“Cinayet sarmalı ve bir dönemin çalkantıları içinde kader ağlarını aşk için örüyor…”
VERDÂ
Ailesi Amerika’ya yerleşene dek, Yeşilköy’deki bir köşkte dedesi ve babaannesiyle birlikte yaşayan, çocukluğunun mutlu günlerini dedesinin Şarköy civarındaki bağlarında geçiren bir genç kadın…
CAN
Küçük yaştan itibaren Avrupa’da eğitim görmüş, babası öldürülünce Fransa’da yaşadığı tatlı hayata ara verip Türkiye’ye, onu bekleyen aile işine dönmek zorunda kalan bir genç adam…
Can’ın babası Suphi Korkut’u öldürmekle suçlanan Osman Aktuğ, Verdâ’nın dedesidir… Ve Can Korkut, Aktuğ’lardan nefret etmektedir.
Kader ağlarını örüp onları ilk kez karşı karşıya getirdiğinde, Verdâ ve Can kendilerini büyük ve bir o kadar da fırtınalı bir aşkın içinde bulacaklarından habersizdirler.
1995
Şubat
New York New York, baş döndüren koşuşturmalarda sürüklediği insancıklarıyla, soğuk bir kış gününün akşamüstünü karşılarken, yüksek binaların arasından vuran gün sonunun çelimsiz ışığı, havayı ısıtmaktan uzaktı. Verdâ, sade şıklığıyla solgun ışığa karşı pencerenin önünde durmuş, birkaç kat aşağıdaki caddeyi seyrediyordu. İki blok ötede gözden kaybolup East Nehri’ne kadar uzanan 42. Cadde her zamanki gibi kalabalıktı. Önüne çıkan her şeyi acımasızca savuran rüzgâra karşı yürüyen insanların görüntüsü içini ürpertti.
Odanın sıcağında hissetmese de iyi bilirdi o çelik gibi delici soğuğu. Ofisinden, New York Halk Kütüphanesi’yle yan yana karşısındaki bloğu kaplayan Bryant Park’a bakarken, yıllar evvel New York’a geldiği o ilk günleri anımsadı. Seks kulüplerinden henüz temizlenmemiş caddede, kaldırıma rastgele atılmış enjektörlerin, prezervatiflerin üzerinden tiksinti ve korkuyla atlayarak iş çıkışı metroya koşuşunu düşündü. Annelik içgüdüsüyle karnını tutuşu aklına geldi, gülümsedi. Ağaçların birbirine geçmiş çıplak dalları, parkı şehrin betonlarından korumak için ele ele tutuşmuş hissi veriyordu. Bir vakitler uyuşturucu kullananların yatağıyken artık New York Moda Haftası’nda dünya ünlülerinin doluştuğu popüler bir mekâna dönüşmüştü park; güneşli günlerin öğle vakitlerinde, yeşil boyalı küçük yuvarlak masalardan birini boş yakalamak için içinde koşuşan insanların çocuksu telaşı geldi gözünün önüne, gülümsedi. Bahar bir an evvel gelseydi.
Parkın bir köşesindeki açık barda, ayaküstü içkisini yudumlayan insanların bakışmalarla süslenen gülüşmelerinin coşkusuna katılmayı özlemişti. Dışarıdan gelen heyecanlı konuşmalar odaya doluverdi birden, başını çevirdi. Sekreter kız kapı aralığından gülümsüyordu. “Bir kahve getireyim mi?” “Evet, bana bir de sigara buluver lütfen!” Şaşırmıştı kız, onun sigara içtiğini hiç görmemişti. Verdâ kendi kendine gülümsedi. Küçük keyiflere zaman ayrılmalıydı. Hayat hiç beklenmedik zamanlarda yön değiştirebiliyordu. Başka bir zaman olsa ofisteki bu tatlı heyecana kendisi de katılırdı. Şirket, Village’da yükselen yeni bloklardan birkaçının satış işini almıştı. Bu herkes için iyi prim fırsatı demekti.
