başlamak’ta (BeginningAgain) F.T. Dermott adında bir matbaacıyı kitabı basması için “hatırı sayılır bir tereddüt ve su götürmez bir budalalıkla” nasıl işe koştuğunu anlatmıştır. Woolf, sonuç olarak “gelmiş geçmiş en kötü baskıya sahip kitaplardan” birinin ortaya çıktığını söyler. Kitabın basılması için McDermott’a yardım ettiği günü tüm can sıkıcı ayrıntılarıyla şöyle aktarır:

“Aşağıya indim ve o korkunç şeyi basmasına yardım ettim. McDermott’ın Pazartesi ya da Salı’yı matbaada bastığı sahneden daha sefilce, daha gülünç -ama aynı zamanda benim için trajik- bir manzara gördüğümü hatırlamıyorum. Tahta kalıpları tipo baskısı ile basmakta ısrarcı oldu. Bunun sonucunda, illüstrasyonlar için doğru “rengi” bulmak adına, silindirlerinde o matbaa harfi için gerekenden dört ya da beş kat daha fazla mürekkep kullanmak zorunda kaldı. Çok geçmeden harfleri mürekkebe bulanmıştı, ama en kötüsü bu değildi: Blokların üzerinde o kadar çok mürekkep vardı ve kullandığı kâğıt o kadar yumuşak ve sünger dokuluydu ki, tüy gibi küçük kâğıt parçaları mürekkep yüzünden kopuyor ve önce bloklara, sonra silindirlere, en sonunda da harflere yapışıyordu. İki dakikada bir ara verip her şeyi temizlememiz gerekiyordu, ama buna rağmen basılmış sayfalar korkunç bir haldeydi. Bin kopya bastık ve sonra bitkin ve suskun bir halde makinanın yanıbaşına yığılıp kaldık. Ben yeterince kendime gelip mahvolmuş bir halde Hogarth House’ın yolunu tutana dek orada öylece oturup, hiç konuşmadan bira içtik.”*

* Beginning Again: An Autobiography ofthe Years 1911-1918 (London: The Hogarth Press, 1964), s. 239-240.

Pazartesi ya da Salının, özellikle de noktalama işaretleri söz konusu olduğunda, birçok basım hatası içermesine şaşırmamak gerekir. Bunların birçoğu 1921’in Kasım ayında Harcourt, Brace and Company tarafından basılan (Vanessa Bell’in ağaç baskıları olmaksızın) Amerikan edisyonunda düzeltilmişti. Ben bu kitapta söz konusu baskıyı kullandım, tıpkı Leonard Woolf’un bu öykülerden altı tanesini dahil ettiği The Haunted Houseu hazırlarken yaptığı gibi. Bu baskı hatalarından bazıları Amerikan edisyonunda da gözden kaçmıştı ve bu kitap hazırlanırken düzeltildiler.

Pazartesi ya da Salı’da yer alan öykülerden üç tanesi daha önce yayınlanmış öykülerdi: “Duvardaki İz”, “Kew Parkı” ve “Yazılmamış Bir Roman”. Bu öykülerin ilk basılmış halleriyle Pazartesi ya da Salıda yer alan hallerini karşılaştırarak, Woolf’un yaptığı değişiklikleri notlar bölümüne dahil ettim.

Virginia Woolf’un sağlığında yayınlanan öykülerin gözden geçirilmesinde, basılı olan metinlerle birlikte elimizde bulunan elyazması ya da daktilo yazmalarını karşılaştırdım. Öykülerin basılı halleriyle elyazmaları arasında kayda değer farklar bulunuyor; bariz hatalar ve yayınevinin empoze ettiği biçimsel değişiklikler dışında bu farkların yazarın kendi yaptığı değişikliklerden kaynaklandığını varsaydım. Bu bakımdan, söz konusu öykülerin daktilo metinlerindense, basılı hallerini yayınlamayı uygun gördüm.

Herhangi bir öykünün elyazması haliyle, sonradan daktiloya alınmış metninin ya da metinlerinin karşılaştırılması, basılı metinde de süregiden bir gözden geçirme sürecinin varlığını ortaya koyuyor. Bunu “Dışarıdan Bir Kız Koleji” adlı öyküden yapacağım bir alıntıyla gösterebilirim. Woolf elyazmasında şöyle yazmış: “Şimdi pürüzsüz ve renksiz, derin bir uykudaydılar, uzanmış yatan ya da pencere başında toplanmış olan gençlerin bedenleri tarafından teslim alınmış desteklenmiş bir halde uzanıyorlar; bahçeye taşıyor bu fokur fokur kahkaha. Bu sorumsuz kahkaha. Ruhun ve bedenin bu kahkahası; bizzat yaşamın kendisi; kuralları, ve disiplini alıp sürükleyen, fazlasıyla verimli… ” Metni daktiloya alırken birkaç değişiklik yapmış: “Teslim alınmış desteklenmiş,” ifadesi “teslim alınmış, desteklenmiş” haline getirilirken, “kuralları” kelimesinden sonraki virgül kaldırılmış. Basılı metinde ise düzyasının ritmini değiştiren başka değişiklikler de bulmak mümkün: “…bahçeye taşıyor bu fokur fokur, bu sorumsuz kahkaha: Kuralları, saatleri, disiplini alıp sürükleyen ruhun ve bedenin bu kahkahası: Fazlasıyla verimli…”

Woolf’un elyazmalarını daktiloya alırken üzerinde değişiklikler yaptığı pasajlar genellikle basılırken de değişime uğramışlar. Örneğin, “Aynadaki Kadın: Bir Yansıma”nın ilk daktilo metninde şu cümleyi görüyoruz: “İşte oradaydı, aynanın hemen köşesinde.” Daha sonra elden geçirilen daktilo metninde bu cümle şu hale bürünür: “İşte birdenbire orada, aynadaydı” ve bu cümleyi elyazma-sına eklenen “Bu bir başlangıç oluyordu” cümlesi takip eder. Basılı metinde ise cümle yeniden elden geçirilir ve şu hale gelir: “İnsan hayal etmeliydi – işte burada aynadaydı. Bu bir başlangıç oluyordu insan için.”

Birçok durumda, yazarın sağlığında basılan metinlerle Perili Ev ve Mrs. Dalloway’in Davetinde basılanlar arasında kapsamlı ve rastlantısal bazı farklar vardır. Ben bizzat Woolf’un onayıyla yayınlanan metinlerin daha büyük bir geçerliliği olacağı düşüncesiyle, burada onun sağlığında yayınlanan metinleri kullandım.

Sözünü ettiğim farklılıkların örnekleri 1928 yılında Forumda basılan ve daha sonra Perili Evde yeniden yayınlanan “Varoluş Anları: ‘Slater’ın İğneleri Sivri Uçlu Değil’” öyküsünde görülebilir. Leonard Woolf bu öyküyü yayınlarken Forumda basılan halini değil, daktilo metnini kullanmıştır. İkisi arasındaki farklar Vir-ginia Woolf’un metin üzerinde daktiloya alınan halinde varolmayan bazı değişiklikler yapmış olduğunu gösteriyor. Sözgelimi, öyküyü daktiloya aldıktan sonra Craye ailesini Canterbury yerine Sa-lisburyli yapmaya karar vermiş. Daktilo metninde ilk geçtiği yerde Canterbury’nin üstünü çizip yanına Salisbury yazmış, ama dört satır sonra geçen Canterbury referansını değiştirmeyi ise ihmal etmiş.

Bu hata Forumda yayınlanan öyküde düzeltilmiş, ama Perili Evde aynen duruyor.

Buna benzer bir başka farklılık da öykünün sonlarında görülebiliyor. Belli ki Virginia Woolf öykünün nasıl biteceği konusunda te-reddüte düşmüş. Aynı şekilde Perili Ev baskısında da yer alan, daktilo metnindeki sondan bir önceki paragraf, Forum’da yayınlanandan farklı. Daktilo metnindeki pasaj şu şekilde:

“Julia alevlendi. Julia tutuştu. Gecenin içinde ölü bir beyaz yıldız gibi yandı. Julia kollarını açtı. Julia onu dudaklarından öptü. Julia onu ele geçirdi.”

Oysa Forum’daki elden geçirilmiş paragraf şöyledir:

“Julia’nın kollarını açtığını gördü, Julia’nın alevlendiğini, Julia’nın tutuştuğunu gördü. Gecenin içinde ölü bir beyaz yıldız gibi yandı. Julia onu öptü. Julia onu ele geçirdi.”

