Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Venedik’te Ölüm
Venedik’te Ölüm

Venedik’te Ölüm

Thomas Mann

Thomas Mann’ın yazarlık yaşamında Venedik’te Ölüm’ün özel bir yeri vardır. 1929’da Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Mann, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yayımlanan Venedik’te…

Thomas Mann’ın yazarlık yaşamında Venedik’te Ölüm’ün özel bir yeri vardır. 1929’da Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Mann, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yayımlanan Venedik’te Ölüm adlı uzun öyküsünde, sanatçının trajik çıkmazını işler. Dinlenmek için Venedik’e giden ünlü yazar Aschenbach, genç Polonyalı Tadzio’nun Yunan tanrılarını andıran olağanüstü güzelliği karşısında büyülenir. Sanatçının varoluşunu aşk ve ölüm simgeleriyle harmanlayan Venedik’te Ölüm, Mann’ın derin duyarlılığının en yalın örneğidir. Luchino Visconti tarafından sinemaya da uyarlanan bu ölümsüz eseri, Behçet Necatigil’in çevirisiyle sunuyoruz.

Bi­rin­ci bölüm

Gus­tav Asc­hen­bach ya da el­lin­ci do­ğum gü­nün­den be­ri res­men taşı­dı­ğı asa­let un­va­nıy­la Gus­tav von Asc­henbach, kı­ta­mız­da ay­lar­ca teh­li­ke ha­va­sı es­ti­ren 19. yı­lı­nın ilk­ba­ha­rın­da bir ikin­diüs­tü, Münih’­te Prinz-Re­gen­ten Cad­desi’­nde bu­lu­nan evin­den, bir başı­na uzun­ca bir gezin­ti­ye çık­mış­tı. Öğ­le­ye ka­dar­ki saat­le­ri dol­du­ran zor­lu, çe­tin, tam da o sı­ra­lar­da son de­re­ce öl­çü­lü dav­ran­ma, özen, de­rin­leş­me ve dik­kat­li ira­de is­te­yen ça­lış­ma­dan sinir­le­ri ge­ri­len ya­zar, ka­fa­sın­da­ki ya­ra­tı­cı me­ka­niz­ma­nın ke­sil­me­yen iş­le­yişi­ni, ya­ni Cicero’­ya gö­re be­la­ga­tın ta ken­di­si de­mek olan motus animi continuus’­u1 öğ­le ye­meğin­den son­ra bi­le ön­le­ye­me­miş ve ener­ji­si­nin git­tik­çe tüken­me­si karşı­sın­da, gün or­ta­sı bir kez, o ka­dar ge­rek­li ve ha­fif­le­ti­ci olan uy­ku­yu da bu­la­ma­yın­ca, ça­yı­nı iç­tik­ten az son­ra, ha­va­nın ve ha­re­ke­tin si­nir­le­ri­ni ya­tış­tı­rıp kendi­si­ni ve­rim­li bir ge­ce­ye ka­vuş­tu­ra­ca­ğı umu­duy­la açık ha­va­yı ter­cih et­miş­ti.

Ma­yıs baş­la­rıy­dı; ya­ğış­lı, so­ğuk ge­çen haf­ta­lar­dan son­ra bir­den­bi­re al­da­tı­cı bir yaz bas­tır­mış­tı. Ağaç­la­rın yap­rak­la­rı he­nüz tek tük be­lir­miş­ti, ama İn­gi­liz Bahçesi’nde ağus­tos­ta­ki gi­bi bo­ğu­cu bir ha­va var­dı; bah­çe­nin şeh­re ya­kın kıs­mı ara­ba­lar ve gez­me­ye çık­mış in­san­lar­la do­luy­du. Asc­hen­bach, ten­ha­laşan yol­lar­dan ge­çe­rek vardı­ğı Au­meis­ter önün­de bir sü­re oya­lan­mış, ke­na­rın­da bir­kaç fay­ton­la üç dört at­lı ko­nak ara­ba­sı­nın dur­du­ğu, içe­ri­si halk­la do­lup taşan ga­zi­no­yu şöy­le bir sey­ret­miş, gü­neş ba­tar­ken park­tan çı­kıp kır­lar­dan ge­çe­rek dö­nüş yo­lu­nu tut­muş ve yor­gun­luk duy­du­ğu ve Föh­ring üzerin­de­ki bu­lut­la­ra ba­ka­rak bir fır­tı­na ko­pa­ca­ğı­nı sez­di­ği için, Ku­zey Mezarlığı’­nda, ken­di­si­ni doğ­ru­ca şeh­re gö­türe­cek tram­va­yı bek­le­me­ye baş­la­mış­tı.