Ne var ki şimdi zihnindekilerle baş başa kalmak istiyordu. Beş yıl evvel, iki çocukla tekrar New York’a gelmeye karar verdiğinde, annesiyle babası açıkça demeseler de bu kararını doğru bulmamışlardı. Onlara göre, kurulu bir düzeni, iyi bir işi varken, insan daha ne isterdi? Sakin üniversite şehri Ithaca’yı bırakıp içinde kaybolacağı New York hayâllerine kapılmak da neydi? Hem, emlak yatırım danışmanlığı, günlük emlakçılık gibi bir şey değildi. Sorumluluk yükleyen, stresli bir işti. Evet, New York maceraydı ama zaten uçmak, inancın gücüne yaslanıp tutkunun kanatlarına sımsıkı sarılmak değil miydi? Özgürlüklerini korkunun karanlığında yitirenler, delişmen ruhların bulutlarla oynaşmaktan aldığı keyfi bilemezdi. Onlara hayâllerini anlatmamıştı. Her işin kendisine göre stresi vardı. Bazen risk almak gerekliydi. New York’un dört bir yanında yükselen inşaat projeleri güzel fırsatların habercisiydi.
Manhattan emlak piyasası her geçen gün daha da büyüme sinyalleri veriyordu. New York’ta iyi bir geleceği olacağına ilk günden inanmıştı. Durumu haklılığını gösteriyordu. Yaşam pahalıydı Manhattan’da ama burada iş yapmanın getirisi de aynı şekilde yüksekti. Baştan beri hedefi, büyük bir emlak yatırım şirketinde çalışmak olmuştu. Hayat belki de insana istediklerini sunuyordu. Müşteri dosyasının kısa zamanda genişlemesi dikkat çekmişti. Yeni müşterileri, genellikle başka bir müşterisinin referansıyla geliyordu. Cornell mezunu olmasının yarattığı farkı da görüyordu. Çevre önemliydi. Ama… Yorulmuştu. Şu son birkaç yılın yoğun çalışmasının ardından bir tatili fazlasıyla hak ediyordu. Masanın üstüne bıraktığı zarftan mektupla birlikte çıkan, Boğaz kıyısında babaannesine sarılmış gülümsediği çocukluk fotoğrafını eline aldı; İstanbul’u düşledi, lacivert Boğaz’ın yosun kokusunu içine çekmeyi… Özlemişti, hem babaannesini hem İstanbul’u. Odanın loşluğunda mahzun bir gülüşle iç geçirdi. İstanbul… Onca yıldan sonra, kısacık bir yaz tatili için bile olsa geri dönmeye hazır mıydı? Bakımlı tırnaklarla süslü uzun parmaklarıyla boynundaki pembe incilere dokundu. Babaannesini düşünerek gülümsedi. İnce yapısı, dimdik duruşu, açık renk teni, uzun koyu kirpiklerle çevrili bal rengi iri gözleri ve dolgun dudaklarıyla babaannesine benzediği söylenirdi.
Babaannesi “V” harfini kendine özgü vurgular, başka türlü “Verdâ!” derdi. “Selvi boylum,” diyerek kucaklardı onu. Bazen de hoş bir edayla, “Kısa kısa gül ağacı,” der, kendi ufak tefek oluşuna gönderme yapardı. Gül ağaçları… Köşkün arka bahçesindeki mermer süs havuzunun etrafına sıralanmış, siyah, bordo kadife, sarı, pembe gülleri anımsadı. Uzun sıcak yaz günlerinde fıskiyeden yükselen suyun ferahlatıcı sesi, iç bayıltan gül kokularıyla havada buluşurken, havuz başında içilirdi geç ikindi çayları. Koyu gölge altındaki çim bahçe sulanınca mis gibi kokar, babaannesinin margaret dediği iri papatyalar, coştukça seyreltilirdi. Bahçenin her bir köşesindeki ağaçlarda çeşit çeşit meyve yetişir, sofrada mutlaka dalından yeni kopmuş taze bir mevsim meyvesi bulunurdu. Her mevsimin gelişi ayrı bir şenlikti bahçede. Baharın işareti japongülü, kışın ise ayvayla nardı. Lale ise bazen geç yağmış karın altından başkaldırarak japongülüne nispet yaparcasına müjdelerdi baharı. Verdâ, düşüncelerden sıyrılıp duvardaki saate baktı. Masasına serilmiş planları, tanıtım broşürlerini ve çizimleri toparladı; masanın bir kenarına düzgünce yerleştirip kalktı.
Sekreter kız, kahveyle sigarayı getirdiğinde, masasına bırakıp çıkarken ışığı yaktı. Hava kararmak üzereydi. “Kapat!” deyiverdi. Sesi sert çıkmıştı. Masasındaki lambanın loş ışığı yeterliydi. Kahvesinden bir yudum aldı, sigarasını yaktı. Pencerenin küçük kanadını açtı, iyice yaklaşıp görkemli New York’un gökyüzüne uzanan ışıklarına karşı üfledi dumanı ve New York’u seyretti. İstanbul’dan New York’a… Neredeyse on iki yıl geçmişti! Sigarasından bir nefes daha almak istediğinde, pencerenin kenarına yasladığı kolu uyuşmuş, kanı çekilmiş parmaklarının arasındaki sigara yarısına kadar kül olmuştu. Kahvesinden bir yudum daha aldı. O da soğumuştu. Kâğıt bardağı masaya sertçe bıraktı. Sigaranın kalanını bardağın içine attı. Anlaşılan, pek çok şey gibi sigaranın ilk nefesiyle beraber kahveden bir yudum almanın keyfi de geride kalmıştı. Omuzlarını dikleştirip derin bir nefes aldı. Ortada kalan birkaç belgeyi de ötekilerin yanına yerleştirip, dolaptan çantasını çıkardı. Masadaki lambayı kapattı, askıdan mantosunu aldı… Odasından çıktığında, ofiste kimse kalmamıştı. Temizlik görevlisi çöp kutularını boşaltıyordu. Kadın İspanyolca, “İyi akşamlar,” deyince gülümseyerek karşılık verdi. Yavaş adımlarla asansörlerin bulunduğu geniş hole çıkarken, aklındaki tek şey o soruydu! “İstanbul’a dönmeye hazır mıyım?”
1964
Aralık
Yeşilköy Çatısına erişen ulu ağaçların ortasındaki Aktuğların üç katlı beyaz köşkü, heybetli ve vakur duruyor; kırmızı boyalı ahşap kepenklerle korunmuş pencerelerinden, sessiz sokağı ve ötesindeki sakin denizi seyrediyordu. Baharda çiçeklerle rengârenk olan bahçe, iki gün aralıksız yağan karın ardından yanı başındaki gri kış denizine nispet gelin gibi bembeyazdı. Kalın ahşap oymalı, korkulukla çevrilmiş balkonlar, oval bir eğimle öne çıkarak kaptan köşkü misali denizi üst katlardan görüyordu. İlk kattaki geniş balkona açılan camlı kapıların ardında herkes sessizdi. Çalışma odasının tüm sesleri yutan ahşap duvar kaplaması, arada görünen güneşi de koyu meşe renginde hapsediyordu. Güneş arada vurunca, lacivert zemine pembeler, kahveler ve krem rengiyle dokunmuş kalın İran halısının ince desenleri arasındaki saf ipek beyaz motifler, göze çarpıyordu. Balkon kapısının karşısındaki geniş şöminede küllenmiş ateş, odayı ısıtmaktan uzaktı. Mermer kaidesinin iki ucundaki ağır gümüş şamdanların arasında, Hulûsi’nin Amerika’dan “Çok değerli,” diyerek ve özenle koruyarak getirdiği Stuben prizma duruyordu. Bitişikteki salona açılan kapıyı çevreleyen raflar eski-yeni, çeşit çeşit kitapla doluydu. Odanın loşluğunda sanki yalnızca kristal prizmanın göbeğindeki altın at figürü ve kitap ciltlerinin altın varakları ışıldıyordu.
Kapının ardındaki geniş salon, bir tarafta pencerelerden ön bahçeyi, yolu ve denizi görüyor; karşısındaki camlı kapılardan, yüksek ağaçların gölgesindeki arka bahçeye bakıyordu. Yazları yemyeşil çim olan arka bahçenin ortasındaki mermer kaplı alanın etrafı gül ağaçlarıyla çevriliydi. Tam ortasında büyücek mermer bir süs havuzu yükseliyordu. Birkaç bölüme ayrılmış salon, hafif oymalı mobilyalarla döşeliydi. Üst katın sahanlığından inen ahşap merdiven, endamlı bir kadının ince belinden salınan tütün rengi ipek entari görkemiyle kıvrılıp genişleyerek, hole açılan salon kapısının yakınında son buluyordu. Kalabalık aile toplantılarında her köşede ayrı sohbetler yapılırdı. Kim bilir ne vakit Beyrut’tan getirtildiği söylenen, ortası yeşil çuha kaplı, sedef kakma küçük kare oyun masası da bir köşede duruyordu. O masada dedesiyle papazkaçtı oynamayı çok severdi Verdâ. Epeydir oturmakta olduğu geniş, yumuşak beyaz koltuktan kalktı, burnunu pencerenin camına dayadı. Karla kaplı bahçenin ötesindeki deniz durgundu.
Abdullah sürekli içeriye çay ve kahve taşımaktaydı. İki gün önce de böyle gemileri sayarak dedesini beklemişti, sonra sıkılıp vazgeçmişti ama bugün bekleyecekti. Dedesi ve babası neden hâlâ çıkmamışlardı ki? Öğle yemeğinden aceleyle kalkmışlar, elinde kocaman deri bir çantayla gelen o sarı saçlı adamla beraber çalışma odasına kapanmışlardı. Çantalı adam çatık kaşları, asık yüzüyle ürkütücü gelmişti Verdâ’ya.
İçeride, kapının karşısındaki masasında oturan Osman Aktuğ, uzun parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. Pencereden gelen ışık, yüzündeki derin çizgilerde kayboluyordu. Altmışlı yaşlarının ortalarında olmasına rağmen düz, gür saçlarında çok az beyaz vardı. Geniş elleriyle mavi gömleğinin üzerinden omuzlarını ovaladı. Uzun boyu ve iri yapısıyla uyumlu geniş ceviz masanın ortasına üst üste yığılmış dosyaların birini alıp birini bırakarak incelmeyi sürdürdü. Kapakları torbalanmış yorgun gözleriyle dosyalardaki evrakı taradı. Hulûsi, babasının yanı başında durmuş dosyaları onunla birlikte inceliyordu. Kısa boyu fazla eğilmesini gerektirmiyordu. Sinirli hareketlerle, sık sık, alnından geriye taradığı düz kumral saçlarını ve kızarmış yanaklarını sıvazlıyordu. Muhasebeci masanın karşısındaki deri koltuklardan birinin ucuna ilişmiş, bakışlarını Osman’ın yüzüne kilitlemişti. Adamın alnı ve ortadan ayrılmış briyantinli seyrek saçlarının arası boncuk boncuk terlemişti. Kucağındaki dosyaları iki eliyle kavrayarak huzursuzca kıpırdandı. Osman, elindeki dosyaya bakarak arkasına yaslandı, alnını ovalayarak kendi kendine konuşur gibi mırıldandı: “Durum hiç iyi görünmüyor. Banka beklemeyecek.”
Abdullah duvar apliklerinin ışıklarını açarken, Verdâ’nın alışılmadık sessiz hâlini fark edip seslendi: “Küçük hanım hadi benimle mutfağa gelin.” Verdâ kafasını çevirmeden omuzlarını silkti. Abdullah vazgeçmedi. “Ama fırından yeni çıkmış bir kek var, belki bir dilim yersiniz.” Verdâ, onu duymamış gibi demir atmış Boğaz’a girmek için sıra bekleyen uzaktaki gemilerin ışıklarını beklemeye koyuldu. Tekrar koltuğa döndü, ayakta durmaktan yorulmuştu. Gözlerini odanın kapısına dikti ve beklemeye devam etti.
Konuşma sesleriyle gözlerini açtığında hava iyice kararmıştı. Salon yalnızca apliklerin solgun ışığıyla aydınlanıyordu. Biri üstüne bir battaniye örtmüştü. Dedesi, babası ve sarı saçlı adam salonun kapısında durmuş ayaküstü konuşuyordu. Kulak kabarttı ama olduğu yerden bir şey duyamadı. Konuşmaları bitince dedesi adamın ardından salonun kapısını kapattı ve babasıyla birlikte hızlı adımlarla tekrar çalışma odasına yöneldi. Babası çatılmış kaşlarıyla dedesinin peşinden giderken yüksek sesle, “Baba, bir iş zarar ederse satılır. Bu çok basit bir kuraldır!” diyordu. Merak ve şaşkınlıkla onların arkasından baktı, yerinden kıpırdayamamıştı. İçeri girmelerinin hemen sonrasında odanın kapısı yeniden açıldı, babası göründü. Çıkarken kapıyı ardından öyle bir kuvvetle çekmişti ki kapı, çarpmanın şiddetinden tekrar açılmıştı. Verdâ dehşet içinde bir açık kapıya bir merdiven basamaklarını çift çift tırmanan babasına baktı. Yüreği deli gibi çarpıyordu. Kalakalmıştı. Açık kapıdan, masasında oturmuş, başı elleri arasında kapıya bakan dedesini görebiliyordu. Abdullah da gürültüye koşmuş ama salonun kapısında kalmıştı. Bu evde neler oluyordu? Bütün bunlar şu “Haciz” denen adam yüzünden miydi acaba? Abdullah’la şoförün konuşmalarını duymuştu. “Haciz geliyormuş. Şaraphaneyi, bağları hepsini alacakmış,” demişti Abdullah. Bu “Haciz” denen adamın karnına bir yumruk, bacağına da bir tekme atmak geldi içinden. Hem de bütün gücüyle!
Beyoğlu’nun Arka Sokakları
Küfeli, uykudan kurtarmaya çalıştığı bakışlarını, kadının uzun bacaklarının çıplaklığında yukarıya doğru kaydırdı. Bacakların kalçalara birleşimindeki koyu gölgelere takıldı gözleri. Kadın, bir ayağının üstüne abanmış, aynanın karşısında yüzüne bir şeyler sürüyordu. Geriye attığı başından, kalçasının üzerindeki gamzelere kadar inen gür siyah saçları hâlâ ıslaktı. Yıkanmayan kadın yatağına giremezdi. Yattığı yerden göremediği yuvarlak memelerini düşündü. Onların diri yumuşaklığını ve kadının yeni yıkanmış serin teninin altındaki sıcaklığı… Yatağın içinde yüzünü duvara döndü, gözlerini kapattı. Dişlerini sıkarak seslendi, “Hadi,” dedi, “çabuk giyin ve çık buradan!” Odada gezinen küçük adımları duydu, kumaş hışırtıları geldi kulağına. Giyiniyordu. Kapanacak kapının sesini beklerken, ensesinde hissettiği sıcak nefesle irkildi. Kadın gülerek, “Sen İstanbul’un en cömert adamısın!” dedi. Bütün vücudundan ani bir ter boşaldı. Yayından boşalmış zemberek hızıyla fırladı, kadının yüzüne bir tokat patlattı. Kadın, tokadın şiddetiyle dengesini yitirip yere kapaklandı. Eğilip kadını uzun saçlarından yakaladı, yüzünü onun şaşkın yüzüne iyice yaklaştırıp korku dolu gözlerinin içine baktı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıVerdâ
- Sayfa Sayısı472
- YazarNilüfer Köylüoğlu
- ISBN9789751421814
- Boyutlar, Kapak13,5x19,6, Karton Kapak
- YayıneviRemzi Kitabevi / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Şu An Saat Kaç? ~ Halil Yörükoğlu
Şu An Saat Kaç?
Halil Yörükoğlu
“Meksika kolasının farkı neydi bilmiyordum ama sordum. Türkiye’deki kolaya en çok benzeyen tat buymuş, diğerleri çok şekerliymiş, o yüzden özellikle onu seviyormuş. Böyle arabanın...
- Kuş Kulesi ~ Ferda İzbudak Akıncı
Kuş Kulesi
Ferda İzbudak Akıncı
Son Tren’de dershaneden çıkan Sinan ve İrem’in uyuyakalışı, Papatyalar’da ayağı alçıda Pınar’ın annesine çok sevdiği papatyalardan toplayamayışının üzüntüsü, Kuş Kulesi’nde Mustafa’nın ışıklı hayalleri, Kasabalı Çocuk’ta tanıştığı yazar...
- Ustanın Dersi ~ Henry James
Ustanın Dersi
Henry James
Genç yazar Paul Overt, davet edildiği bir kır malikânesinde uzaktan uzağa hayranı olduğu ünlü romancı Henry St. George’la ve ilk görüşte âşık olduğu Miss...