Perili Ev’de basılan metin aynı zamanda baskı hatalarının ya da Leonard Woolf’un daktilo metnini yanlış okumasının sonucu olabilecek hatalar da barındırır. Örneğin, Virginia Woolf elyaz-masındaki dördüncü paragrafın sonuna, “o insanın üstünde kalan, arzulayıcı bakışlar” ilavesini yapmıştır. Bu pasaj Forum baskısında kendine yer bulur, ama Perili Ev’de “arzulayıcı” (desiring) yerine “harekete geçirici” (driving) tabiri kullanılır. Öykünün devamında da, hem daktilo metninde, hem de Forumbaskısında yer alan, “Bu karşılaştırmayı ciddiyetle karşılardı” cümlesinin yerini, Perili Ev’de, “Bu karşılaştırmayı öfkeyle karşılardı” cümlesi alır.

Virginia Woolf’un sağlığında basılan öykülerin tümünde, basım hatalarını düzelttim ve standart Britanya yazım biçimini kullandım.

Virginia Woolf’un ölümünden sonra basılan öykülerde ise, mümkün olduğunca elyazmaları ve daktilo metinlerine geri dönüp, bunları yeniden yazıya geçirdim. Benim ve diğer editörlerin yaptıkları transkripsiyonlar arasındaki farklar çoğunlukla küçük farklar olup, ben bunlardan notlar kısmında genellikle söz etmedim.

Leonard Woolf tarafından Perili Ev kitabında yer verilen öyküler, Woolf kendisi herhangi bir editör olmadığı için alışılmadık bazı sorunlar yaratıyor. Leonard Woolf, Güvenin ölümü için yazdığı editörün notunda, Virginia Woolf’un sağlığında, karısının elyazmala-rındaki noktalama işaretlerini ve bariz yazım hatalarını, basımdan önce daima kendisinin düzelttiğini söylüyor. Woolf karısının ölümünden sonra da onun yapıtlarını benzer şekilde düzeltmeye devam etmiştir. Leonard Woolf’un örümcek ağını andıran elyazısıy-la karısınınkini, Virginia Woolf’un kurşun kalemle yaptığı düzeltmelerin üzerine dolmakalemle aldığı notları ve kendi yaptığı değişiklikleri ayırt etmek genel olarak mümkündür. Ben bu iki kişinin yaptığı düzeltmeleri ayırt etmeye ve bariz hataların düzeltildiği durumlar dışında, yalnızca Virginia Woolf’un yaptığı değişiklikleri dikkate almaya çalıştım; herhangi bir değişikliğin kaynağının belirsiz olduğu durumlarda ise, o değişikliği aynen yansıttım.

Daha önce yayınlanmamış olan öykülerin elyazmaları ve daktilo metinlerinin durumları ise büyük bir değişkenlik göstermekte. Bunlardan altı tanesi, üzerlerinde bulunan oynamalara rağmen öykülerin ilk halleri olmayan elyazmaları. Diğer öykülerin ilk halleriyle, daha sonraki daktiloya çekilmiş halleri karşılaştırıldığında, Vir-ginia Woolf’un anlatılarını ne denli büyük bir titizlikle gözden geçirdiği ortaya çıkıyor. Öykü ya da eskizde yansıtılan temel durum genel olarak değişmese de, sözdiziminde kapsamlı değişiklikler görmek mümkün. Onun öykülerinin ilk halleri, genellikle hızlı bir biçimde yazılmış ve sayısız gözden geçirmenin ardından son şekline gelecek olan öykünün kaba bir taslağı olarak görünüyor. Okuyucu daha önce yayınlanmamış öyküleri, özellikle de yalnızca elyazması halinde bulunanları okurken, bunların, bütünlüklü anlatılar olarak bitmiş yapıtlar olsalar bile, yazar kendisi yayınlamak istemiş olsa onları tabi tutabileceği titiz bir son okumadan geçmemiş olduklarını akılda tutmalıdır.

Söz konusu yayınlanmamış yapıtların bu baskıda yer bulan halleri, son daktilo metniymiş gibi görünen öykülerde bile görülen gözden geçirme aşamalarını yeniden üretmek gibi bir iddia taşımıyor. Elyazmaları üzerinde, çeşitli dolmakalemler ve kurşun kalemle (söz konusu değişikliklerin uzun zaman önce yapıldığını gösterecek biçimde) yapılan değişiklikler metne yorumsuz olarak aktarıldı. Üzeri çizilen pasajlar son metne dahil edilmediyse de bazıları notlarda verildi. Yazım hataları düzeltildi ve kısaltmalar, ampersandlar ve küçültmeler gibi, yazıya döküldü. Virginia Woolf’un farklı yerlerde farklı biçimde yazdığı kelimelerin (kimi zaman araya tire koyarak yazdığı “yarın / tomorrow” ve “today / bugün” kelimeleri gibi) yazımını standart hale getirdim. Aksi belirtilmediği sürece, köşeli parantezler editoryal kullanıma ayrıldı ve her öyküdeki işlevi notlarda açıklandı.

Virginia Woolf’un elyazmaları ve daktilo metinlerinde, noktalama işaretlerini kendine özgü kullanış biçimi onun nasıl büyük bir hızla yazdığını ve daktilo kullandığını gösteriyor. Bir alıntının başında ya da sonunda tırnak işareti koymayı genellikle unutuyor ve bir altının başında ya da sonunda nadiren virgül kullanıyor. Ben bunların yaygın olarak kullanıldığı yerlerde tırnak işaretlerini ve virgülleri metne eklediğim gibi, noktalamayı da standart İngiliz İngilizcesine göre düzenledim. Woolf her ne kadar bir karakterin düşüncelerini genellikle tırnak içine almıyorsa da, bunda tutarlı olduğu söylenemez. Ben tırnak işareti kullanma niyetinin görüldüğü durumlarda tırnak işareti kullanırken, onun bunlara yer vermediği hallerde ise kullanmadım. Woolf kimi zaman parantezi kapamayı ya da iki çizginin sonuncusunu koymayı da ihmal ediyor. Bunun biçimsel bir tercih gibi görünmeyişinden hareketle, bunları ve gerekli oldukları durumlarda kesme ve tire işaretlerini de metne ben ekledim.

Virginia Woolf’un noktalama işaretlerinin kullanımındaki alışılmadık yaklaşımı kimi zaman yazının akışını da etkileyebiliyor. Woolf, başka bir yazarın virgül ya da nokta kullanacağı hallerde genellikle iki nokta ya da noktalı virgül kullanıyor. Bunlar açıkça bir hatadan kaynaklanıyormuş (cümlenin bariz biçimde bittiği yere konan bir noktalı virgül gibi) izlenimini vermedikleri sürece aynen bırakıldı. Ayrıca, Woolf’un metinlerinde kimi zaman bir dizi halinde yan yana sıralanan kelimeler de virgülle ayrılmaz. Bu kimi zaman yazarın tezcanlılığından kaynaklansa da, kimi zaman da özel bir etki yaratmak için bilerek uygulanan bir yöntemdir. Tıpkı “Mutluluk” adlı öykünün sonundaki şu bölümde olduğu gibi: “Öyle ki insan bir ormanda kurtlar tarafından kovalanıyorsa, elbisesinden parçalar koparır ve bisküvileri parçalar ki bunları kendini neredeyse, ama tam da kendini güvenceye almadan, kendi yüksek, hızlı güvenli kızağındaymış gibi hissederek mutsuz kurtlara fırlatsın.” Buna benzer pasajlara dokunulmadı. Öykülerin tümünde bariz görünen hataları düzelttiysem de, onları “doğru” yazım kurallarıyla zapturapt altına almaya çalışmadım. Anlaşılırlık adına noktalama işaretlerinin gerekli olduğu durumlarda, bunlara köşeli parantez içinde yer verdim.

Öykülerin zaman içinde geçirdiği tüm değişimleri yansıtmak pratik olarak söz konusu değildi. En kapsamlı ve kaydadeğer değişikliklere notlar kısmında yer verdim ve EK D’de de, bunları çalışmak isteyecek kişiler için elyazmalarının ve daktilo metinlerinin var olup olmadıklarını ve nerede bulunabileceklerini listeledim. Her bir öykü ya da eskizin en son elden geçirilmiş halini sunduğum gibi, Woolf’un sağlığında basılan öyküler söz konusu olduğunda da, bunların öykülerin en iyi halleri olduğu ve Virginia Woolf’un aklından en son geçen (nihaî değillerse bile) değişiklikleri yansıttıkları varsayımıyla, bu hallerini kitaba dahil ettim.

Öyküleri tarih sırasına göre düzenleyerek, notlar bölümünde bu düzenlemeye ilişkin bulabildiğim her türlü metinsel ve yaşamöykü-sel kanıta yer verdim. İlk hali son halinden uzun zaman önce yazılmış olan öyküler, son hallerinin tarihi dikkate alınarak sıraya kondu (bunun örneklerinden biri 1932’de yazılan ve sonra 1937 yılında basım için gözden geçirilen “Av Partisi” adlı öyküdür). Aksi belirtilmedikçe, notlar ve eklerde atıf yapılan daktilo metinleri bizzat Virginia Woolf tarafından daktiloya alınmıştır. Benim ya da benden önceki editörlerin ortaya attığı başlıklar ise köşeli parantez içindedir.