Tram­vay du­ra­ğın­da ve çev­re­sin­de te­sa­dü­fen kim­secik­ler yok­tu, ne çif­te ray­la­rı, ıs­sız­lı­ğıy­la kes­kin pa­rıl­tı­lar için­de Schwabing’­e doğ­ru kay­bo­lan, kal­dı­rım taşı döşe­li Un­ge­rer Caddesi’­nde ne de Föh­ring şo­se­sin­de bir taşıt gö­rü­lü­yor­du; sa­tışa su­nul­muş haç­la­rıy­la, me­zar ki­ta­be­leri ve hey­kel­le­riy­le, or­ta­ya ka­lan­sız ya­tan­sız ikin­ci bir mezar­lık çı­ka­ran taş ya­pı­mev­le­ri­nin çit­le­ri­nin ar­dın­da in cin top oy­nu­yor ve bu atöl­ye­le­rin karşı­sın­da Bi­zans ya­pı­sı, ce­na­ze me­ra­sim bi­na­sı, sön­mek­te olan gü­nün son ışık­la­rı için­de ses­siz ya­tı­yor­du. Bi­na­nın Ru­mi haç­lar ve açık renk­li hi­ye­rog­lif ben­ze­ri süs­ler­le be­zen­miş cep­he­sin­de ay­rı­ca si­met­rik bir dü­zen­le da­ğı­tıl­mış ve yal­dız­lı harf­lerle ya­zı­lı ki­ta­be­ler gö­rü­nü­yor, ki­ta­be­ler­de Kut­sal Kitap’ tan alın­ma, ahi­ret­le il­gi­li, “Tan­rı evi­ne girerler!”, “E­be­di nur on­la­ra yol göstersin!”­ gi­bi cüm­le­ler oku­nu­yor­du; Asc­hen­bach, bir­kaç da­ki­ka için­de bu ve­ci­ze­le­ri oku­yup gö­nül gö­zü­nü on­lar­da­ki say­dam mis­ti­siz­me dal­dır­mak­la tam bir zi­hin oya­lan­ma­sı bul­muş­tu ki, bir­den­bi­re dal­dı­ğı âlem­den uya­na­rak re­va­kın ora­da, açık mer­di­ve­ni sağ­lı sollu bek­le­yen apo­ka­lip­tik hay­van hey­kel­le­ri­nin yu­ka­rı­sında, hiç de sı­ra­dan ol­ma­yan ha­liy­le, düşün­ce­le­ri­ne bambaş­ka bir yön ve­ren bir adam gör­dü.

Bu ada­mın bronz ka­pı­dan çı­ka­rak bi­na­nın için­den mi gel­di­ği, yok­sa so­kak­tan ge­lip far­kı­na va­rıl­ma­dan yuka­rı mı çık­tı­ğı an­laşıl­mı­yor­du. Asc­hen­bach bu nok­ta­yı pek öy­le de­rin­leş­tir­me­mek­le be­ra­ber, da­ha çok bi­rin­ci ola­sı­lı­ğa mey­let­ti. Bo­yu ol­duk­ça uzun, za­yıf, sa­kal­sız, bıyık­sız, dik­ka­ti çe­ke­cek ka­dar küt bu­run­lu bu adam, kı­zıl saç­lı tip­ten­di ve bu ti­pin süt­be­yaz ve çil­li te­ni on­da da gö­rü­lü­yor­du. Bav­ye­ra­lı de­ğil­di bes­bel­li; en azın­dan başını ör­ten ge­niş ve düz ke­nar­lı ha­sır şap­ka, ona uzak­lar­dan ge­len ya­ban­cı bi­ri gö­rü­nü­mü ve­ri­yor, bu­nun­la bir­lik­te om­zun­da Bav­ye­ra tar­zı bir sırt çan­ta­sı taşı­yor­du, üze­rinde ka­ba çu­ha gi­bi gö­rü­nen sa­rım­tı­rak bir spor el­bi­se, dirse­ği­ni boş böğ­rü­ne yas­la­dı­ğı sol ko­lun­da gri bir yağ­murluk, sağ elin­de de eğik ola­rak ye­re da­ya­dı­ğı, ayak­la­rı­nı çap­raz­la­ya­rak kal­ça­sı­nı yas­la­dı­ğı de­mir uç­lu bir bas­ton var­dı. Başı, açık spor göm­le­ğin­den dışa­rı fır­la­mış, in­ce boy­nun­da gırt­lak çı­kın­tı­sı­nı kuv­vet­li ve çıp­lak gös­te­recek şe­kil­de yu­ka­rı kalk­mış, küt bur­nu­na hiç ya­kış­ma­yan iki di­key ve ener­jik çiz­giy­le renk­siz, kı­zıl kir­pik­li göz­le­ri, kes­kin ba­kış­lar­la uf­ka di­kil­miş­ti. Du­ruşun­da, her şe­yi bir ba­kış­ta hâkim bir şe­kil­de kav­ra­yan, cü­retkâr, hat­ta vahşi bir şey­ler –bel­ki de bu iz­le­ni­mi pe­kiş­ti­ren, ken­di­siy­le bir­lik­te in­sa­nı da yu­ka­rı­ya taşı­yan ko­nu­muy­du– var­dı; çün­kü ya bat­mak­ta olan gü­neşin ışık­la­rıy­la ka­maş­mış göz­le­ri­nin çeh­re­si­ni kı­rış­tır­ma­sın­dan ya da yü­zün­de­ki fiz­yo­no­mik bir ku­sur­dan ötü­rü du­dak­la­rı kı­sa ka­lı­yor; etle­ri­ne ka­dar açık­ta olan diş­le­ri, du­dak­la­rı­nın ara­sın­dan be­yaz be­yaz, uzun uzun sı­rı­tı­yor­du.

Ya­rı da­lıp git­miş, ya­rı araş­tı­ran göz­ler­le bu ya­ban­cı­yı sü­zer­ken, ge­rek­li ne­za­ke­ti el­den bı­rak­mış ol­sa ge­rek­ti; çün­kü bir­den ya­ban­cı­nın da ba­kış­la­rı­na karşı­lık ver­di­ği­ni fark et­ti; hem de öy­le mey­dan okur­ca­sı­na, gözlerini di­kerek ve karşı­sın­da­ki­nin ba­kış­la­rı­nı çe­vir­me­ye o ka­dar azim­li ki;Asc­hen­bach, bir tat­sız­lık duy­gu­su için­de başı­nı çe­vi­rip ar­tık bu adam­la il­gi­len­me­me­ye ka­rar ve­re­rek çitler bo­yun­ca ge­zin­me­ye ko­yul­du. Ni­te­kim, bir da­ki­ka son­ra da onu unut­muş­tu bi­le. Aca­ba ya­ban­cı­nın gö­rünüşün­de­ki o gö­çe­be­lik mi et­ki­le­miş­ti ha­ya­li­ni, yok­sa mad­di-ma­ne­vi baş­ka­ca bir güç mü var­dı or­ta­da: An­sı­zın ru­hun­da tu­haf bir ge­niş­le­me his­set­ti. Bir çeşit ser­se­ri bir hu­zur­suz­luk, de­li­kan­lı­la­ra öz­gü uzak­la­ra su­sa­mış bir özlem; o ka­dar can­lı, o ka­dar ye­ni ama yi­ne de çok­tan terk edil­miş, unu­tul­muş bir duy­guy­du ki bu, ne ol­du­ğu­nu, ne­re­ye yö­nel­di­ği­ni an­la­mak için ol­du­ğu yer­de, el­le­ri­ni ar­ka­sın­da bir­leş­tir­miş, göz­le­ri­ni ye­re dik­miş, öy­le­ce mıhla­nıp kal­dı.

