Dilek Yılmaz ilk öykü kitabında ahenksiz bir koro içindeki farklı seslere kulak kabartıyor. Okurun karakterler arasında gezinirken yakınında duyabileceği, yükselip alçalarak dalgalanan bir ses bu.
Kentten kasabaya kendini bulmaya çalışan kişilerin yaşadığı ağrıların, ritmi bozuk ilişkilerin, evden fabrikaya kuşatılanların, gidenlerin ve kalanların hikâyeleri. Yalın ama düşünerek, hiçbir konuşma cümlesinin atlanmadan okunması gerektiği, hikâyenin yazınsal bir metne katacağı değeri çarpıcı biçimde gösteren öyküler. Yeniden okuma isteği uyandıracak.
İçindekiler
Solo Taksim Live is Life
Valeria Bunu Anlayamaz Unuttuğum Bir Şey Var Allah İyilik Versin
Doksan Derece
Kiraz Güzeli
Denize Doğru
Kara Murat
Rubella Kardeşim
Buraların İmkânları Kısıtlı
Anthony ile Muhsin
Onar Onar
Sınır İhlali
Flander’lerin Köpeği
Taksim Solo
SOLO TAKSİM
“Bir kanyak daha içer misin,” dedi. İstiyordum aslında.
“Geç oldu, kalkalım mı?”
Vestiyere bıraktığı montunu almaya giderken ben kapıya çıkıp sigara yaktım. Onu beklerken evliliğin ikiyüzlülüğü üstüne söylediklerini düşünüyordum. Yanıma geldiğinde montu üstünde yoktu, burnundan soluyordu.
“Şerefsizin biri yürütmüş.”
“Yanlışlıkla almıştır, kaçtır geldiğimiz yer.” “Bildiklerinden kork sen asıl.”
Tembelce aralanan dudaklarından çıkan alaycı tınıyı, baş edemediğinde insanlarla arasına koyduğu duvarın yankısından artık tanıyorum.
“Numaranı bıraksaydın. Biri sarhoş kafayla alıp gittiyse geri getirir.”
Bir an yüzüme cevap verecek gibi baktı. Konuşmadı. Olduğu yerde huzursuzca kıpırdanıp karşı barın inmiş kepenklerine bir tekme attı sonra. Kapı önünde sigara içerek demlenenler gözucuyla süzdü bizi. Benim dışımda şaşırmış görünen kimse yoktu. Etrafa bakınırken mekânın girişindeki korumalardan biriyle göz göze geldim. Başını hafifçe oynatarak yolu gösterdi bize ya da bana öyle geldi. “Gidelim mi artık?”
Cevap vermeden anayola doğru ağır adım yürümeye başladı. Peşine takıldım. Sürekli değişen ışık yansımalarında gölgesi dev gibi önümüze serilip kalkıyor, kendiminkini göremiyorum. Bir ara cebinden sigara çıkarıp ateş istedi. Çakmağı yaktığımda tutturabilmek için durup epeyce eğildi. Başımın omuzuna bile gelmediğini o zaman fark ettim.
Yol boyu yükselip alçalan gevşek kahkahaların ahenksiz korosu sokağın başındaki kemancının sesini bastırıyor. Adımları hızlandığından mı, caddeye yaklaştığımızdan mı bilmiyorum, yürüdükçe kalabalık da büyüyor. İnsanlar yanımızdan geçerken bize yaklaştıkça ona sokuluyorum. Yaklaşmak tedirginliğimi azaltmıyor. Erdem’in bıçaklandığı barın önüne geldiğimizde, “Dursana,” dedim. Niye diye sormadan durdu. Bir kez daha anlatmak geldi içimden. Pistin kenarında usulca dans ederken kıçımda yakaladığım el, diyecektim. Sıçrayarak döndüğümde adamın yüzüne oturan o pis sırıtış. Erdem’in bardan fırlayıp adamın çenesine yapıştırdığı yumruk. Havada uçuşan küfürler ve yanıp sönen spotlar altında parıldayan sustalı. Sonrası Taksim İlkyardım. Gazetelere göre, “Gece kulübünde kız kavgası”. Benim yerime barda duran daha güzel bir kızın fotoğrafıyla dolaşıma giren gece haberi. Üstüne dört yıllık yalnızlığım…
Anlatmadım elbette. Ölü bir erkekle sıradan bir kadının hikâyesinin kimsenin hayatında yeri yoktu, biliyordum. Barın önünde bir kadın eğilmiş kusuyor. Midem bulandı. Her şeyden.
“Devam edelim,” dedim.
Hızlanarak nefes nefese caddeye vardık. Geçen ilk taksiyi durdurdum. Geceyi bitiriyorum. Omuzumu hafifçe iterek beni uzaklaştırdı. Bir an duraksadım.
“Sabah duruşmam var.”
“Benim de.”
Sesinde hukuksuzların rahatlığı, içimde çırpınan “gitme, kal” sesi… Camı aralayan şoföre doğru eğilip. “Kusura bakma kaptan, devam et,” dedi. “Yürüyeceğiz biz.”
Gümüşsuyu tarafına doğru döndü adımları. Peşinden gideceğimi biliyordu. The Marmara’nın önünde biraz yavaşladı. Birbiriyle el ele tutuşmuş iki porselen suratlı kızdan biri, yanımdan geçerken kazanmaya alışık bir bakışla süzdü onu. Güzelliği kendi halinde bir ödül gibi yaşamak yetmiyor kimisine, her an bakılmalı ki, başkasının da cezası olsun. Başını hafifçe çevirdi, kızla sinsice kesişirken göz göze geldik.
“Sen devam et istersen, ben kendim giderim.”
Bunu duyunca belli belirsiz bir gülümseme yayıldı yüzüne.
“Montun da yok,” dedim. “Üşümüyor musun?” Laf olsun. Eksik dosyaya bakar gibi baktı yüzüme. “Yürüyelim işte.” dedi sonra yine. O anda anladım, bunun onun davası olduğunu.
Yokuş aşağı yürürken adımları yavaşladı.
“Yürüdükçe ısınıyor insan.”
Bunu derken cebinden kanyak şişesini çıkarmış, yudumlamaya devam ediyor. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım adımlarımı onunkine uyduramıyorum. Otelin önünde peşime takılan köpek bir türlü gitmiyor. Bazen tam arkamda, beni izleyerek. Bazen yanım sıra. Kuyruğu bacağıma her sürtündüğünde irkiliyorum. Korktuğumu anlasın istemiyorum. Bir ara önümüze geçip hızlandı. Parka yaklaştık. Merdivenlerin başında durdu. İçeriden başka köpek sesleri geliyor. Kulaklarını dikip bir süre bekledi. Gider dedim, gitmedi.
Devam ediyoruz. Köpek birkaç adım geriden beni izliyor.
Dolmabahçe’ye vardığımızda terden boynum ıslanmıştı. Atkımı çözerken, “Parfümün güzel kokuyor,” dedi. Cevap vermedim. Bir cevabım olsun istemiyordu zaten. Yol boyu konuşmadan yudumladığı kanyağı yarılamış.
Formalı bir grup sarhoş bağıra bağıra marş söyleyerek geçti yanımızdan. “Kazanmak güzel,” dedim. Omuzunu silkti. Yakınlaşmıştık. Bir an onu öpmek istedim. Orada durup sarılmak… “Orospu çocuğu,” diyerek söylenmeye başlayınca vazgeçtim. Anlamadım önce. Yola bakmaya devam ediyordu saydırırken. “Bırakmam ama ben o herifin peşini,” diyene kadar kime küfrettiğine dair hiçbir fikrim yoktu. Yoruldukça ağırlaşmaya başladı adımlarım. “Yavaşlasana.”
Durdu. O durunca ben de durdum. Köpek de. Yakından başka köpek sesleri geliyor yine. Arkamızdaki de onlara havlayınca sıçradım olduğum yerde. Tam o anda elimi tuttu. Öylesine, sanki sırası gelmiş alelade bir hareket gibi yaptı bunu. Nemi soğuktu avucumun. Elleri kuru sıcak. Yola bakıyor hâlâ. Parmaklarımı gevşeterek elini usulca bıraktım. Yeniden yürümeye başladık. Aynı anda. Ayaklarımıza bakıyorum. Kar yağacak sanki, ağzımı aralarken buhar çıkıyor. Yolu çoktan yarılamışız.
“Hayatında biri var mı?”
En iyi bildiği soruymuş gibi ezbere cevap verdi. “İlişki yok, kadınlar var.”
Merak ediyordum. Kim olduklarını. Neye benzediklerini. Boynu ejderha dövmeli, kestane rengi saçlarının bir yanı kazınmış, buğday tenli bir kadın geldi aklıma ilk, nedenini bilmiyorum. Dalgalı kızıl perçemi yüzünün çillerine değen başka bir kadının silueti göründü sonra. O ayazda açıkta kalan göbek deliğinin gümüş küpesi esmer teninde parıldayan bir kadın ikisini de eliyle itti. Rengarenk kadınlar birbirine meydan okuyan dik ve umursamaz halleriyle ağaçlık yolun iki yanına uzun ve heybetli gölgeleriyle dağıldı.
“Biliyor musun, ben ilk kez birinin yanında huzur duyuyorum,” dedi.
Bunu derken bile sicim gibiydi sesi, büroya geldiği ilk günden beri onu hiç gülerken görmedim.
“Sinem’den sonra düzenli ilişkim olmadı.”
“Sinem kim?” “Eski manitam.”
“Niye ayrıldınız?”
“En yakın arkadaşımla aldattı.”
“O kadar mı?”
“O kadar.”
Elindeki şişeye doğru uzandım.
“Versene şunu biraz.”
Durdum. Büyükçe bir yudum aldım kanyaktan. Gözünü yoldan ilk kez ayırdı.
“Bu yüzden mi konuşamıyorsun kadınlarla?”
Öfkelendiğinde hep yükselen o tek kaşı alnını iterken sivri çenesi alt dişlerini güçlükle zapt ediyordu. Montunun kaybolduğunu anladığı andaki gibi.
Karşı yönden gelen araçların farları yüzüne vurdukça düşmanca bakışı gecenin karanlığında okunaklı biçimde seçiliyor.
Beşiktaş’a daha varamadık. Köpek hâlâ arkamızda, bize bakıyor.
Akaretler ışıklara gelmeden önümüzde duran arabadan bir kadın indi. Arabanın arkasından dolanırken topuklarından çıkan sesin gayreti yanımızdan geçen motor bağırtısına kafa tutuyor. Aralık duran pencereden başını uzatıp şoför koltuğundaki adamın iki eliyle kavradığı yüzünü uzun uzun öptü. Gidemedi adam. Sonunda inip belinden kucakladı kadını. Kapısını aralık bıraktığı arabadan caddeye bangir bangır Yıldız Tilbe sesi yayıldı.
Ben adamla kadına bakıyorum. O önüne. Birbirini hiç tanımayan iki insandan daha suskunuz. Araç akışı seyreldiğinde telaşsız adımlarla karşı kaldırıma geçti köpek. Kadın arabaya tekrar bindi. Basıp gittiler.
Caddenin kenarında duruyorduk. Boş boş.
Neyi beklediğimizi bilmiyorum. Birden elini kaldırdı. İlk taksi boştu, durdu.
Köpek yolun karşısından bize bakıyor.
Taksinin kapısını açıp eliyle içeriyi gösterdi, yüzüme bakmadan.
“Hanımefendi Ortaköy’e gidecek kaptan,” dedi eliyle kaputa vurup, “devam et.”
LIVE IS LIFE
Gelen yolcu kapısında göründüğünde huzursuz bir bakışla etrafı süzdü önce. İçinde kaybolduğum cuma kalabalığı arasında tuttuğum Opus posterini havaya kaldırdım, yüzüm karşıdan tam görünmüyor. Fark ettiği anda dudak kıvrımında hafif bir tebessüm belirdi. Yaklaşırken kollarını kocaman açıp yanıma geldiğinde sırtımda sımsıkı kenetledi. Bir süre öylece durduk. Başını geriye attı, “Dur bir bakayım sana,” dedi, “hiç değişmemişsin.” “Sen de,” dedim, nezaketen. Son gördüğümden çok farklıydı hali. Gözlerinin çukuruna çökmüş uykusuzluk izini lise yıllarından tanıyorum. Erken derinleşmiş çizgileri alnında yastık izi gibi belirginleşmiş. İri dalgalı, yazları güneşte kendiliğinden açılan ışıltılı kumral saçları küllenmiş, yüzü solgun görünüyor. Bulunduğumuz noktadan gözün uzandığı alanda kırkını devirmiş botokssuz son iki numune olabiliriz. Yaşlanabilmek bir an ayrıcalık gibi geliyor.
Arabaya doğru yürüyoruz. Sırtında küçük bir çanta var, uzun kalma planı yok, belli. Neden geldiğini bilmiyorum. İki düğün bir cenaze dışında günübirlik iş seyahatlerine sıkışan ayaküstü buluşmaları saymazsak yıllardır uzun boylu görüşmedik.
Havalimanı gibi bir yerde, kapıya paralel şeritte, dörtlüleri yanıp sönen bir aracın sileceğini kaldırma motivasyonunun sahibini bulmak istiyorum arabaya vardığımızda. “Boş ver,” dedi Eda. “Emekli albay hobisi, babam bile çıkabilir.” TEM’de işkence saati şimdiden başlamamış olsa uğraşmaya değer.
Koltuğa yerleştiği gibi gezinmeye başladı radyo kanalları arasında. Epeyce dolandı. Seksenlerden bir parçada durdu sonunda.
“Çok gittin.”
“Orası kaldığım yer.”
Taş çatlasa klimanın icadına kadar geriye giderim ben. Hava cehennem provası gibi.
Müzik dinliyoruz, pek konuşmadan. Parçalara mırıltı halinde eşlik ediyor. Şaşırıyorum hepsini hatırlamasına. Bozana kadar belki yüz kere başa sarıp birlikte dinlediğimiz kasetler dahil, ezberimde yaşayan şarkı yok.
Sormak son sapakta aklıma geliyor.
“Eve geçmeden Yeşilköy’de bir bira atalım mı? Yorgun değilsen.”
“Ankaralının sahil teklifini geri çevirdiği nerede görülmüş.” Denize kırdık rotayi.
Vardığımızda bir süre dolanıp arabaya yer arıyoruz. Anayolu kesen mıcırlı sokakta bulduğumuz daracık boşluğa girmeye çalışıyorum. Korna sesi gecikmedi.
Arabanın burnunu boşluğa sokup arkada hevesle biriken beş araca gönülsüz teslimiyetle yol verdim. Sokaktan geçen bir adam durup bize bakmaya başladı. Birazdan, yardım edeyim mi diyecek, delireceğim. Ter basıyor avucumu. Yapamıyorum. “Bana bırak,” dedi Eda. Izlenmekten nefret ettiğimi biliyor. Yer değiştirdik. Tek manevrayla ortaladı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıValeria Bunu Anlayamaz
- Sayfa Sayısı144
- YazarDilek Yılmaz
- ISBN9786256469150
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviNotos Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hallerin Esiri ~ Sedat Anar
Hallerin Esiri
Sedat Anar
Merhametsiz babaların, şefkatli annelerin, dal dal uzayan ailelerin, arkadaşların yanı başında, zamanın çok yavaş aktığı köy toprağında geçen bir çocukluk… Ve onun her yaşta,...
- Sanal Aşk Kaçamakları ~ Erdem Yücel
Sanal Aşk Kaçamakları
Erdem Yücel
Bu kitapta örnekleri verilen tüm olaylar ve kişiler, hayal ürünü değil hepsi gerçek olup, sanal alemde yaşadıkları deneyimlerin tamamı, rumuzlar, yaşadıkları şehir ve mahalle...
- Hikayeler ~ O. Henry
Hikayeler
O. Henry
O. Henry öyküleri, hayatın içinden anekdotlar gibidir. Seçtiği hayat dilimleri, yüzyılın hemen başında New York’ta yaşayan orta sınıfın insan ilişkileridir. Öykülerinde tesadüfler hayatın ayrılmaz...