Notlar bölümünde ayrıca gerekli diğer alıntı ve referanslar da bulunabilir. Bunları yazarken çoğunlukla, öyküleri Virginia Woolf’un diğer basılı yapıtlarıyla ilişkilendirmemeye çalıştım, ama bu bilgilerin kısa öykünün Virginia Woolf kanonunda işgal ettiği önemli yeri daha fazla araştırmak isteyen okurlara yardımcı olacağını umuyorum.

Susan Dick

Çevirmenin Önsözü

Virginia Woolf çevirmek, hele de daha önce Türkçeye bütünüyle çevrilmemiş olan bir Woolf metnine girişmek düpedüz bir çılgınlık, benim diyen çevirmenin başını döndürecek bir meydan okuma imiş meğer. Virginia Woolf’un zor bir yazar olduğunu elbet biliyordum, ama bu işe girişene kadar, onu çevirmenin böylesine zahmetli ve bir o kadar da zevkli bir iş olduğunu tahmin edemezdim. Virginia Woolf, yüzeyi kazımakla yetinmeyen, ipliklerin ucunu düğümlü bırakmayı sevmeyen, insan ruhu söz konusu olduğunda en incelikli, en narin kazı aletlerini yanına alıp, alana çıkmış arkeolog edasıyla dibi görmeye, en diptekini çıkarmaya çalışan bir yazar. Virginia Woolf’u çevirmek nasıl bir meydan okuma ise, Virginia Woolf’un edebiyat deneyimi de bizzat edebiyatın kendisine, kalıplarına, beylik biçimlerine yönelmiş bir meydan okumanın ta kendisi. Woolf, karakterlerinin zihnine giriyor, onları hesaplaşmaları, kusurları, korkuları ve kendilerine tuttukları aynalarla acımasızca baş başa bırakıyor, top top kumaşları tezgâhın üstüne öyle büyük bir ustalıkla açıyor ki; onların bile inmeye korktuğu derinliklerden malzeme toplayan bir madenci, taş kalpli bir mezar kazıcısı oluveriyor bir anda. Öyle ki, gözleri doluyor “Yeni Elbise”nin kahramanı Mabel’in: “… Miss Milan’ın kanarya kafesinin üzerini örtecek olması ya da kendi dudaklarının arasına koyduğu bir kenevir tanesini kanaryasına yedirecek olması ve bunun düşüncesi, insan doğasının bu tarafının, insanın sabrının ve dayanıklılığının, böylesine sefilce, kıt, beş para etmez, küçük şeylerle mutlu olabiliyor oluşunun düşüncesi yani, gözlerini yaşlarla doldurdu.”

Bir kazı çalışmasına çıkmış gibi yazan, yer yer azgın bir nehir gibi, yer yer de tozu dumana katarak yaklaşan bir kasırga gibi akıp giden Woolf yazısı, çevirmen için binbir türlü güçlük çıkarıyor. Woolf’un kısa öykü ve eskizlerini çevirirken benimsediğim ana yöntemi, biçime ve içeriğe ilişkin tercihlerimi ve karşılaştığım zorlukların üstesinden gelme yollarımı kısaca açıklamam gerektiğini düşünüyorum. Bunu hem bu kitabın okuyucularına, hem de aylardır boğuştuğum, kimi zaman yenilip geri çekilsem de, her seferinde yeniden güç toplayıp üzerine yürüdüğüm cümlelerin yazarına borçluyum.

Öykülerinin bir çoğunda bilinç akışı yöntemini kullanan ve İngilizcenin alâmet-i farikası olan sondan bağlamalı, uzun cümlelerden sakınmayan Virginia Woolf’un metinlerini Türkçeye çevirirken bir şeylerden fedakârlık yapmam gerekiyordu. Ya Woolf’un kurduğu özgün dile, cümle çatılarına ve sözdizimine haksızlık etmek pahasına, anlamın peşine düşerek, metinde ifade edilmek istenen şeyin Türkçedeki karşılığını tumturaklı olmayan, pürüzsüz bir dille yansıtma yoluna gidecek; ya da Türkçe metinde yer yer de olsa okumayı zorlaştıran, akışı engelleyen, takır takır kimi cümlelere yer vermek pahasına, Woolf’un biçimsel dehasına sadık kalacaktım. Virginia Woolf, herhangi bir yazar olmadığı için ve kendi özgünlüğü ve belki çevrilemezliği sayesinde dünya edebiyatının yatağını değiştirecek denli önemli eserler vermiş olduğu için; ben ikincisini, yani yer yer çeviri kokabilecek bir dilden ötürü eleştirilmek pahasına metinlerin ruhunu ve çatısını, yaratıcılarına olabildiğince sadık kalarak Türkçeye yansıtmaya çalıştım. Aylar süren çeviri serüvenimin özeti, Virginia Woolf’un öykülerinin baş döndürücü özgünlüğü, biçimi ve eşsizliğini Türkçede ifade etmenin yollarını aramaktan ibarettir. Gösterdiğim çabaya rağmen çeviride varolabilecek hata ve eksikler bana, diğer tüm olumlu unsurlar ise yazara aittir.

Esere, kimi noktalama işaretlerinin İngilizceye özgü olan kullanımları söz konusu olduğunda, bunları Türkçenin yazım kurallarına uygulamak dışında herhangi bir değişiklik ya da “çevirmen yorumu” katmamak için azamî özen gösterdim.

Susan Dick’in editörlüğünde hazırlanan “The Complete Shorter Fiction of Virginia Woolf” adlı özgün eserden yapılan bu çeviride, eserin Marianne Frisch, Brigitte Walitzek, Claudia Wenner ve Dieter E. Zimmer tarafından çevrilmiş olan Almanca baskısından da karşılaştırma amacıyla faydalandım.

Son söz niyetine, çeviri sürecinde sonsuz bir sabır ve eşine az rastlanır bir titizlik gösteren Genel Yayın Yönetmeni Emine Eroğlu ve editörüm H. Handan Arıkan ile, aynı sabrın bir başka biçimini benden esirgemeyen eşim Seda Çöl Arslan’a yürekten teşekkür ederim.

Ek:

Mutsuz ve büyük bir yazar olarak 28 Mart 1941’de kendi hayatına son veren Virginia Woolf’un kahramanlarından biri olan Joan Martyn, “Joan Martyn Hanımefendi’nin Günlüğü” öyküsünde der ki: “Ama annemin dediği gibi en iyi hikâyeler ateş başında anlatılanlardır ve eğer yaşamımın son günlerini, gördüğü acayip şeylerin ve gençliğinde olup bitenlerin hikâyeleriyle bir kış akşamında bütün ev ahalisini susturup kendini dinletebilen yaşlı bir kadın olarak geçirirsem çok mutlu bir insan olacağım.”

Ben de…

Deniz Arslan Berlin, 2010

İlk Öyküler

Phyllis ve Rosamond

İnsanların, düşüncelerinin ve paltolarının resimlerine ihtiyaç duymaya başladığımız bu fazlasıyla tuhaf zamanlarda, yetenekle değil çokyönlülükle çizilmiş, sadık bir taslak belirgin bir değer taşıyabilir.

Her insan, önceki gün duydum bunu, gün içinde yaptığı tüm işlerin ayrıntılarını yazıya döksün; Globe Tiyatrosundaki kapı görevlisinin ve Park ’ın cümle kapılarını tutan adamın 1568 yılının 18 Mart Cumartesi gününü nasıl geçirdiklerine ilişkin bir belge olsaydı elimizde, gelecek kuşaklar da bu kataloglardan en az bizim olmamız gerektiği kadar hoşnut olurlardı.