Se­ya­hat ar­zu­suy­du bu, baş­ka bir şey de­ğil; fa­kat bir nö­bet gi­bi bas­tır­mış, bir tut­ku­ya dö­nüş­müş, ade­ta bir san­rı ha­li­ne gel­miş­ti.Ar­zu­su­nun içi­ne ba­kan bir göz açılmış, ça­lış­ma saat­le­rin­den be­ri he­nüz du­rul­ma­mış olan ha­yal gü­cü, çeşit­li­li­ği için­de­ki yer­yü­zü­nün hep bir­den ha­ya­li­ne ge­tir­me­ye ça­lış­tı­ğı bü­tün ha­ri­ka­la­rı ve dehşetle­ri için bir ser­gi aç­mış­tı. Müt­hiş bir man­za­ra­yı ger­çek göz­le­riy­le gö­rü­yor­du san­ki; gök kub­be­nin al­tın­da ke­sif si­siy­le ıs­lak, gür bit­ki­li, gör­kem­li, tro­pi­kal bir ba­tak­lık böl­ge; ada­cık­lar­dan, ba­tak­lık­lar­dan, ça­mur yük­lü ır­mak kol­la­rın­dan oluşan, in­san­lar­dan uzak, el değ­me­miş vahşi bir do­ğa gö­rü­yor­du. Kay­pak eğ­rel­tio­tu yı­ğın­la­rıy­la yağ­lı, şiş­kin ve aca­yip çi­çek­ler açan bit­ki ör­gü­le­ri ara­sın­dan yer yer tüy­lü pal­mi­ye göv­de­le­ri fış­kır­dı­ğı­nı gör­dü; eciş bücüş ağaç­la­rın kök­le­ri­ni ha­va­dan ge­çi­rip top­ra­ğa sal­dık­ları­nı, tı­ka­nık ve yeşil göl­ge­ler­le kı­pır­daşan su­la­ra dal­dırdık­la­rı­nı gör­dü; ora­da ta­bak gi­bi açıl­mış süt­be­yaz yü­zen çi­çek­ler ara­sın­da fır­lak omuz­lu, yam­ru yum­ru ga­ga­lı yaban­cı kuş­lar sığ­lık­lar­da, baş­la­rı ya­na çev­ri­li, hiç kı­pır­dama­dan du­ru­yor­lar, bam­bu ka­mış­lı­ğı­nın bo­ğum bo­ğum ka­mış­la­rı ara­sın­da pu­su­da bir kap­la­nın göz­le­ri ışıl­dı­yor ve Asc­hen­bach yü­re­ği­nin dehşet ve es­rar do­lu ar­zu­lar­ ­la çır­pın­dı­ğı­nı du­yu­yor­du. Der­ken ha­yal kay­bol­du ve Asc­hen­bach başı­nı sal­la­ya­rak, me­zar taş­çı­la­rı­nın çit­le­ri bo­yun­ca ge­zin­ti­si­ne de­vam et­ti.

Hiç de­ğil­se dün­ya­da­ki do­laşım araç­la­rın­dan ya­rarlan­ma imkân­la­rı­na sa­hip ola­lı be­ri, se­ya­hat et­me­ye, in­sanın is­te­me­di­ği hal­de ara sı­ra baş­vur­mak zo­run­da kal­dı­ğı bir sağ­lık ön­le­min­den baş­ka bir göz­le bak­ma­mış­tı. Ben­liği­nin ve bü­tün Avrupa’­yı be­nim­se­miş ru­hu­nun ken­di­sine yük­le­di­ği ödev­ler­le –a­la­ca­lı bu­la­ca­lı dış dün­ya­nın merak­lı­sı ola­ma­ya­cak ka­dar– faz­la­sıy­la meş­gul, ya­rat­ma sorum­lu­lu­ğuy­la çok yük­lü, eğ­len­ce­den ya­na çok gö­nül­süz, yer­yü­zü hak­kın­da her­ke­sin çev­re­sin­den pek ay­rıl­mak­sızın edi­ne­bi­le­ce­ği gö­rüş­le ye­tin­miş, Avrupa’­dan dışa­rı çık­mak şöy­le dur­sun, hiç­bir za­man böy­le bir ar­zu bi­le duy­ma­mış­tı. Üs­te­lik ha­ya­tı bi­tişe doğ­ru git­ti­ğin­den, sanat­çı­la­rın duy­du­ğu o bi­ti­re­me­me kor­ku­su­nu –iş­le­ri­ni tamam­la­ya­ma­dan ve ken­di­ni tam an­la­mıy­la tes­lim et­me­ye ha­zır ol­ma­dan saa­tin du­ra­bi­le­ce­ği yö­nün­de­ki o kay­gı­yı– ar­tık sa­de­ce bir ku­run­tu ola­rak öteleyemediği için, dışarı­da­ki va­ro­luşu ken­di­si için bir va­tan ha­li­ne ge­len bu güzel kent­le, dağ­lar­da kur­du­ğu ve yağ­mur­lu yaz ay­la­rı­nı ge­çir­di­ği ka­ba sa­ba kır eviy­le ye­ti­ni­yor­du ne­re­dey­se.

Çok sür­me­di; bu ka­dar geç kal­mış, bu ka­dar ani bir esin­tiy­le ge­len ar­zu, he­men az son­ra man­tı­ğı ve genç­liğin­den bu ya­na alışa­gel­di­ği nef­si­ne hâkim ol­ma duy­gu­su sa­ye­sin­de der­li top­lu ve ak­la uy­gun bir çer­çe­ve­ye alın­dı. Kır evi­ne göç et­me­den ön­ce, ha­ya­tı­nı bağ­la­dı­ğı ese­ri­ni bir nok­ta­ya ka­dar gö­tür­me­yi ak­lı­na koy­muş­tu; ken­di­si­ni işin­den ay­lar­ca uzak­ta tu­ta­cak olan dün­ya­yı do­laş­ma düşün­ce­si; ona ala­bil­di­ği­ne te­mel­siz, plan­la­rı­na çok ama çok ay­kı­rı ge­li­yor­du, böy­le bir şey cid­den söz ko­nu­su bile ola­maz­dı. Bu­nun­la be­ra­ber böy­le ani bir ayar­tı­lışın han­gi ne­den­den ile­ri gel­di­ği­ni de çok iyi bi­li­yor­du. Kaçmak ar­zu­suy­du bu, ken­di­si­ne iti­raf et­ti­ği şey: Uzak­la­ra, ye­ni­lik­le­re, kur­tul­ma­ya, yük­ler­den sıy­rıl­ma­ya, unut­ma­ya duy­du­ğu bu öz­lem­di – Kaç­mak, ese­rin­den, do­nuk,so­ğuk ve hum­ma­lı bir ödev­le sı­nır­lan­mış her gün­kü yer­ler­den uzak­laş­mak! İşi­ni se­vi­yor­du ger­çi; inat­çı, gu­rur­lu ve kaç kez de­nen­miş ira­de­siy­le, kim­se­le­rin bil­me­si­ni ve ese­ri­nin hiç­bir şe­kil­de hiç­bir tü­ken­me, gevşe­me be­lir­ti­siy­le dışa vur­ma­sı­nı is­te­me­di­ği, git­tik­çe ar­tan o yor­gun­lu­ğu ara­sında­ki si­nir­le­ri yıp­ra­tan, her gün ye­ni­den ta­ze­le­nen sa­vaşı da se­vi­yor­du ha­ni ne­re­dey­se. Fa­kat ya­yı faz­la ger­me­mek, var­lı­ğı­nı bu ka­dar can­lı du­yu­ran bir ge­rek­sin­me­yi dikbaş­lı­lık edip boğ­ma­mak ak­la uy­gun ge­li­yor­du. İşi­ni dü­­ şün­dü; ge­lip da­yan­dı­ğı, bir ön­ce­ki gün ol­du­ğu gi­bi bugün de bı­rak­mak zo­run­da kal­dı­ğı ve ne sa­bır­lı bir dik­kat ne de ani bir atı­lım­la başa­rı­la­ca­ğa ben­ze­yen nok­ta­yı düşün­dü. Bu kıs­mı ye­ni­den göz­den ge­çir­di, en­ge­li kırma­yı ya da çöz­me­yi de­ne­di ve bir is­tek­siz­lik ür­per­ti­siy­le atı­lım­dan vaz­geç­ti. Bu­ra­da ha­ni öy­le gö­rül­me­dik bir güç­ ­lük de bu­lun­mu­yor­du, ak­si­ne Aschenbach’­ın eli­ni ko­lunu bağ­la­yan şey, ar­tık hiç­bir şey­le gi­de­ri­le­me­ye­cek bir ye­ter­siz­lik gö­rü­nüşün­de­ki is­tek­siz­lik­ten doğ­ma ku­run­tular­dı. Genç­ken, ye­ter­siz­li­ğe ye­te­ne­ğin özü ve iç do­ğa­sı gö­züy­le bak­mış ve duy­gu­nun iyim­ser bir ge­lişi­gü­zel­lik ve ya­rım bir ol­gun­laş­may­la ye­tin­mek­ten ya­na ol­du­ğu­nu bildi­ği için, ye­te­nek uğ­ru­na duy­gu­la­rı diz­gin­le­ye­rek so­ğutma­ya ça­lış­mış­tı.Yok­sa bo­yun­du­ru­ğu al­tı­na al­dı­ğı duy­gular şim­di onu terk ede­rek, sa­na­tı­nı da­ha ile­ri gö­tür­mekten ve ka­nat­lan­dır­mak­tan vaz­ge­çe­rek bi­çim ve an­la­tı­mın ver­di­ği bü­tün haz­la­rı, bü­tün o ken­din­den ge­çiş­le­ri alıp gö­tü­re­rek on­dan in­ti­kam mı alı­yor­du aca­ba? Kö­tü şey­ler yaz­dı­ğı sa­nıl­ma­sın: Ge­çen yıl­la­rın ya­ra­rı, ken­di­si­ni us­ta­lığın­dan her an tam bir gö­nül ra­hat­lı­ğıy­la emin his­set­me­si ol­muş­tu hiç de­ğil­se. Fa­kat, bü­tün bir ulu­sun kut­la­dı­ğı bu us­ta­lık­tan o hoş­nut ol­mu­yor, ese­ri­ni kı­vıl­cım­lı pa­rıl­tı­lar sa­çan bir de­ha­nın be­lir­ti­le­rin­den yok­sun bu­lu­yor, zevk sa­hi­bi okur­la­rın, da­ha önem­li bir üs­tün­lük ol­ma­sı ge­reken içe­rik de­rin­li­ğin­den da­ha çok bu zekâ pa­rıl­tı­la­rın­dan hoş­lan­dık­la­rı­nı gö­rü­yor­du.Ya­zı kır­lar­da, ye­me­ği­ni pişi­recek bir hiz­met­çi kız ve bu ye­me­ği ma­sa­ya, önü­ne ge­ti­recek bir uşak­la be­ra­ber, o kü­çük ev­de bir başı­na ge­çir­mekten kor­ku­yor­du. Hoş­nut ol­ma­dı­ğı gevşek­li­ği­ni ye­ni­den çev­re­le­ye­cek olan dağ, te­pe ve ya­maç­la­rın aşi­na çeh­re­leriy­le karşı­laş­mak­tan kor­ku­yor­du. Ya­zın çe­ki­le­bi­lir ve verim­li bir ha­le gel­me­si için bir ara per­de, adam sen de bir yaşa­yış, fe­lek­ten gün çal­mak, gur­bet ha­va­sı, ta­ze kan gere­ki­yor­du. O hal­de se­ya­ha­te çık­ma­lı – bu onun için uygun­du. Öy­le pek uzak­la­ra da de­ğil! Kap­lan­la­rın ora­ya ka­dar uzan­mak şart mı? Ya­tak­lı va­gon­da bir ge­ce­lik bir yol ve o gü­ze­lim gü­ney­de her mil­let­ten in­san­la do­lu bir ta­til ken­tin­de üç dört haf­ta sü­re­cek bir siesta…

Elekt­rik­li tram­va­yın gü­rül­tü­sü Un­ge­rer Cad­desi’­ne doğ­ru yak­laş­tı­ğı sı­ra­da,Asc­hen­bach iş­te bun­la­rı düşü­nüyor­du; tram­va­ya bi­ner­ken, bu ge­ce­yi ha­ri­ta­la­rı ve tren ta­ri­fe­le­ri­ni in­ce­le­me­ye ayır­ma­ya ka­rar ver­di. Tram­va­yın sa­han­lı­ğın­da, ha­sır şap­ka­lı adam, ne de ol­sa önem­li sonuç­lar do­ğu­ra­cak olan bu se­rü­ve­nin or­ta­ğı ak­lı­na gel­di. Ama onu ne es­ki ye­rin­de, ne bir son­ra­ki du­rak­ta, ne de tram­vay­da da gö­re­bil­di­ği için, ada­mın ne­re­de kal­dı­ğı­nı an­la­ya­ma­dı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıVenedik'te Ölüm
  • Sayfa Sayısı104
  • YazarThomas Mann
  • ISBN9789750722479
  • Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Seçilen ~ Thomas MannSeçilen

    Seçilen

    Thomas Mann

    Thomas Mann, ünlü yapıtı Doktor Faustus’u yazarken sıra dışı bir kukla oyunu olarak tasarlamaya başladığı bu mizah dolu öyküsünde, yalnızca Ortaçağ’ın büyüleyici dekorunda geçen...

  2. Yol Hikâyeleri ~ Thomas MannYol Hikâyeleri

    Yol Hikâyeleri

    Thomas Mann

    Mekân, kendisi ve doğduğu topraklar arasında döne döne dans edercesine kaçarken, zamana özgü sanılan güçten çok daha fazla gücü olduğunu kanıtlıyor; saatler geçtikçe mekân,...

  3. Zor Saat ~ Thomas MannZor Saat

    Zor Saat

    Thomas Mann

    Hayatınızdan tat almak, gerçekten, bilinçli, sanatkârane şekilde tat almak istiyorsanız, asla yeni şartlara alışmaya uğraşmayın. Alışmak ölümdür. Ahmaklıktır. Yaşamaya alışmayın, hiçbir şeyin sıradanlaşmasına izin...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Anılardan Öyküler – 2 ~ İbrahim Zeki BurdurluAnılardan Öyküler – 2

    Anılardan Öyküler – 2

    İbrahim Zeki Burdurlu

    brahim Zeki Burdurlu, Anılardan Öyküler’de akıcı, yalın ve duru dili, usta kalemiyle çocukluğunda yaşadıklarını ve dinlediklerini sağlam birer öykü kurgusu içinde anlatıyor. Köy, okul...

  2. Sancho’nun Sabah Yürüyüşü ~ Haldun TanerSancho’nun Sabah Yürüyüşü

    Sancho’nun Sabah Yürüyüşü

    Haldun Taner

    Haldun Taner’den unutulmaz öyküler “Sancho’nun Sabah Yürüyüşü” Yapı Kredi Yayınları Haldun Taner’in öykülerini ilk basımlarına uygun olarak ayrı ayrı çıkarmayı sürdürüyor. Bunlar arasında unutulmaz...

  3. Akim Sevgilim ~ FüruzanAkim Sevgilim

    Akim Sevgilim

    Füruzan

    Akim Sevgilim “Sesi Olmayan Türkü”de Füruzan, masalsı bir güzel kızın yitimiyle yakılmış bir türküyü hikâye ediyor. Turizmin yeni yeni geliştiği dönemlerde bir tatil kasabasında...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur