Edebiyatımızın unutulan isimlerine ve İstanbul’un edebiyatçılarına dair denemeleriyle bilinen Taner Ay, bu uzun hikâyesinde, 1902 ile 1916 arasındaki İstanbul’u, mahalleleriyle, sokaklarıyla, ahşaplarıyla, meyhâneleriyle ve an’aneleriyle Tanbûrî Cemil Bey üzerinden anlatıyor. Hakikatın ve hayalin terkip edildiği hikâyede, dönemin lisanının, metruk bir zamanda kaybolan İstanbul’u günümüze taşıyan efsunkâr bir unsur olması şâyân-ı dikkattir. İstanbul’un sokak kedileriyse, hikâyenin her bölümünde bir yerlerden çıkıp kalplerimize dağılırlarken, Tanbûrî Cemal Bey’in vedâsına da nûr saçıyorlar…
VAKTINDEN EVVEL
BIR ZEMHERIR
1.
Kasım’ın on dördüncü gününün sabahında hava aniden kararmış ve eskilerin sinek uçtu dedikleri cinsten bir kar yağışı başlamıştı. Yere düşmeden yıldız, esen rüzgârla damların üzerinde uçuşan kar; öğleye doğru, havanın karayele dönmesiyle birlikte tipileşmişti. Akşam olanca kasvetiyle Şeref Efendi Sokağı’na çökerken ise kar pencerelere kadar yükselmiş, şehir vaktinden evvel zemherire girmişti. Saîde doğum ıstırabı çekerken, Cemil de yan odada elinde tanbûruyla bir köşeden diğer köşeye dolanıp duruyordu.
Zihniyâr Hanım ile Emîne Eflâknûr Hanım, Cemil’in elinden bırakmadığı tambura bir anlam veremezlerken, onun saatlerdir tanbûruyla dolanıp durmasındaki maksadı yalnızca ablası Beyhan Hanım hissedebiliyordu: Yanılmıyorsa kardeşi, karısına tanbûruyla bir segâh yürük semai çalarak saadetini tekellüm ve telaffuz etmek niyetindeydi. Kayınvâlidesi Emîne Eflâknûr Hanım, Saîde’yi ve oğlunu görebileceğini söylediğinde, Cemil hemen yatak odasına girmişti. Bir an evvel kendisini mes’ûd eden oğlunu kucağına almak istiyordu ama Saîde’nin tuhaf kıskançlıkları aklına gelince, zevcesinin yatağının kenarına ilişip, onun terli gümrah saçlarını okşamakla yetinmişti. Yeni ve tanımadığı bir saadetin hissi içinde, rakının verdiği cesaretle Saîde’nin kulağına eğilip fısıldar: “Sana biraz tanbûr çalmamı ister misin?”
2.
Vâlidesi ısrar etmeseydi, Saîde’yi nikâhına almak aklının ucundan dahi geçmezdi. Huzursuz ruhu için mûsikîde, rakıda ve kedilerde deva bulmuşken, Zihniyâr Hanım günün birinde rindâne yaşamından yakınıp, kendisine Eflâknûr Hanım’ın kerimesini düşündüğünü söylemişti. Cemil, vâlidesinin korkusunun farkındaydı. Rindâne yaşamını sürdürürse, ağabeyi Reşâd gibi bir meczûb olacağını düşünüyordu. Emîne Eflâknûr Hanım’ı tanıyordu ama onun kerimesi Şerîfe Saîde’yi hiç görmemişti. Ablasına gidip kızı görmesini istemişti. Bunun üzerine Beyhan da vâlidesiyle birlikte Emîne Eflâknûr Hanım’a görücüye gitmişti. Hânenin halayığı görücüleri misafir odasına çıkarmış, orada yaşmaklarını ve feracelerini çıkarmadan Saîde’nin gelmesini beklemişlerdi. Emîne Eflâknûr Hanım kerimesini giydirirken, “Sakın görücülerin yüzlerine bakma, sonra sana yüzü gözü açık serbest kız derler,” nasihatini verip eklemişti: “İskemleye içinden mim deyip otur ki, ağzın küçük görünsün.” Halayık, görücülerin karşısına bir iskemle getirip koymuş, ardından gümüş tepsi içinde fağfûrî fincanlarla kahve ikramında bulunmuş ve bir kenara çekilmişti. Saîde, uzun üç etekli entarisi, onun altındaki dökme şalvarı ve ayaklarındaki sarı işlemeli çedikleriyle içeriye gelip başı önüne eğik vaziyette görücülerin karşısındaki iskemleye oturmuştu. Beyhan, kahvesini ağır ağır içerken Saîde’yi tepeden tırnağa kadar incelemişti.
GECIKMIŞ BIR FERVERDÎNDE
1.
Şeref Efendi Sokağı’ndaki kiradan Kâtip Muslihiddin’in yirmi bir mükerrer kapı numaralı üç katlı ahşaplarına taşınmalarına rağmen Cemil hâlâ bahtiyar değildi. Bir süredir öksürük illetine de yakalanmış, aç karnına fincan fincan merkep sütü yahut şişe şişe saraykırmızı şurubu içip, sabah akşam gelincik macunu yese bile, nafileydi. Öksürükten uyuyamıyor, gün ağarırken ise adım atacak dermanı kalmıyordu.
Saîde ona bir şey söylemiyordu am, zevcine epeydir veremli muamelesi yapmaya başlamıştı. Mes’ûd’u yanına yaklaştırmadığı gibi, onu alıp sık sık vâlidesine götürüyor, ana oğulun günlerce orada kaldıkları oluyordu; nihayetinde Sinekli Bakkal’a ekseri tek başına avdet ediyor, sorunca da, Emîne Eflaknûr Hanım’ın torununu bırakmak istemediği bahanesine sığınıyordu. Sinekli Bakkal’daki hâneler, birbirlerinin üzerine abanır gibi eğilmiş hâlde ve ikişer üçer katlı ahşaplardı. Kiremitlerinin kırmızısı ancak yosun yeşilinin altından görülen bu ahşaplar, ferverdînde, kapı önlerine konmuş paslı Batum yağı tenekelerindeki sardunyalarıyla ve pencerelerindeki fesleğen saksılarıyla pek güzellerse de, zemheride, soba bacalarından sokaklara çöken dumanın içinden zar zor seçilebilen görünümleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Ama Sinekli Bakkal’ı, asıl bu ahşapların pencerelerindeki kadınlar yaşarlardı. Derde uğrayıp da derman arayanını mı ararsınız, pencereden ilk derdini dile getiren muhakkak Şekerci Emin Ağa’nın Sâniye Hanımı’dır.
2.
Her gün vaktikerâhat deyip rakı içerdi ama bekri değil, erbab-ı işretti. Tatyos Efendi’nin yahut Şevki Bey’in aksine, sevdiği rakıyı bulamazsa, kalkar ve başka bir meyhâneye geçerdi. Rakı hususundaki bu huysuzluğu dillere destandı. Bir gün, Beylerbeyili Hâfız Mustafa ve Kâtip Osman Bey gibi devrin meşhur hânendeleriyle birlikte İsmail Fâzıl Paşa’nın Kuzguncuk’taki köşküne bir bezm-i âleme davet edilmişti.
Orada bulunanların anlattığına nazaran, Kef Rakısı’nı, Umurca Rakısı’nı ve Zarokosta Rakısı’nın sakızlısını görünce suratı hemen asılmış, bunu fark eden İsmail Fâzıl Paşa ise, mahdumu Mehmed Ali Bey’i yakınlarındaki Kiryako Efendi’nin bahçeli meyhânesine gönderip, oradan ona hususen Deniz Kızı Rakısı getirtmişti. Domuz sıkısı mikyâsındaki rakısından üç yudum alıp, Ûdi Hasan Sabri Bey’in ağır aksak usûldeki ısfahan şarkısı Sende mi Hâlâ Esir-i Zülf-i Yâr Olmaktasın’a başlayınca, semtin bin altı yüz Ermeni, dört yüz Yahudi ve iki yüz elli Rum hânesinden köşke kadar gelen hengâme, nağmenin hevâ-yi sevdâ fezâsında bir anda heşîm olmuştu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Hikaye
- Kitap AdıVaktinden Evvel Bir Zemherir
- Sayfa Sayısı104
- YazarTaner Ay
- ISBN9786254086083
- Boyutlar, Kapak12x19,5, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hikâyeler – Ahmet Hamdi Tanpınar ~ Ahmet Hamdi Tanpınar
Hikâyeler – Ahmet Hamdi Tanpınar
Ahmet Hamdi Tanpınar
Hikâyeler, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın daha önce yayımlanmış olan Yaz Yağmuru ve Abdullah Efendi’nin Rüyaları isimli hikâye kitapları ile dergilerde yayımlanmış fakat kitaplarına girmemiş hikâyelerinden...
- Alim Efe (Bir Yiğidin Gerçek Hayat Hikayesi) ~ Ayfer Aytaç
Alim Efe (Bir Yiğidin Gerçek Hayat Hikayesi)
Ayfer Aytaç
Bir insan ölürken başka herkesin yaşıyor olması, hayatın devam ettiğinin bilinmesi, sıcak nefesin soğuk sona teslim edilmesi, ruhun teslimiyeti anında hiç hoşa giden bir...
- Al Çiçeğin Moru ~ Sevinç Çokum
Al Çiçeğin Moru
Sevinç Çokum
Çocukluğun orada duruyordu, bir kapı aralığında; kapıya yazıyordun harfleri istekle. Birisi, yüzü olmayan bir şekil, fener tutuyordu sana… Öğretiyordu. “Hadi öğren öğreneceklerini… Kolay değildir...