Ve elimizdeki buna benzer portrelerin neredeyse hepsi, yaşam sahnesinde daha çok göze çarpan erkeklere ait olduğuna göre, gölgede kalan kadınlardan birini model almak, harcanacak çabaya değer görünüyor. Zira bir tarih ve biyografi çalışması aklı başında her insanı, bu silik tiplerin rolünün, kuklacının elinin bir kukla tiyatrosunda oynadığı rolden farksız olmadığına ve kalbin yerinin bulunduğuna inandırmaya yetecektir. Çıplak gözlerimizin yıllarca kuklaların kendi kendilerine dans ettiklerine ve diledikleri gibi hareket ettiklerine inandığı doğrudur; romancılarla tarihçilerin o karanlık ve kalabalık perde arkasına kısmen tutmaya başladıkları ışık, şimdiye kadar bize orada, dans figürlerinin nasıl olacağını belirleyen belirsiz bir elin denetiminde kaç tane tel bulunduğunu göstermekten fazlasına yaramadı. O zaman bu giriş bizi yeniden başladığımız noktaya götürüyor; tam da içinde bulunduğumuz zaman diliminde (20 Haziran 1906) yaşamakta olan ve daha sonra açıklayacağımız bazı nedenlerden ötürü daha geniş bir grubun özelliklerini bünyelerinde toplamış olan küçük bir topluluğu olabildiğince düzenli bir biçimde incelemek niyetindeyiz. Bu gayet sıradan bir durum çünkü ne de olsa hali vakti yerinde, saygıdeğer ve meşrû ebeveynleri olan birçok genç kadın var, hepsi az çok benzer sorunlarla karşılaşıyor olmalılar ve ne yazık ki bu sorunlar karşısında gösterecekleri tepkiler de birbirinden pek farklı değil.

Onlardan beş tane var, hepsinin kız olduğunu söyleyeceklerdir size kederle: Kızlar bir ömür boyu anne babaları adına bu hatanın üzüntüsünü yaşıyor gibidirler. Bunun dışında, iki cepheye ayrılmış durumda bu kızlar: İki kızkardeş diğer iki kızkardeşi karşılarına almış; beşincisi ise iki cephe arasında gidip geliyor. Doğa kardeşlerden ikisine, iktisadi ve toplumsal sorunlar söz konusu olduğunda da başarıyla ve onları mutsuz etmeden devreye sokabildikleri gözüpek ve hırçın bir mizaç bahşederken; diğer ikisine daha uçarı, evcimen, hafif ve duygusal bir karakter vermiş. Bu durumda bu ikisi, dönemin argosunda anıldığı şekliyle birer ‘ev kızı’ olmaya mahkûmlar. Diğer kardeşler ise kendilerini daha da geliştirmeye karar verip üniversiteye gidiyor, orada başarı gösteriyor ve profesörlerle evleniyorlar. Onların kariyerleri zaten erkeklerinkine o kadar benziyor ki, burada özel olarak ele almaya değecek bir şey yok. Beşinci kardeşin karakterine ilişkin, diğerlerine oranla fazla belirgin bir şey yok; ama o zaten yirmi iki yaşında evlendiği için bizim burada tarif etmeye niyetlendiğimiz genç bir kadın olmanın getirdiği bireysel özellikleri geliştirmeye neredeyse hiç vakti olmuyor. Phyliss ve Rosamond diye adlandıracağımız iki ‘ev kızı’nın şahsında, çalışmamız için mükemmel malzemeler bulacağız.

Bazı gerçekler, incelememize başlamadan önce, kızkardeşlerin konumlarını belirlemeye yardımcı olacaktır. Phyllis yirmi sekiz yaşında, Rosamond ise yirmi dört. Kişisel olarak hoş, pembe yanaklı, hayat dolu kızlar; meraklı bir göz yüzlerinde özel bir güzelliğe rastlamayacaktır; ama giysileri ve davranışları onlara temeli olmayan bir güzellik havası katıyor. Oturma odasıyla özdeşleşmiş gibi görünüyorlar, sanki ipek gecelikler içinde doğmuşlar gibi, Türk halısından daha engebeli bir zeminde yürümemiş, koltuktan ya da kanepeden daha sert bir yere sırtlarını yaslamamışlar sanki. Onları oturma odasında giyinip kuşanmış erkek ve kadınların arasında görmek, borsada tüccar ya da adliyede avukat görmekle eşdeğerdir. Bu, her hareketlerinin, her sözlerinin doğrulayacağı gibi onların doğal yaşam alanıdır; iş yaptıkları yer, profesyonel arenalarıdır. Muhtemelen zaferlerini ve ekmeklerini de burada kazanırlar. Ama bu benzetmeyi, karşılaştırmanın uygun ve her bakımdan eksiksiz hale geleceği noktaya kadar sürdürmek kolay olduğu kadar adaletsiz de olur. Benzetme bir yerde işlemiyor; ama nerede ve niçin işlemediğini keşfetmek için daha fazla zaman ve dikkat gerekecek.

Bu genç kadınları evlerine kadar takip edip, yatak odasında yanan mumun başında konuştuklarını duyabilecek bir konumunuz olmalı. Ertesi sabah uyandıklarında ve gün boyunca ne yaparlarsa yapsınlar onlarla birlikte olmalısınız. Bunu yalnızca bir gün boyunca değil günlerce yaptıktan sonra, gece oturma odasında edinilen izlenimlere bir değer biçebilecek duruma geleceksinizdir.

Daha önceki benzetmenin şu kadarı yine de kullanılabilir; yani oturma odasındaki ortamın onların gözünde oyun değil bir iş yapma yerini temsil ettiği. Bu kadarı eve giden atlı arabada olanlar sayesinde açıkça görülebilir. Lady Hibbert böylesi gösterilerin sert bir tenkitçisiydi; kızlarının iyi görünüp görünmediklerini, iyi konuşup konuşmadıklarını, iyi davranıp davranmadıklarını; doğru insanları cezbedip, yanlışları püskürtüp püskürtmediklerini, genel olarak iyi bir izlenim bırakıp bırakmadıklarını dikkatle incelemişti. Onun yaptığı yorumlardaki çeşitlilik ve titizlikten iki saatlik eğlencenin, bu tarz sanatçılar için, son derece hassas ve karmaşık bir iş olduğunu görmek zor değildir. Görünen o ki kızların kendilerini nasıl temize çıkardıkları büyük önem taşıyor. Kızlar boyunlarını eğmiş cevap veriyor ve sonra anneleri onları övse de yerse de sessizliğe gömülüyorlar, üstelik annenin eleştirileri de gayet katı. En sonunda büyük çirkin bir evin tepesindeki mütevazı odalarında baş başa kaldıklarında; kollarını uzatıp gerinerek bir oh çekiyorlar. Konuşmalarında fazla öğretici bir yan yok; erkek işinden konuşuyorlar, kârlarını ve kayıplarını hesaplıyorlar ve yüreklerinde kendi çıkarlarından başka bir şey yok. Buna rağmen onların, sanki hayatta en çok umursadıkları şeyler bunlarmış gibi kitaplardan ve oyunlardan ve resimlerden çene çaldıklarını duymuş olabilirsiniz; bunları tartışmak bir ‘toplantının’ yegâne saikiydi.

Ayrıca bu sevimsiz açıksözlülük anında son derece samimi, ama asla çirkin olmayan bir şeyi de gözlemleyeceksiniz. Kızkardeşler birbirlerine gerçekten düşkünlerdi. Birbirlerine olan sevgileri çoğunlukla, hiçbir şey değilse duygusallık içeren bir çeşit hür masonluk biçimini almıştı; bütün umutları ve korkuları ortak; ama içten gelen, alelâde görünümüne rağmen belli bir derinliği olan bir his. Birlikte yaptıkları her işte tavizsiz olarak muteberler ve küçük kardeşin ablasına karşı olan tavrında şövalyece bir şey bile var. Ablası, yaşının büyüklüğünden ötürü daha zayıf olduğu için her şeyin en iyisine sahip olmalı. Phyllis’in bu üstünlüğü kabul ederkenki minnettarlığında da acıma hisleri uyandıran bir şeyler var. Ama saat geç oldu ve artık birbirinin yüzlerini seçemeyen bu iş ehli genç kadınlar, ışığı söndürme zamanının geldiği konusunda birbirlerini uyarıyorlar.

Bu öngörülü tutuma rağmen kızlar sabah kaldırıldıklarında biraz daha uyumaya istekli görünüyorlar. Ama Rosamond yatağından fırlıyor ve Phyllis’i sarsıyor.

“Phyllis kahvaltıya geç kalacağız.”

Phyllis yataktan kalkıp sessizce giyinmeye başladığına göre bu seslenişte belirgin bir zorlama payı olmalıydı. Ama çabuklukları giysilerini büyük bir özen ve ustalıkla üstlerine geçirmelerini sağladı ve ortaya çıkan sonuç, aşağıya inmeden önce her iki kızkardeş tarafından da titizlikle gözden geçirildi. Kahvaltı odasına indiklerinde saat dokuzu vurdu: Babaları zaten oradaydı, iki kızını da kayıtsızca öptü, kahve doldurulması için fincanını uzattı, gazetesini okudu ve ortadan kayboldu. Sessiz bir yemekti. Lady Hibbert kahvaltısını kendi odasında yaptı; ama kahvaltıdan sonra o gün yapılacakları öğrenmek için onu ziyaret etmek zorundaydılar ve biri anneleri için bazı notlar alırken, diğeri de öğlen ve akşam yemeklerinin ayarlanması için aşçının yanına gitti. Saat on bire geldiğinde bir süreliğine serbesttiler ve en küçük kızkardeş olan on altı yaşındaki Doris’in Magna Carta hakkında Fransızca bir kompozisyon yazmakta olduğu çalışma odasında buluştular.1 Genç kızın çalışması bölündüğü için ettiği şikâyetler -şimdiden sınıf birincisi olmanın hayallerini kuruyordu- dikkate alınmadı. Rosamond, “Burada oturmamız gerekiyor, çünkü başka oturacak yer yok,” dedi. “Seninle bir arada olmak istediğimizi sanma,” diye ekledi Phyllis. Ama bu cümleler herhangi bir art niyetle değil gündelik yaşamın basmakalıp sözleriymişçesine ağızdan çıkmıştı.

Öte yandan kardeşlerine duydukları saygıdan ötürü Phyllis, Anato-le France’ın bir kitabını eline alırken, Rosamond da Walter Pater’in “Yunanca Dersleri” kitabını açtı. Birkaç dakika boyunca sessizce okumaya daldılar; sonra hizmetçilerden biri kapıyı vurdu ve soluk soluğa “Hanımefendi’nin genç bayanları oturma odasında beklemekte olduğu” mesajını iletti. İkisi de homurdandılar; Rosamond yalnız gitmeyi önerdi, Phyllis bunu kabul etmedi, ikisi de kurbandılar ve buyurulacak işin ne olacağı merakıyla somurtarak aşağıya indiler. Lady Hibbert sabırsızlık içinde onları bekliyordu.

“Hah, en sonunda gelebildiniz,” dedi yüksek sesle. “Babanız Bay Middleton’ı ve Sir Thomas Carew’i öğlen yemeğine çağırdığını söylemek için haber gönderdi. Yaptığı tam işgüzarlık! Onları çağırmak nereden aklına geldi bilmiyorum ve ayrıca öğlen yemeği falan da yok – ve görüyorum ki henüz çiçekleri düzenlememişsin Phyllis; Rosamond senin de kestane rengi elbisemin içine temiz bir yelek dikmeni istiyorum. Tanrım, bu erkekler ne kadar da düşüncesiz oluyorlar.”

Kızlar babaları hakkındaki bu imâlı sözlere alışkındılar; genel olarak hep babalarının tarafını tutar, ama bunu açıkça dile getirmezlerdi.

Şimdi ikisi de kendilerine verilen görevleri yerine getirmek üzere sessizce oradan çıktılar: Phyllis’in dışarı çıkıp çiçek ve öğlen yemeği için fazladan tabak satın alması gerekiyordu; Rosamond ise dikişin başına oturdu.

İşleri bittiğinde öğlen yemeği için üstlerini değiştirmeye çok az zaman kalmıştı; ama saat 1:30’da pembeler içinde, gülümseyerek büyük görkemli oturma odasına geldiler. Sir William Hibert’in sekreteri olan Bay Middleton, Lady Hibbert’in tanımıyla geleceği parlak, yükselme ihtimali olan, cesaretlendirilmesi gereken bir genç adamdı. Sir Thomas ise onlarla aynı dairede çalışan, katı duruşlu, gut hastalığı bulunan, şöyle bir bakınca yakışıklı dursa da kişisel bir itibarı bulunmayan bir memurdu.

Öğle yemeğinde Bay Middleton’la Phyllis arasında şen şakrak bir sohbet dönerken, büyükler derin ve tumturaklı sözlerle her zamanki tekdüze şeylerden konuştular. Rosamond ise her zamanki gibi, eniştesi olma ihtimali bulunan sekreterin karakteri üzerine tahminlerde bulunup, geliştirdiği teorileri adamın ağzından çıkan her taze sözle sınayarak sessizce oturdu. İki tarafın da rızası uyarınca Bay Middleton kardeşinin hedefiydi; onun bölgesine girmedi. İnsan, Sir Thomas’ın altmışlı yıllarda Hindistan’da geçen hikâyelerini dinlerken Rosamond’un kafasından geçenleri okuyabilse, onun bir biçimde anlaşılması güç hesaplara dalmış olduğunu görebilirdi; onun deyimiyle Küçük Middleton kötü bir tip değildi; kafası çalışıyordu, Rosamond onun iyi bir evlat olduğunu biliyordu ve iyi bir koca da olabilirdi. Hem hali vakti de yerindeydi ve memuriyette yükselebilirdi. Öte yandan genç kadının psikolojik kavrayışı ona adamın dar görüşlü olduğunu, onun anladığı şekliyle herhangi bir zeka ve hayalgücü belirtisi taşımadığını söylüyordu. Hem kızkardeşini de, onun, saygı duyabilirse bile, bu işbilir, hareketli, küçük adama asla âşık olamayacağını bilecek kadar tanıyordu. Asıl soru kardeşi onunla evlenmeli miydi? Lord Mayo suikasta uğradığında2 geldiği nokta buydu ve dudaklarından çıkan dehşetli ahlar ve ofla-ra rağmen, gözleri masanın karşısına “Bundan kuşkuluyum,” mesajını gönderiyordu. Başını öne eğmiş olsa kızkardeşi, şimdiye kadar birçok evlenme teklifini güvence altına alan sanatını uygulamaya başlayabilirdi. Ancak Rosamond henüz kesin karar vermemişti. Yalnızca “Onu şimdilik elde tut” mesajını göndermekle yetindi.

Beyefendiler öğle yemeğinin üstünden çok zaman geçmeden ayrıldılar ve Lady Hibbert gidip biraz uzanmaya hazırlandı. Ama gitmeden önce Phyllis’i yanına çağırdı.

“Eee güzelim,” dedi, şimdiye kadarkinden daha fazla şefkat göstererek, “güzel bir yemek oldu mu? Bay Middleton’la aranız iyi miydi ?” Kızının yanağını okşayıp, merakla gözlerinin içine baktı.

Phyllis’e o anda bir huysuzluk geldi ve kayıtsız bir cevap verdi. “Ha o mu, kötü bir adam değil ama beni heyecanlandırmıyor.”

Lady Hibbert’in yüzü bir anda gölgelendi: Eğer az önce iyilikseverlik güdüleriyle bir fareyle oynayan müşfik bir kedi idiyse, şimdi ciddiyetini takınan gerçek bir hayvan haline gelmişti.

“Unutma,” dedi sertçe, “bu sonsuza dek devam edemez. Biraz daha az bencil olmaya çalış birtanem.” Dümdüz küfretmiş olsa, sözleri bu kadar rahatsız edici olmazdı.

Parlayıp çıktı ve kızlar dudaklarını anlamlı anlamlı büzerek birbirlerine baktılar.

“Kendimi tutamadım,” dedi Phyllis hafifçe gülerek. “Şimdi bir mola verelim. Hanımefendileri saat dörde kadar bizi rahatsız etmeyecektir.”

Boşalmış olan çalışma odasına çıktılar ve kendilerini yumuşak koltuklara bıraktılar. Sanki bunlar onları düşünmeye sevk edecekmişçesine Phyllis bir sigara yakarken, Rosamond da naneli şeker çiğnemeye başladı.

“Eh güzelim,” dedi Phyllis en sonunda, “son kararımız nedir? Şu anda Haziran ayındayız, annem babam Temmuz’a kadar süre veriyorlar: Elimizdeki tek kişi ise Küçük Middleton.”

Rosamond, “Bir kişiyi saymazsak,” diye söze girecek oldu.

“Evet, ama şimdi onu düşünmenin bir faydası yok.”

“Ah zavallı yaşlı Phyllis! O kötü bir adam değil ki.”

“Temiz ılımlı, dürüst çalışkan. Örnek bir çift olabiliriz! Sen de Derbyshire’da bizimle yaşamalısın.” “Daha iyisini yapabilirsin,” diye devam etti Rosamond, bir yargıcın düşünceli tavrıyla. “Öte yandan onlar da daha fazla beklemeyecekler.” “Onlar”dan kastı Sir William’la Lady Hibbert’tı.

“Babam dün evlenmezsem ne yapabileceğimi sordu. Hiçbir şey söy-leyemedim.”

“Öyle, biz evlenmek için yetiştirildik.”

“Sen daha iyisini yapabilirdin. Elbette ben bir budalayım, o yüzden bana fark etmiyor.”

“Ve ben de evliliğin en iyi seçenek olduğuna inanıyorum – eğer insanın istediği kişiyle evlenmesine izin verilirse.”

“Ah biliyorum: Bu çok fena. Ama yine de gerçeklerden kaçamıyorsun.”

“Middleton” dedi Rosamond kısaca. “Şu anda elimizdeki gerçek o. Ona karşı bir şeyler hissediyor musun?”

“En ufak bir şey bile hissetmiyorum.”

“Onunla evlenir miydin?”

“Eğer Hanımefendileri beni zorlarsa.”

“Her durumda bir çıkış yolu olabilir.”

Karşısına çıkan kim olursa olsun kızkardeşinin tavsiyesi doğrultusunda onu kabul ya da reddedebilecek durumda olan Phyllis, “Onu şimdi nasıl görüyorsun?” diye sordu. Keskin ve iyi çalışan bir beyne sahip olan Rosamond, zekasını özellikle insan karakterine ilişkin gözlemleriyle besliyordu ve onun bu becerisine az da olsa kişisel önyargılarının da gölgesi düştüğü için, eriştiği sonuçlar genellikle güvenilir oluyordu.

“O çok iyi,” diyerek söze girdi; “ahlaki özellikleri kusursuz: Kafası çalışıyor. İşinde yükselecektir elbette. En ufak bir hayalgücü ve romantiklik belirtisi taşımıyor. Sana karşı çok adil olacaktır.”

“Kısacası münasip bir çift olacağız desene: Tıpkı annemle babam gibi!”

“Asıl soru,” diye devam etti Rosamond; “karşına yeni biri çıkana dek bir yıl daha köleliğe devam etmeye değip değmeyeceği. Ve bu yeni birisi kim olacak? Simspon mı, Rogers mı, [Leiscetter mı?].”

Kızkardeşi söylenen her isimde yüzünü ekşitti.

“Bana kalırsa çıkan sonuç şu: Zamanın geçtiğini unutmadan ortalıkta dolaşmayı sürdür.”

“Bırak da elimizde fırsat varken yaşamın tadını çıkaralım! Eğer sen olmasaydın Rosamond, şimdiye on kere evlenmiştim ben.”

“Boşanma davası açmış olurdun bence güzelim.”

“Bunu yapmak için fazlasıyla saygıdeğerim aslında. Sensiz çok zayıfım. Hadi şimdi de senin işlerinden konuşalım.”

“Benim işlerim bekleyebilir,” dedi Rosamond kararlılıkla. Ve iki genç kadın yeniden üstlerini değiştirme zamanı gelene kadar ciddiyetle ve biraz merhameti de eksik etmeden arkadaşlarının karakterlerinden konuştular. Ama bu konuşmanın değinilmesi gereken iki özelliği vardı. Birincisi zekaya büyük itibar gösterip, yorumlarında onu hep baş köşede tutmaları; ikincisi ise ne zaman mutsuz bir ev yaşamı ya da hayal kırıklığıyla sonuçlanmış bir bağlılığın kokusunu alsalar, en az sevdikleri kişilerden bile söz ediyor olsalar, yargılarının gitgide daha ılımlı ve anlayışlı bir hal almasıydı.

Saat dörtte Lady Hibbert’le birlikte ev ziyaretine çıktılar. Bu işlem daha önce akşam yemeğine çağrıldıkları ya da çağrılmayı umdukları evleri resmi bir tavırla tek tek gezerek, her gidilen evin hizmetçisinin eline birkaç davet kartı tutuşturmaktan ibaretti. Bir yerde eve girip birer fincan çay içtiler ve tam on beş dakika boyunca hava durumundan konuştular. Yorgun bir halde yavaşça parktan geçerlerken, Aşil heykelinin etrafından adım hızıyla dolanan neşeli bir atlı araba konvoyunun geçişine yetiştiler. Lady Hibbert’ın yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmadı.

Saat altıda yeniden evdeydiler ve Sir William’ı yaşlıca bir kuzenle onun karısına çay ikram ederken buldular. Bu konuklar herhangi bir merasime gerek olmaksızın ağırlanabilirdi ve Lady Hibbert John’un nasıl olduğunu ve Milly’nin kızamığı atlatıp atlatmadığını sorma işini kızlarına bırakarak biraz uzanmaya gitti. Odadan çıkarken de, “Unutma, akşam yemeğini saat sekizde yiyeceğiz Willi-am.” dedi.

Phyllis onlarla birlikte gitti; parti seçkin bir yargıç tarafından veriliyordu ve onun da saygıdeğer bir kraliyet avukatını eğlendirmesi gerekiyordu; en azından bir yöndeki çabaları konusunda biraz rahatlayabilirdi, annesinin gözleri de onu kayıtsızlıkla karşıladı. Phyliss yaşlı bir adamla kişisel olmayan konularda hoşbeş etmenin buz gibi berrak bir su içmeye benzediğini düşündü. Teorilerle uğraşmadıkları gibi adam ona gerçeklerden söz etti ve Phyllis de dünyanın, onun yaşamından bağımsız olan kaskatı gerçeklerle dolu olduğunu öğrenmekten hoşnut oldu.

Oradan ayrıldıklarında Phyllis annesine Rosamond’la buluşmak için Tristramların evine gideceğini söyledi. Lady Hibbert dudaklarını büzdü, omuz silkti ve sanki yeterli bir neden bulabilse buna karşı çıkacakmış gibi “pekâlâ” dedi. Ama Sir William bekliyordu ve kaş çatmaktan fazlasını yapmadı.

Böylece Phyllis, Londra’nın Tristramların yaşadığı o uzak ve pek gözde olmayan semtine kardeşinden ayrı olarak tek başına gitti. Bu Tristramların gıpta edilecek pek çok tarafından biriydi. Alçı sıvalı ön cepheleriyle Belgravia ve Güney Kensington’un kusursuzca dizelenmiş evleri tam da kendi yaşamlarıyla uyum içindeymiş gibi göründü Phyllis’e; onu yaşayanların ağırbaşlı çirkinlikleriyle uyum sağlaması için çirkin bir örüntü halinde inşa edilmiş bir yaşamla yani. Ama insan burada, Bloomsbury’de yaşasa diye düşündü Phyllis elini sallayıp, bindiği araba soluk yeşil ağaçların gölgelerinin örttüğü geniş, huzurlu meydanlardan geçerken, istediği gibi yetişebilir. Uygun bir ortam vardı ve özgürlük vardı, Strand’ın* uğultusuyla görkeminde, evinin ön cephesiyle sütunlarının onu tamamen koruduğu canlı gerçeklerini gördü yaşamın.

Tuttuğu araba bu yaz gecesinde, içerideki sohbetin ve canlılığın bir bölümünün kaldırıma kadar taşmasına olanak verecek biçimde açık duran, içlerinde ışık yanan bir dizi pencerenin önünde durdu. Genç kadın onu içeri alıp, eğlenceye dahil olmasını sağlayacak olan kapının açılması için sabırsızlandı. Ama içeriye girip de odanın ortasına dikildiğinde, kendi görüntüsünün farkına vardı, bunun gibi toplantılarda Romney’nin3 tablolarındaki kadınları andırdığını gayet iyi biliyordu. Kendini insanların yerlerde oturduğu, küçük başı diğerlerini hor görüyormuşçasına dik ve dudakları her an iğneli bir söz sarf edecekmişçesine büzülmüş haldeki evsahi-bi kadının bir avcı ceketiyle arz-ı endam ettiği dumanaltı odaya girerken buldu. Beyaz ipek giysisi ve kiraz rengi kurdeleleri Phyllis’i çarpıcı kılıyordu. Kendisiyle diğerleri arasında bir fark bulunduğu hissiyatına bürünmüş bir halde sessizce oturup, sohbet esnasında özellikle onun söze girmesi için atılan pasları neredeyse hiç değerlendirmedi. Orada oturmakta olan bir düzine insana şaşkınlık hissiyle bakmayı sürdürdü. Sohbet o sıralarda kentte sergilenmekte olan bazı tablolarla ilgiliydi ve bu resimlerin değerli olup olmadıkları teknik denilebilecek bir açıdan tartışıldı. Phyllis söze nereden girmeliydi? Tabloları o da görmüştü; ama kendi basmakalıp görüşlerinin maruz kalacakları sorgu ve eleştirilere dayanamayacağını biliyordu. Ayrıca normalde birçok şeyin üstünü örten kadınsı zarafetinin bu ortamda geçer akçe olmayacağını da biliyordu. Zaman ilerledi; zira ateşli ve ciddi bir tartışma söz konusuydu ve tartışmacılardan hiç biri mantık dışı yöntemlerle alaşağı edilmeye razı değildi. Hal böyle olunca, Phyllis kendini kanatları yolunmuş bir kuş gibi hissederek oturdu ve onları izledi, bunu yaparken daha önce bir baloda ya da tiyatro oyununda hiç hissetmediği kadar şiddetli -çünkü bu hakikiydi- bir huzursuzluk içindeydi. İki ucu pis bir değnekten söz eden o küçük, can yakıcı deyimi kendi kendine tekrarlarken, bir yandan da konuşulanlara odaklanarak kafasını çalıştırmaya uğraşıyordu. Hareketlerine bakılırsa odanın diğer ucundaki Rosamond’un durumu da farksızdı.

Nihayet tartışmacılar dağıldı ve sohbet yeniden genel konulara döndü; ama sohbet bir konuda yoğunlaştı diye kimse özür dilemedi ve Hibbert kardeşler genel sohbetin de, uluorta konular konuşuluyor olsa bile sıradan olana yönelik bir küçümseme içerdiğini ve bunun açıkça dile getirilmesinden çekinilmediğini gördüler. Ama sohbet oyalayıcıydı ve Rosamond sohbet sırasında lafı açılan bir karakterle ilgili tartışmaya katılarak kendini övgüye layık bir biçimde temize çıkarmış oldu; her ne kadar en derinlikli gözlemlerinin, yalnızca sonraki irdelemeler için birer çıkış noktası olarak alındığını ve herhangi bir sonuç içermediklerini görmek onu şaşırtmış olsa da.

Bunun dışında, Hibbert kardeşler aldıkları eğitimin onlara nasıl ayak bağı olduğunu keşfettikleri için de şaşkın ve biraz yılgındılar. Phyllis, Hristiyanlık aleyhine Tristramların ağızlarından çıkan ve sanki din önemsiz bir meseleymiş gibi şen şakrak alkışlanan bir sözü, içgüdüsel bir şekilde kınadığı için kendi kendini tokatla-yabilirdi.

Hibbert kardeşler için daha da inanılmaz olanı iş alanında takınılan tavırlardı; zira onlar “hayatın gerçekleri”nin bu tuhaf ortamda da belirli bir önem taşıdığını sanıyorlardı. Çok güzel bir genç kadın ve gelecek vaat eden bir sanatçı olan Bayan Tristram, konuya kişisel bir ilgi duyabileceği her halinden belli olan bir adamla evlilik üzerine konuşuyordu. Ama görüşlerini dile getirirken ve genel olarak aşk ve evlilik yaşamı üzerine tartışırken sergiledikleri özgür ve açıksözlü yaklaşım, konunun bütünüyle ilgili yepyeni ve fazlasıyla şaşırtıcı bir bakış açısı sunuyordu. Bu, genç kadınları o ana kadar görüp duydukları her şeyden daha fazla büyüledi. Konuyu a’dan z’ye, her yönüyle bilmekle övünürlerdi; ama bu onlar için yalnızca yeni değil, hiç kuşkusuz hakiki de bir şeydi.

Tristram kardeşlerin küçüğü, “Hiç evlenme teklifi almadım, bunun nasıl bir his olduğunu merak ediyorum,” dedi, içten ve düşünceli gelen bir sesle ve Phyllis’le Rosamond orada bulunanlara rehberlik etmek için kendi deneyimlerinden söz etmek zorunda hissettiler kendilerini. Ama bir yandan da bu acayip ve yeni bakış açısına henüz uyum sağlamış değillerdi, nihayetinde onlarınki bambaşka türden deneyimlerdi. Aşk onlar için belirli bazı hesapların tetikledi-ği, balo ve parfüm kokulu konser salonlarında, göz süzmelerle, sallanan yelpazelerle ve kararsız, davetkâr vurgularla yaşatılan bir şeydi. Buradaki aşk ise gün ışığınının altında çırılçıplak ve kaskatı duran, insanın dilediği gibi yoklayıp inceleyebileceği, sağlam, usta işi bir şeydi. Aşklarını istedikleri gibi yaşamak konusunda serbest olsalar bile, Phyllis ve Rosamond’un bu yolu seçecekleri kuşkuluydu. Gençliğin verdiği düşüncesizce bir dürtüyle kendi kendilerini tamamıyla hükümsüz kılmışlar ve özgür olmak yolunda gösterilecek tüm çabanın beyhude olduğuna karar vermişlerdi: Uzun süren esaret onları içten içe çürütmüştü.

Bu yüzden, kendi suskunluklarının farkına bile varmadan, bir eğlence yerinden kapı dışarı edilmiş de içeridekilerin onları göremeyeceği soğuk ve rüzgârlı bir köşeye atılmışçasına sus pus oturdular. Ama gerçekte bu iki sessiz ve gözlerinden konuşmaya aç oldukları anlaşılan genç kadının varlığı, oradaki herkes için bir sıkıntı kaynağıydı; her ne kadar onların neden sustuklarını bilmeseler de, -belki de yalnızca sıkılmışlardı. Ancak Tristram kardeşler kendilerini sorumlu hissettiler ve küçük kardeş Bayan Sylvia Tristram ablasıyla fı-sıldaştıktan sonra Phyllis’le özel bir sohbete girişti. Phyllis bu fırsatı önüne kemik atılmış bir köpek gibi yakaladı; öyle ki zamanın geçip gittiğini ve bu garip akşam toplantısında konuşulanların onun kavrayış sınırlarının dışında kaldığını gördükçe, yüzünde perişanlık derecesinde aç bir ifade belirmişti. Hiç değilse, aynı hisleri paylaşmıyorsa da, onu bundan alıkoyan şeyin ne olduğunu açıklayabilirdi. Kendi iradesizliğinin geçerli nedenleri olduğunu kanıtlamak için can atıyordu ve ortaya attığı kişilerüstü genellemelere rağmen Bayan Sylvia’nın sağlam bir kadın olduğuna hükmederse, onunla bir gün ortak bir zeminde buluşabileceklerine dair umut vardı. Konuşmak için öne doğru eğildiğinde, Phyllis’in içinde, bu yapmacık saçmalıklar yığınında girişeceği hummalı bir arayışın sonucunda, bir yerlerde gizlenmiş olduğunu varsaydığı saf benliğin o katı damarını bulabileceğine dair tuhaf bir his vardı.

“Ah Bayan Tristram,” diye girdi söze, “siz, hepiniz çok zekisiniz. Ürktüğümü hissediyorum.”

Sylvia, “Bizi gülünç mü buluyorsunuz ?” diye sordu.

“Neden gülünç bulayım ki? Kendimi nasıl bir budala gibi hissettiğimi görmüyor musunuz?”

Sylvia görmeye başlıyordu ve gördüğü şey ilgisini çekti.

“Sizinki şahane bir yaşam; bize öyle yabancı ki.”

Yazıyla uğraşan, başka aynalarda kendi yansımasını görmekten ve başkalarının yaşamına ayna tutmaktan edebî bir zevk duyan Sylvia, büyük bir zevkle işe koyuldu. Hibbertleri daha önce hiç insan olarak görmemiş; onlardan hep “genç bayanlar” olarak söz etmişti. Bu yüzden şimdi hatasını düzeltmeye çoktan hazırdı; hem kibrinden, hem de gerçekten merak ettiği için.

Bir an önce konuya gelmek için “Ne işle meşgulsünüz ?” diye sordu beklenmedik bir anda.

Phyllis, “Ne işle meşgulüm?” diye tekrarladı soruyu. “Akşam yemeği talimatıyla ve çiçekleri düzenlemekle!”

Dolambaçlı sözlerle oyalanmamaya kararlı olan Sylvia, “Evet ama mesleğiniz nedir?” diye ısrarcı oldu.

“Mesleğim bu işte; keşke bu olmasaydı! Gerçekten Bayan Tristram, birçok genç kadının aslında köle olduklarını unutmamalı ve sırf siz özgürsünüz diye beni hor görmemelisiniz.”

“Anlatır mısınız bana,” diye araya girdi Sylvia, “tam olarak ne kast ediyorsunuz? Bilmek istiyorum. İnsanlar hakkında daha çok şey öğrenmek istiyorum. Bilirsiniz sonuçta önemli olan insan ruhudur.”

Teorilerden uzak durma kaygısıyla, “Evet,” dedi Phyllis. “Ama bizim yaşamımız son derece basit ve sıradan. Bizim gibi onlarcasını tanıyor olmalısınız.”

“Akşam giysilerinizi biliyorum,” dedi Sylvia; “sizi güzel giysilerle önümden gelip geçerken görüyorum, ama henüz konuştuğunuzu duymadım. Çok mu katı bir insansınız?” Bu üslûbun Phyllis’in sinirine dokunduğunu fark edince tavrını değiştirdi.

“Şunu söylememe izin verin, bizler kardeşiz. Ama dışarıda neden bu kadar farklıyız ki?”

“Yo hayır, biz kardeş falan değiliz,” dedi Phyllis acı acı; “eğer öyleysek de size acıyorum. Görüyorsunuz ya, biz bunun gibi akşam toplantılarına katılmak, cici konuşmalar yapmak ve sanırım evlenmek için yetiştirilmişiz; elbette istesek üniversiteye gidebilirdik ama istemediğimiz için, bu yeteneklerimizi geliştirdik.”

“Biz de üniversiteye gitmedik.” dedi Sylvia.

“Ve yetenekli de mi değilsiniz? Tabii ki siz ve kardeşiniz asıl olansınız; Rosamond ve bense sahteyiz: En azından ben öyleyim. Ama şimdi her şeyi fark etmiyor musunuz, ne kadar ideal bir yaşam sürdüğünüzün farkında değil misiniz?”

Sylvia odanın içine bakınarak, “Neden siz de, tıpkı bizim gibi, istediğinizi yapamıyor olasınız ki, bunu aklım almıyor.” dedi.

“Bizim böyle insanları ağırlayabileceğimizi mi sanıyorsunuz? Ebeveynlerimiz şehir dışında olmadığı sürece hiçbir arkadaşımızı davet edemeyiz ki.”

“Neden?”

“Evde yeterli odamız yok, bu bir sebep. Hem olsa bile, bunu yapmamıza asla izin verilmez. Biz evlenene kadar evin kızlarıyız.”

Sylvia onun biraz abarttığını düşündü. Phyllis aşktan söz ederken yersiz bir açıkgözlülükle konuştuğunu anladı.

“Evlenmek istiyor musunuz?” diye sordu Sylvia.

“Bunu soruyor musunuz? Masum küçük bir kızsınız! Ama tabii hakkınız da var. Aşk uğruna olmalı ve onun getirdiği diğer şeyler uğruna. Ama,” diye devam etti Phyllis, çaresizce gerçeği bulmaya çalışarak, “biz evliliği bu şekilde değerlendiremeyiz. Biz o kadar çok şey istiyoruz ki evliliği neyse o ya da olması gerektiği neyse o olarak görmemiz olanaksız. Her zaman için başka birçok şey de giriyor denkleme. Evlilik bizim için özgürlük ve dostlarımız demek, kendimize ait bir ev demek ve sizin şimdiden sahip olduğunuz diğer her şey demek! Bu size çok tüyler ürpertici ve çıkarcı bir yaklaşım gibi mi görünüyor?”

“Tüyler ürpertici olduğu doğru ama çıkarcı bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum. Sizin yerinizde olsam hislerimi yazıya dökerdim.”

Phyllis gülünç bir çaresizlik edasıyla, “Ah yine başladınız Bayan Tristram.” diye atıldı. “Size şunu bir türlü anlatamadım; öncelikle bizde o zeka yok, hem olsa da bunu işletemezdik. Yüce Tanrı neyse ki bizi tam da durumumuza uygun yaratmış. Belki Rosamond bir şeyler yapabilirdi ama o da çok geç kaldı.”

“Tanrım!” dedi Sylvia yüksek sesle. “Nasıl bir kara deliktir bu! Ben yanmalı, kavrulmalı, fışkırmalı, pencereden atlamalıyım; en azından bir şey olsun yapmalıyım!”

Phyllis alaycı bir sesle, “Ne ?” diye sordu. “Eğer bizim yerimizde olsanız bunu yapabilirdiniz, ama bizim yerimizde olabileceğinize ihtimal vermiyorum. Yo hayır,” diye devam etti daha sakin ve sinik bir edayla, “bu bizim yaşamımız ve onu en iyi şekilde yaşamalıyız. Ben yalnızca sizin neden buraya gelip, sus pus oturduğumuzu anlamanızı istiyorum. Görüyorsunuz ya, bizim sürmek istediğimiz yaşam bu ve şimdi bunu yapabileceğimizden bir hayli kuşkuluyum. Sizler,” dedi bütün odayı göstererek, “bizim sadece modaya uygun iki şımarık kızdan ibaret olduğumuzu düşünüyorsunuz; biz de zaten az çok öyleyiz. Ama bundan daha iyi bir konumda olabilirdik. Bu dokunaklı değil mi ?” O kupkuru yarım gülümsemesiyle güldü.

“Ama bana bir söz verin Bayan Tristram: Gelip bizi göreceksiniz ve ara sıra buraya gelmemize izin vereceksiniz. Rosamond, artık gitsek iyi olacak.”

Ve oradan ayrıldılar, Phyllis arabada az önceki çıkışına şaştı kaldı; ama bunun hoşuna gittiğini de hissetti. İkisi de bir şekilde heyecanlıydılar ve kendi rahatsızlıklarını deşelemek, ne anlama geldiğini çözmek için sabırsızlanıyorlardı. Geçen gece de aynı saatte daha süklüm püklüm ama kendilerinden daha hoşnut bir ruh haliyle dönmüşlerdi eve; yaptıkları şeyden ötürü sıkıntı duysalar da bunu hakkını vererek yaptıklarının bilincindeydiler. Çok daha iyi şeylere layık olduklarını bilmenin hoşnutluğu da cabasıydı. Bu akşam ise sıkıntılı değillerdi; ama ellerine fırsat geçtiği halde kendilerini yeterince iyi ifade edemediklerini düşünüyorlardı. Yatak odası hoşbeşi biraz keyifsiz geçti; Phyllis kendi gerçek benliğine nüfuz ederken o sıkı sıkıya korunan bölgeyi serinleten buz gibi bir havanın girmesine engel olamadı; gerçekten ne istiyorum diye sordu kendine. İki kutbu da eleştirip, her ikisinin de kendisine ihtiyacı olan şeyi vermediğini hissettiğine göre, o nasıl bir ortama uygundu acaba? Bunları kızkardeşine anlatamayacak denli hakiki bir sıkıntı içindeydi ve onu etkisi altına almış olan dürüstlük nöbeti dahilinde ona açılmanın da hiçbir şeye yaramayacağına hükmetti. Bu konuda bir şey yapılacaksa bile, bunu yapacak olan kendisiydi. O gece son olarak Lady Hibbert’in ertesi gün onlara bütün günlerini kapsayacak bir plan hazırlamış olduğunu düşünerek ferahladı: Hiç değilse düşünmek zorunda kalmayacaktı ve nehir kıyısındaki partiler hep eğlenceli geçerdi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Diğer Edebiyat
  • Kitap AdıVirginia Woolf| Bütün Öyküler
  • Sayfa Sayısı352
  • YazarVirginia Woolf
  • ISBN9786051141657
  • Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviTimaş / 2010-5

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Flush – Bir Köpeğin Romanı ~ Virginia WoolfFlush – Bir Köpeğin Romanı

    Flush – Bir Köpeğin Romanı

    Virginia Woolf

    “… güçlü kuvvetli, enerji dolu, yaşama sevinci içinde genç Robert Browning bir bomba gibi patlamıştı Elizabeth Barrett’in sessiz hasta odasında. İngiliz edebiyatının en ünlü...

  2. Mrs. Dalloway ~ Virginia WoolfMrs. Dalloway

    Mrs. Dalloway

    Virginia Woolf

    Her şeye rağmen güneş parlıyordu. Her şeye rağmen insan yaşadıklarının üstesinden geliyordu. Her şeye rağmen hayat, günü güne eklemenin bir yolunu buluyordu. Londra cemiyetinin...

  3. Jacob’ın Odası ~ Virginia WoolfJacob’ın Odası

    Jacob’ın Odası

    Virginia Woolf

    Jacob’ın Odası, Virginia Woolf’un yazarlık hayatında geleneksel anlatıdan modernist deneysel anlatıya geçişi simgeleyen bir kilometre taşı. Edward Çağı İngilteresi’nde başlayan Jacob’ın Odası, Jacob Flanders’ın...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yaz ve Şehir ~ Candace BushnellYaz ve Şehir

    Yaz ve Şehir

    Candace Bushnell

    Yaz, New Yorkun en büyülü zamandır! Ve Carrie de bu şehirdeki her şeye aşık. Etrafındaki uçuk karakterlere, vintage kıyafetler satan butiklere, çılgın partilere ve...

  2. Düştüğün Yerden Kalkacaksın ~ Yusuf Özkan ÖzburunDüştüğün Yerden Kalkacaksın

    Düştüğün Yerden Kalkacaksın

    Yusuf Özkan Özburun

    Düştüğün yer burası. Cennetin asudeliğinden dünyanın kesafetine, karmaşasına, maddiliğine, perdeliliğine düştün. Kalbin cennetinden kopuk aklın kıskacına sıkıştın. Ruhun cennetinden gövdenin bataklığına saplandın. Düştüğün yer...

  3. Domaniç Dağlarının Yolcusu ~ Şukufe NihalDomaniç Dağlarının Yolcusu

    Domaniç Dağlarının Yolcusu

    Şukufe Nihal

    Şukufe Nihal çeşitli gazetelerde, çıktığı yurt gezilerine dair izlenimlerini yayımlardı. Bu yazlarda, ülkenin ilerlemesi bakımından aydınlara çok görev düştüğünden, aydınların memleketle barışarak gezmeleri gerektiğinden...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur