Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda baskı, bir dış etken, insan eliyle oluşturulduğu ne denli bilinse de bir tür kıran gibi ortaya çıkar. Bizans’ta “resim-kırıcılık” diye adlandırılan baskı dönemi başlatılırken genç keşiş Andronikos’un kendi kendine sorduğu soru şudur: Birey olarak bu baskı karşısında, benimsemediğim, ama bana zorla benimsetilmek istenen bu yeni inanç karşısında ne yapmalıyım?
İnsan içerikleri, toplumdan topluma, dönemden döneme, çağdan çağa değişebiliyor. Bunların taşıdığı değerin saltık değil göreli olduğu, “Ada” ve “Tepe” öykülerinden oluşan “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”nda sürekli olarak altı çizilen bir düşünce. “Dutlar” ise Bizans’taki baskı ortamının çağdaş zaman dilimi içinde, iki ayrı zaman noktasında yeniden öykülenişi. “Ada” ve “Tepe”nin yazarı olarak Bilge Karasu’nun, dolaylı – dolaysız yoldan tanıklık ettiği bu yeni baskı dönemi sonunda, inanç konusunda bir karara varması, kendi öykülerini de karara bağlayışının öyküsü..
***
“Ada”dan, s. 9-25
Başını çevirdiğinde karşısındaki karanlık artmağa başlıyor. Andronikos neden sonra anlıyor karanlığın niye arttığını. Adaya çok yaklaşmıştır artık. Kayalık tepenin karanlık kütlesi arkasında gökyüzü belli belirsiz aydınlanıyor. Yorgun kolları artık düşüncesiz, istemsiz, katılaşmışlığın duyusuz kolaylığı içinde kürekleri kaldırıp indirmeğe devam ediyor. Kulakları işitmiyor artık. Kürekler suya girip çıkıyor, sular sabahın dinginliği içinde sandalın iki yanında yırtılıyor, yamanıyor.
Başını çevirdiğinde ada hızla büyüyor şimdi karşısında. Işıma arttıkça da küçülüyor gibi. Işık artık denizin yüzünü yalamağa başlayacak neredeyse. İnce bir yel ürpertiyor şimdi Andronikos’u; adadan getirdiği bir çam uğultusu ile, bir çam kokusu ile ürpertiyor onu. Ne zamandır böyle bir koku gelmemişti burnuna. Günlük kokusundan, bu gecenin balık, yosun, tuz kokusundan ayrı, yeni. Andronikos’un böyle yeniliklerle oyalanacak vakti yok oysa… Canı oyalanmak istiyor. Ama vakti yok. Olmamalı. Niye olmamalıymış sanki? Andronikos’un ağzı biraz çarpılıyor. Manastırda, başkentte, Bizans’ta, insanlar arasında, bu çarpılma bir çeşit gülümseme sayılırdı; bir zamanlar… İnsanlar arasında yaşadığı zamanlar; düne değin… Düne değin; insanlar arasında yaşadığına inandığı, yaşadığına kendini inandırdığı, inandırmağa çalışarak aldattığını anladığı güne, düne değin. Dün değil, önceki gün. Sabah oluyor şimdi, dün de bir günlük geride.
Vakit bol bundan sonra. Vakit çok. Ölmek için de, bir şeyler yapmak için de, vakit bol, çok, çok bol. Bolluğun değeri, anlamı olmayacak ölçüde bol. Ne yapmalı bu vakti? Bir şeyler yapmalı, bir şeyler kurmalı. Ama kurmak… Kurmak için, kurmak gücünü bulmak için…
Andronikos gülüyor. Hâlâ kaptırabiliyor kendini bu gibi saçmalara, saçma düşünce zincirlerine… Kendini aldatmaktan başka işe yaramayan bu kısır…
Kısır bile değil. Kısırlığı baştan kabul etmiş. Bu çeşit döngülere kısır bile dememeli. Kısırlığı baştan kabul ettiğini unutmamalı. Sevgi sözünü bol bol kullanabilmek, başı dönesiye, esriyesiye, karşısındakileri inandırasıya, karşısındakileri kusturasıya sevgi sözü ile oynayabilmek için sevginin bütün evreni ayakta tuttuğuna başta kendini inandırabilmek için, kısırlığı baştan kabul ettiğini unutmamalı…
Avuçları daha çok kanamasın diye kürekleri, yola çıktığından bu yana kaçıncı kez –ne olacak, kaçıncı kez diye saymak, kaçıncı kez diye düşünmek neye yarar, ne çıkar böyle sayımlardan, bu da artık önemsiz; hiç değilse sayı saymasını unutmalı bir zaman– bırakıyor elinden. Ellerini suya batırıyor. Avuçları, sanki başkasının avuçları, kendinin değil; sızlıyor. Cızırdıyor gibi, kızgın yağ dolu bir tavaya su sıçramışçasına cızırdar gibi…
Bu da bitecek zaten. Artık kürek kullanmak da yok. Taş taşımak var belki birkaç günlüğüne yahut saatliğine. Onu da bilmiyor.
Oysa bir şeyler kurmak için inanmalı insan. Her şeyden önce, inanmalı…
Döngünün kısırlığına, kısır bile sayılamayacak boşluğuna saplanıyor gene. Saplansın. Ne çıkar. Saplanıp saplanmamanın değeri kalmadı artık. Son iki günün bunluğuna yeniden girse, bu batakta batsa bile, bu düşünceyi durduramaz ki… Kısır da olsa.
Otuz üç yıllık bir ömrün sonunda, dünyayı değiştirdiğinin farkına bile varmadan Filistin’in bir dağında çarmıha gerili ölen o köylü ile aynı yaşta Andronikos…
Ama onu aklına hiç getirmemeli şimdi. Birçok şey onun yüzünden olmuş gibi, oluyor gibi. Oysa kendini aldatmak boş bundan böyle. Olanlar onun yüzünden değil, onun yoluna bağlanmış görünen, bağlandığına inanan insanların kendi aralarında çekişmeleri yüzünden oluyor.
Sanki başkalarını suçlu bulmak… Neye yarar başkalarını suçlu bulmak? Hele bugün…
Kendi kısırlığına dönüyor.
Güneş yalıyor şimdi suları. Güneşle birlikte ince bir yel. Suların dibi görünmeğe başlıyor. Derin, cam gibi, taze yemiş gibi, buz gibi bir yeşil. Andronikos yorgun. Bakmıyor bile arkasına artık. Adanın yaklaştığını, büyüdüğünü, yükselen ışıkta basıklaştığını görmeyecek. Biliyor öyle olduğunu. Bakmak istemiyor. Havanın biraz ısınmasıyla birlikte ürpermeğe, üşümeğe başlıyor. Gecenin soğuğu kırıldıkça üşüyor. İyi öyle olması. Bu gibi şeyler, küçük küçük gerçeklikler, insanı oyalar. Andronikos daha uyuyamaz, uyumamalı.
Sular kararıyor ansızın. Yeşil, karalarla, sarılarla kararıyor. Kürekler siya. Andronikos denizci değil. Andronikos kürek çekmesini bu gece öğrendi dense yeri. Ama sular kararınca siya yapmak, yapılacak tek şey. Öteden beri bilinen, tekliğinde başka şey düşündürmeyen iş…
Çiçek çiçek, ağaç ağaç yosunlar, sarılarla karalar, su yüzüne yaklaşıyor. Kayalar da. Artık arkasına bakmalı, sandalı nereye yanaştıracağını kestirmeli.
Sandalı çevirmeğe başlıyor. Ağır ağır. Kayalara oturmadan yapmalı bunu. Adanın doğu kıyısı nasıl, bilmiyor, ama bu kıyısı, batı kıyısı, çok kayalık. Önemi olan tek şey, buraya varması. Kayalık olsun olmasın. Sular hafif hafif kabarmağa başlıyor. Kayalardan birine sürüklenmeden, oturmadan, yanaştırmalı sandalını. Ayağa kalkıyor. Sandal yalpa vuruyor. Çakıllı koya doğru, kayalar arasından, suyun yüzündeki kayalarla içindeki kayalar arasından, bir yol gider gibi. Oradan gitmeğe çalışacak.
Sular gene aydınlandı şimdi. İri iri çakıllar hızla yükseliyor suyun yüzüne doğru. Hafif bir hışırtı geliyor sandalın altından. Sonra çok daha kuvvetli bir hışırtı. Gıcırtı gibi… Andronikos ne yapacağını, ne yapması gerektiğini bilmiyor artık.
Kürek mi çekmeli, suya mı girmeli. Suya girmek daha kolay olacak. Sandal sapasağlam kalmalı.
Eteklerini kaldırıp suya sokuyor bir ayağını. Su soğuk. Gülüyor, bırakıyor eteklerini suya. Sandalı çok yatırmadan öteki ayağını da aşırıyor bordadan. Sonra atlıyor suya. Sandığından, göründüğünden derin burası. Çakıllar kaygan. Kayaların, çakılların düzüne basa basa ilerlemeğe çalışarak sandalı ardından çekiyor. Sular şimdi daha sıcak. Bacakları alıştı suya. Etekleri önce karnına sonra da dizine yapışmıştı. Şimdi bacaklarının altına yapışıyor.
Sudan çıkıyor artık. Sandalın altındaki hışırtıların tınısı değişiyor. Andronikos’un ayakları, can acıtan kuru çakıllar üzerinde şimdi. Çakıllar iri; iri, yuvarlak ayrıtlı ama yürümek kolay değil üzerlerinde… Andronikos sandalı çekiyor. Daha, biraz daha, daha daha. Dalga gelebilir, biraz daha. Kayaya çarpabilir, biraz daha… En iyisi çakıllığın en üst kenarına çıkarmak olacak. Çekiyor. İtiyor. Sandala bir şey olmamıştır herhalde. Azığını alıyor içinden; ayakkabılarını, ipini, bıçağını, iki gün önce çarşıdan aldığı çekicini, keskisini, baltasını. Peynir tulumunu, un torbasını, balını.
Çakılların üzerinde bir yığın şey oldu bunlar. Bakıyor. Gülüyor gene. Su bulacak mı ki? Bulmalı. Kürekleri topluyor. Burada artık sandala bir şeycikler olmaz. Yağmur yağsa, kayaların meydana getirdiği sundurma onu korur. Tepeden inecek sular, kenarlardan akar, belli. Çakıllar su tehlikesini, dalgayı önler. Korsanlık etmeğe kalkanlar, kalkacaklar… Onlara karşı Andronikos’un zaten elinden bir şey gelemez. Bu sandalı burada bırakmalı. Bu iş de burada bitmeli.
Çakıllığın üzerine yığdıklarını yeniden çuvalına dolduruyor. Ayakkabılarını geçiriyor ayağına, iplerini bileklerine dolayıp bağlıyor. Azık kalsın. Çuvalı daha sonra çıkaracak yukarıya. Önce yol, iz, yer, su bulmalı.
Çuvalı sandalın altına saklıyor. Ne olur ne olmaz. Yalnız bıçağı, ipi yanına almalı. Onlar gerekebilir. Çuvalı bir daha açıyor, ipi ile bıçağını alıp ağzını yeniden dürüyor, sandalın altına itiyor. Bıçağının halkası var. İpe geçiriyor. İpi beline doluyor. Elleri özgür. Ne zamandır elleri böylesine özgür değildi, olmamıştı…
Ya haç vardı, ya resimler; ya buhurluk ya da körlerin, topalların, çocukların elleri, ağızları, dudakları; mumlar ya da inciller, tespihler. Kürekler; uykusuz, duraksız kürekler.
Silkiniyor. Uyuklamanın sırası değil daha. Çevresine bakıyor. Kayalar dik. Tırmanamaz. Tırmanmak şart. Yol açmak şart. Kıyıda kalamaz. Tepeye çıkmalı. Tepeye muhakkak çıkmalı. Ne yapıp edip…
Tepenin üstünde gök iyice aydınlık. Sağına doğru yürüyor. Solda, sandalın üstündeki kayalıklı sundurmada umut yok. Solda, o sundurmanın üstüne tırmansa bile, ötesine tırmanmakta yararlanabileceği tek bir çıkıntı bile görmüyor. Sağda… Belki…
Çakıllığın sonuna geliyor. Yar, bir yay gibi sarıyor çakıllığı. Çakılların yeniden suya girdiği bir yerde…
Çakıllık, bir su şeridinin ötesinde devam ediyor. Su şeridinin iki yanını irice iki kaya sınırlıyor; su, arada, denizin her kabarışıyla, bir deliğe doğru atılıyor, çekiliyor sonra. Andronikos dikkat ediyor, deliğin yarısı suyun içinde, yarısı üstünde. Kayaya çıkıp ayakkabısını çözüyor, öte yandaki suya atıyor kendini. Tabanları ateşe değmiş gibi sızlıyor. Sular ince ince kanlanıyor ayağını kaldırınca. Budalalıktı bu yaptığı. Çakılların üzerini örten keskin kireç parçalarını, kavkıları daha önce farketmesi gerekirdi. Şimdi daha dikkatli ama iş işten geçti. Tabanları kıyıldıktan sonra… Tuzlu su iyi gelir kesiklere. Suyun içinde dikkatle ilerliyor. Kayaların üstü daralıyor. İpini, kuşağını çözmeli, urubasını sıyırmalı, bu suya çırılçıplak girmeli. İyi. Yıkanır da… Urubanın üstüne bir taş yerleştiriyor. Kayanın üzerinde, bir yana uçmadan, kurur da…
Suyun içinde emeklemeli, dizlerine, avuçlarına, karnına dikkat etmeli. Deliğin önüne geliyor artık. Burada karar vermeli. Deliğe girmeğe çalışacak.
Kulak veriyor. Uzaktan, suyun her kabarışının, deliğe hızla girişinin ardından bir uğultu işitiliyor. Bu delik, bir mağaraya açılıyor muhakkak. Denemeli bu yolu. Çocukluğunda, manastıra girmeden önceki yıllarda, surun önüne çıkıp mahallenin bütün çocuklarıyla birlikte denize girerken, yüzmesini iyi öğrenmişti. İyi biliyordu yüzmesini, dalmasını o zamanlar. Şimdi, yıllardır yapmadığı bir şey yapmalıydı. Yapacaktı da.
Derin bir soluk alıyor, sonra deliğe doğru atıyor kendini. Yosunlar karnına, apışlarına sürünüyor. Kavkı yok buralarda. Delik daralıyor biraz. Kollarını uzatıp girmeğe çalışmalı. Artık yapamaz bunu. Boğulmamalı daha. Geriye doğru. Geriye doğru. Hızlı. Daha hızlı… Ortalık aydınlandı. Açığa çıkmış demek. Başını sudan çıkarıyor. Gözleri kararıyor biraz. Yeniden derin bir soluk. Bir dalış daha. Bu kez kollarını iyice öne doğru uzatıyor. Dar boğazda elleriyle çekiyor taşları kendine doğru. Gövdesi ilerliyor. Burada keskin bir şey varsa, bir daha su yüzüne çıkamaz. Ama yok. Elleri suyun dışına çıktı. Şimdi başı suyun üstünde. Çekiyor kendini ileriye. Kocaman bir mağaranın içinde.
Camgöbeği bir ışığa boğulmuş her yer. Yol, mağaranın ortasındaki havuza açılıyor. Havuz yeşil mavi bir suyla dolu. Dibi yumuşacık, apak, kaygan bir taşla sıvalı gibi.
Andronikos havuzun kıyısına oturup bakınıyor. Burada bir zaman yaşanabilir. Ama girişin çıkışın güçlüğü anlamsız kılıyor burada kalmağı. Kimseden kaçmıyor, kimseden korkusu yok. Ne diye kalacak burada?
Su daha sıcaktı. Üşümeğe başlıyor Andronikos. Daha uyumadı ki. Uyuyamaz da daha. Işığın nereden geldiğini kestiremiyor. Delikten içeriye bir aydınlık süzülüyor gerçi. Orası muhakkak. Ama, boğar gibi, insanın gözünü alan bu camgöbeği ışık başka yerden gelse gerek. Mağaranın her köşesini dolaşmalı. Belki başka bir açıklık yer var. Başka bir ağız, başka bir koy, başka bir…
Suya giriyor yeniden. Soluk alıp dalıyor. Kollar bu kez daha kolay kurtuluyor. Gene emekliyor şimdi suyun içinde. Çıkıyor. Güneş yükselmiş. Ortalık ısınmış. Andronikos çıplak bedeninden elleriyle sıyırıyor suları. Urubasını alıyor kayanın üzerinden. Kurumuş. İyi. Çok iyi. Bir dinçlik gelmiş üzerine. Her sabah inmeli, denize girmeliyim diye geçiriyor aklından. Sonra dürtüyor kendi kendini. İnmek için önce çıkmak gerek…
Çakıllığın bu ucundan yükselen kayaları incelemeğe devam ediyor. Bir zamanlar şehirden eğlenmek için büyük kayıklara binilerek gelinirmiş bu adaya. Kayıklar, saray kayıkları, herhalde bu çakıllığa yanaşmazdı. Ama karşı kıyıdan gelinirken en yakın yer burası… Bugün dinlense, yarın sandalla öte yana geçebilir, iz olarak kalmış da olsa, tepeye çıkacak bir yol bulabilir. Ama dinlenmek için… Dinlenmek için bir yer bulmalı. Tepeye ne yapıp edip çıkmalı. Her yer oradan daha iyi görünür. Eğlenmeğe gelen saraylıların kaldığı köşk yıkıntı halinde de olsa, barınacak bir köşesi elbet bulunur. Yahut taşı, tuğlası kullanılabilir. Andronikos bunu da istemiyor. Adada başkaları da o yıkıntılara sığınmış olabilir. Balıkçılar bile olabilir oralarda. Ama tepeye çıkmağa üşenmeyecek kişi azdır herhalde. Andronikos önce orayı denemek istiyor.
Ayağına ayakkabısını giyiyor. Mağaranın üzerine rastlayan yerde düz bir kaya var. İlk adım o olsun.
Güneş daha da yükselmiş. İyice ısınıyor sırtı. Ne yapmalı etmeli, çamlığa ulaşmalı. Yoksa bu yorgunlukla sıcağa dayanmak güç olur. Bu yorgunlukla…
Çamların altında uyunabilir. Bir iki lokma ekmek de yenebilir. Gece, bir ara, somunun bir ucunu koparıp çiğnemişti uzun uzun. Ondan beri ağzına bir şey koymadı.
Kayaya çıktığında işler biraz daha aydınlık görünüyor. İki kulaç yukarıda, yana doğru, altındakine benzer düz bir kaya var. Küçücük kaya parçaları, elini attıkça ufalanıyor, yuvarlanıyor aşağıya. Toprağa tutunmak imkânsız. Toprağı eşelese… Bıçağının ucu altında, taşların, toprakların altından, bir diş kaya belirmeğe başlıyor eşeledikçe… Bıçakla biraz daha, biraz daha kazmalı. Diş iyice meydana çıkınca ona tutunabiliyor. Ansızın dizleri yanmağa başlıyor. Bir çıkıntı daha olsa, kendini yukarıya çekecek. Bir gayret daha…
Taş çıkıntısı gereksiz. Bir kök görüyor. Ondan ötesi daha kolay. Andronikos şaşıyor kendine ikinci kayaya çıkınca. Çıkabileceğine aklı hiç yatmamıştı.
Artık eğim çok az. Emekleye emekleye yarın üst kıyısına ulaşabiliyor. Çam iğnelerine güven olmaz. Dikkatli yürümeli. On adım sonra ağaçların arasına giriyor. Kara kara, sıcaktan eğrilip büğrülmüş, yumuşamış mumlar gibi ağaçlar. Ağaçların arasında, bir mum ormanı içinde gibi. Alevleri yaygın, yayvan, yeşil, karanlık, karanlık… Yürüyor gene. Burası çok kayağan. Ama kaysa da ağaçlara, köklere tutunabilir. Zaten yer iyiden iyiye düzelmeğe başlıyor. Urubasının cebinde şimdilik karnını doyuracak kadar ekmek var. Geceden kalan parça. Sonrası için yeniden inmek gerekecek. İnmek düşüncesi içini karartıyor şimdi. Ama bunun yolunu sonra, daha sonra bulacak. Şimdi, tepeye çıkmalı. O kadar…
Daha doğrusu, tepeye çıkmak için bir yol bulmalı, bir patika açmalı.
İnce bir yel esiyor ağaçların altında. Hafif bir hışırtı işitiyor. İnceden inceye uğuldamağa başlıyor ağaçlık bu yelle…
Çam kokusu. Bir bahçenin orasına burasına serpiştirilmiş birkaç çamın kokusu değil bu. Göz alabildiğine uzanan, deniz olmayan her yeri kaplayan çamların yoğun kokusu. Dayanamayıp oturuyor. Belini bir ağacın gövdesine veriyor. Yel serin değil, sıcak; kokulu. Ama derisinde bir serinlik var. Denizi unutmak iyi değil diyor. Sesi kulaklarına ulaşıyor. Titrek, ürkek… Ürkek daha; ama sesini işitmeğe alışması gerek; sesini, kendi kendine de olsa, işittirmeğe alışması gerek. Manastırın unutturduklarını hatırlamağa, canlandırmağa çalışması gerek… Bu adada, üç yüzyıl, dört yüzyıl önce çile dolduran keşişlerin sürdüğü hayatı yaşayacak bile olsa. Ama o keşişler, içleri inançla dolu, çıkıyorlardı dağa, yazıya yabana, çöle… Hiç değilse öyle bilinirdi…
Öyle miydi gerçekten? Öyle miydi, yoksa, öyle olduğu düşüncesi, geride kalanlara, köyde olsun, kentte olsun, insanlar arasından ayrılmayanlara, kalabalığın besleyici emziğini ağzından bırakmak istemeyenlere yeterli mi görünmüştü? Bilinmiyordu ki… Keşişler içinde efsaneleşenleri vardı. İnançlarıyla dağı taşı, kurdu kuşu, şeytanı dize getirenlerin efsaneleriydi bunlar. Korkanı olmasa, yalnızlıktan başı dönüp birtakım düşleri gerçek gibi görenleri olmasa, kendi sesini, gölgesini, başkasının, maddesiz varlıkların belirtisi diye kabul etmeğe hazır bulunanı olmasa, bu keşişlerin dağ başında, çöl ortasında şeytanı bu kadar çok gördükleri, şeytanla bu kadar çetin didişmelere düştükleri üzerine bu kadar masal, bu kadar efsane niye anlatılsındı?
Kalabalığın, insanların birbirlerinin ayağına basmadan yürüyemedikleri kentlerin, şehirlerin ortasında görünmeyen şeytan, niye bunları bu kadar tedirgin etsindi?
Andronikos, böyle düşüncelere dalmanın daha sırası gelmediğini düşünüyor. Önce çevresine bakmak, önce onu tanımak gerek. Önce onu araştırmalı…
Ansızın, matematikçilerin sıfır dedikleri şeyi düşünüyor. Onların sıfırı, o güne değin kendisinin yokluğu düşünmek için kullandığı terimlerden –ansızın– apayrı görünüyor gözüne. Kaos’a ancak Tanrı düzen getirmişti. Ama sıfırın üstüne insanlar biri, ikiyi çıkabiliyorlardı. Bu orman sıfırdı şimdi. Biri, ikiyi, üçü çıkmak, sıfırdan hareket ederek… Bu da yepyeni bir düşünce: Sıfırdan hareket etmek… Sıfırdan hareket ederek, kolu gücünce, kafası, insanlığı gücünce, bir şeyler dizmek art arda, bir şey yapmak…
Bir şey yapmanın şartını demin de düşünmekten kaçınmıştı, şimdi de kaçınmağa kararlı. Kalkıyor yerinden, yukarıya doğru bakıyor. Tepeye doğru… Birden farkına varıyor. Tepede ağaçlar biraz daha seyrek duruyor. Aşağıda daha sık gibiler, biribirilerini korudukları yerde. Belki de yanılıyor. Ama ağaçların arası oralarda daha aydınlık gibi duruyor… Çıkınca, anlar öyle olup olmadığını.
Başlıyor çıkmağa. Güneş epey yükselmiş olacak. Ağaçların biraz aralandığı yerlerde, gözlerine ulaşıyor ışınlar. Doğuya doğru yürüdüğüne göre, öğleye daha üç saat kadar vardır demek. Erken de değil, geç de değil. Ama biraz karın doyurmak, biraz da dinlenmek istiyorsa, çıkmalı, inmeli, bir daha çıkmalı. Başka yolu yok bunun.
Cebindeki somundan bir parça koparıp ağzına atıyor. Geveleyecek. Yoksa yemek yiye yiye dağa tırmanmak, kişinin soluğunu kesmekten başka işe yaramaz. Ne çabuk çıkmalı ne de ağır. Ölçüyü bulmak gerek. Bu yokuşun ölçüsünü.
Yüreğin, şakakların atışına ayak uydurmalı, nabzın atışına. Tanrının, insanın içine yerleştirdiği tek, şaşmaz ölçüye… Değişken ama şaşmaz ölçüye. Bu ölçünün şaşması, bir türlü sonuç verir, iki türlü değil.
Oysa ölüm yararsız bir şey, boş bir şey. Ağzındaki lokmayı unutuyor Andronikos. Ölüm, kaçınılması gereken bir şey. Ölçü, herhangi bir nedenden ötürü, insanın içinde şaştığı zaman, yapılacak bir şey yoktur. Tanrı işlettiğini durdurmuş oluyor. Ama dışarıdan uzanan bir el, insanın içine girer, ölçüyü şaşırtmak isterse, insanın yapacağı tek bir şey vardır. O eli tutmak, o bileği bütün gücünü kullanarak bükmeğe çalışmak, gerekirse, kesmek. Ya da… İnsanın içine hiçbir elin uzanmağa hakkı yok, olmamalı. Ya da… Andronikos düşünüyor, benim yaptığım şey de var, diyor, benim yaptığım, kaçmak… O bileği bükmeğe gücü yetmediği, yetmeyeceği için, bu gücü bulma gücünü verecek bir inancı olmadığı için, kaçmak…
Lokmasını hatırlıyor gene Andronikos. Tükürüğün şişirdiği, kocamanlaştırdığı, ılıklığını tedirgin edici hale getirdiği lokmayı çiğnemek için duruyor. Ağaçların gövdesi güzel. Sert, kara, kokulu. Yumuşamış mumlara benzetmiyor artık bu gövdeleri. Çırayı bile düşünmüyor. Katman katman, zar gibi ince kabukların, koyaklar arasında ada ada kabarmış, pürtüklü ama gene de düz, göze yumuşak görünen hali… Büyük çatlakların içinde parıl parıl, biraz tozlu, çok kokulu reçine sızıntıları…
Yerde, çatlayan, çatlamış, çatlayacak kozalaklarla birlikte, toprağı örten iğnelerle birlikte düşünmeli çamı. Çam bir tek ağaç değil, bir doğa. Yerle gök arasında bir dizge, bir kurum. Dişleri dökülmüş, kararmış kozalaklarla nedense kopmuş, yerde yatan yeşil kozalaklar, kozalak başlangıçları, kozalak düşleri, yan yana. Yeter ki yelden, güneşten başka bir şey düşürmesin bu kozalakları. Yeter ki bir el uzanmasın onları koparmak için…
Bir lokma daha koparacak oluyor cebindeki somundan, vazgeçiyor. Biçilen buğdaylar, kesilen koyunlar varken, çam kozalaklarına el sürülmemesini düşünmek gülünç. Çam kozalağı da işe yarayabilir kimi zaman. Yerde bulunmazsa, koparılır. Ama insan önemli. Değil mi ki Tanrı, her şeyi, insan yaşayabilsin diye yaratmış? Bunamadıkça, hiç değilse buna inanmamak imkânsız, diye düşünüyor Andronikos. Buna inanmamayı düşünmek istiyor. Başaramıyor. Ama inanmamayı düşünebilmesi var. Gözünü yumuyor. Başka şey düşünmek istiyor, bunu unutmak istiyor. Bunu da düşünebilirse insan… O zaman ne kalır geriye? Ama herhalde insanın insanı kullanmağa kalkmasını haklı gösterecek bir şey söylenemez, böyle bir şey savunulamaz. Yok öyle bir şey…
İnsanı insana oyuncak olsun diye yaratmamış Tanrı. Evet, ama ya şeytanın içimize saldığı gururla öyle düşünmek hoşumuza gidiyorsa… Andronikos, şakaklarının biraz üstünde kalan bir zonklayış içinde, susadığının, saatlerden beri su içmediğinin farkına varıyor. Oysa yanına aldığı testi aşağıda kaldı, sandalın içinde… Testideki su idare edilse edilse iki gün, bilemedin, üç gün edilir. Daha çok edilmez zaten, bayatlar, kurtlanır. Andronikos, o suyu, sandalı bulduğu köyün meydanındaki kuyudan doldurmuştu. Bu sıcakta su idare etmek de güç olur. Suyu daha önce düşünmesi gerekirdi. Tepeye çıkmaktan daha önemli olan, su bulmak… Su değil, suyu bulmak. Tepenin bir yerlerinde bir suyun kaynadığı, keşişlerden birinin kitabında yazılıydı. Okuduğunu hatırlıyor Andronikos. Buralarda bir yerlerde, bir zamanlar, su varmış. Keşiş öyle yazıyordu. Andronikos şimdi o suyu bulabilmeli ki burada kalabilsin…
Kalabilsin… Su bulamadığı için buradan ayrılması gerekirse, yollarda geçireceği günler uzayacak. Bir yere yerleşip bir şeyler yapması gecikecek. Değişecek bir şey yok. Başka bir yere gitmesi gerekecek. Şu anda, nereye gidebileceğini hiç mi hiç düşünemiyor, kestiremiyor. Karşı kıyı bile yok oluyor gibi gözlerinde… Şehre dönmek akla bile gelmez, getirilmez. Boş yere dolanmak, oyalanmak istemiyor. Ama bir şey yapmağa gelince…
Alışkanlık işte. Bir şeyler yapmak diye düşünmeden edemiyor insan. Bir şeyler yapmak… Bir şeyler yapmalı. Ama arı beslemek, kuş, hayvan, tavuk beslemek, bitki, sebze, yemiş yetiştirmek gibi bir iş… Gülüyor.
Bunların yapılması için dünyalar gerek. Yumurta, yavru, tohum, fidan gerek. Bunları, karşı kıyı köylerinden bulabilir. Ama köylüler, bunları satarlar… Almak için para gerek. Keşiş olduğunu söylerse, gülerler böylesi keşişe. Söylemese, kuşkulanırlar. Bugünlerde köylüler herkesten çok kuşkulu olacaktır herhalde…
Ama sırası değil bunların. Tepe, su, barınak. Daha doğrusu, su, tepe, barınak. Başka yolu yok.
Tek tük kayalar belirmeğe başlıyor ağaçların arasında. Kayaların üzerlerinde yosunlar. Yosunlar da çiğnenebilir diyor kitaplar. Hem açlığı bastırırmış, hem susuzluğu. Denemek için vakit var daha.
Kulak veriyor Andronikos. Yel, uğultu, hışırtı, kanat sesleri, martıların çığlıkları, orada burada çekingen çekingen ötmeğe başlayan ağustosböceklerinin cırıltısı… Kayaların diplerinde fundalıklar. Su aksa da sesi işitilmez. Çağıldayacak su da bu adada bulunmaz. Ayakları yürümeğe devam etmeli. Ara vermeden, hızlanmadan…
Kayalar şimdi üst üste, basamak basamak dizilmeğe başlıyor. Bir çeşit yol, bir çeşit merdiven gibi. Yanları yosunlu. Üstleri çam iğnesi, kozalak, böcek kurularıyla kaplı. Şehirde böcek kurusu bulunmaz. Böcekler ayak altında ezilir, sulu sulu. Çiğnene çiğnene toz olur. Burada öyle değil.
Şehri düşünüyor. Ne oluyordur oralarda şimdi? Sokaklarda kimler eziliyor, neler parçalanıp yakılıyor? Neler, nasıl? Kendisini aralarında görmeyen arkadaşları bu sabah ne yapmışlardır? Hemen gidip haber mi vermişler, yoksa beklemişler midir? Bekledilerse, ne beklediler? Haber verdilerse, ne dediler?
Haber vermek için büyük toplantının başlamasını beklemişlerdir. Büyük toplantı da, manastır başının başkanlığında, sabah ayininden sonra –nasıl olmuştur ki bu ayin, değişiklik yapılmış mıdır?– herkesin ortaya çıkıp herkesin önünde eski inancı yadsıyıp yenisine katıldığını, gözlerin bugüne dek işlenen puta tapıcılık günahının korkunçluğunu artık açıkça gördüğünü, bundan böyle kimsenin böyle bir günah, böyle bir suç işlemeyeceğini söylemesi, buna söz vermesi, ant içmesi için yapılacaktı. Kendisinin kaçtığı, kaçtığı değil ya, orada bulunmadığı, o zaman ortaya çıkacaktı. Kaçtığını, olsa olsa, İoakim ile Andreas anlarlardı. Sezerlerdi. Dünkü halini, ansızın şehre çıkmak isteyişini, tedirgin tedirgin koşuşmasını hatırlayıp… Akşam ayininde görmeyince, odasına kapandığını düşünmüş olabilirlerdi. Ama bu sabah, başka türlü olurdu işler. Kaldı ki, büyük ayini bekledilerse bile ona biraz daha vakit kazandırmak için değil, ne yapacaklarına karar veremediklerinden beklemişlerdir. Belki de, kaçtığı söylenince, anlaşılınca, onu sevmeyen arkadaşları “alçak” diyecek, onu sevenler ise “kahraman” diye düşüneceklerdi. Sevmeyenler…
Ağaçlık birden açılıyor solunda. Andronikos, iki öbek ağacın arasına sıkışan kayalığa çıkıyor. Deniz. Mavi, büyük, düz, ışıltılı deniz. Uzak uzak uğultulu, titreşen deniz. Mavi. Her şeyi bir yana iten, atan, tek başına yaşayan, resimlerde Meryem Ananın sırtında görülen mavi harmaninin rengini bastıran, açık, kırmızısız, yeşilsiz, yaldızsız bir mavi. Adanın tam karşısında garip biçimli küçük bir kayalık. O da ada ama onun susuz olduğu bilinir. Kıraç, boz, yer yer cılız birtakım fundalarla lekeli. Geride, çok çok uzaklarda, buğular içinde karşı kıyı. Sandalı bulup aldığı, yola çıktığı köy, ufacık, yeşil bir nokta suyun dibinde. Onu bilmese, ezbere görmese, seçemez buradan. Başını yavaş yavaş, daha sola, daha sola çeviriyor. Korkar, çekinir gibi. Buğular içinde daha koyuca bir lekenin seçildiği yerde, kubbelerin altında, şimdi yüzlerce insan, eski inancı yadsıdığını, yeni yola girdiğini…
Kahraman falan değil. Kahramanlığın tamamıyla ötesinde bir yerde.
Ama onu sevmeyenlerin… Sahi, niye sevmezlerdi? Birkaç kez kendisiyle daha yakın bir ilişki kurmak istemiş olanlar vardı. Hiçbirine güler yüz göstermemişti. Manastırda hepsi kardeşti. Yeterdi bu. Daha yakın bir kardeşlik istemiyordu Andronikos. Tartışmalarına katılmaktan ne zamandır kaçınmıştı. Tartışmalar artık onu hiç ilgilendirmiyor da ondan. Tartışılacak şeylerin neler olduğu önceden belli zaten. Bunların tartışılması bile gerekli değil. Tartışılması, herhangi bir sonuca da ulaştırmıyor; yalnız, birkaç kişinin birkaç saat boyunca birtakım büyük adlar sayıp gölgelerine sığınarak, “bence” sözünü her cümlenin altında sezdirerek olmadık saçmaları kafalara kaka kaka yinelemesinden öteye geçmiyor. Geçmiyordu. Şimdi, öyle düşünmeli, öyle yapmalı cümleleri. Geçmiş zamanda.
Andronikos, önceleri korku duymuştu içinde. Bu tartışmalara katılmıyor, katılmak istemiyor, katılamıyordu artık. Daha kötüsü, katılması için içinden gelen bir dürtü, bir istek yoktu. Yoktu, çünkü –işte burası korkutucuydu– çünkü tartışılanların önemine, gereğine inanmıyordu. Böyle şeylerin tartışılması saçmaydı. Herkes temeli bırakıp çatının kiremidinden söz açıyordu. İki oluklu mu, üç oluklu mu olsundu?
Kendine kızmıştı. Madem öyle düşünüyordu, bunu kendilerine de söyleyebilmeliydi. Söylemişti iki üç kez. Dönüp bakmışlar, gülmüşler, sert bir iki çıkışla savmışlardı yanlarından. Ama daha sonra, kendisine eğri eğri bakmışlardı.
Bunlar, herhalde, yeni bir inanca bağlılıklarını, yeni inanca bağlı kalacaklarını bildirmekte güçlük çekmeyeceklerdi. Ona da “alçak” derlerdi herhalde. “Alçak”. Kaçtığı için. Yoksa günahlarına mı giriyordu?
Ya sevenler? İoakim ile Andreas?
Andronikos, denize, karşı kıyıya dalarak çöktüğü kayadan doğruluyor.
İoakim, genç olduğu halde, yumuşak başlı. Sarı, kıvrımlarının gölgesinde kumrallaşan kıvırcık saçıyla sarıdan kızıla her türlü rengi bir araya getiren kıvırcık sakalı, bıyığıyla, yumuşacık başlı. Manastıra girdiği günlerde herkesten uzak duran, çekingen, sonra sonra, yavaş yavaş, dudağının ucunu gülümsemek ister gibi kıvırmağı öğrenen, gülümsemeği bile öğrenen, kendisine yaklaşan, kendisine sorular sormağa alışan, dediğini biraz tarttıktan sonra kabul eden İoakim. Şimdi, büyük toplantıda, sıra ona gelmiş olabilir. Birkaç cümlelik andı kırk kişinin içmesi uzun sürmez. Süremez.
Meğer ki Andronikos’un orada bulunmayışı yüzünden tören uzamış ola…
Sıra İoakim’e gelmişse, çekingen adımlarla ortaya çıkmış, önce gıcıklı, çatlak bir sesle, sonra da kesin ama gene de yumuşak bir tını bularak, andı içmiştir.
Belki o da kızıyordur Andronikos’a.
Gittiği, haber vermeden, kendisini yanına almadan, gittiği, nereye gittiğini söyleyecek ölçüde kendisine güvenemediği için.
Oysa Andronikos bu yolculuğa yalnız çıkmak istemiştir. Ardından kimseyi sürüklemek istememiştir.
Onun için, önce Galata’ya geçerek, torbasına doldurduklarını satın almış, oradaki gemicilerden biriyle anlaşarak Halkedon’a geçmiştir. Kendisini Halkedon’a bırakıp, Nikomedeia’ya mal götürmek üzere yoluna devam eden kayıkta, kendisini tanıyabilecek tek bir kişi vardı. Bir kumaş tecimeni. Çocukluk arkadaşı. Sokakta birlikte oynadıkları, birlikte denize girdiklerinden… Onlardan biri.
Andronikos onu tanımıştı. Şimdi, orta yaşlı, göbek bağlamış, açık renkli giysisini işlerinin iyi gittiğini göstermek istercesine ikide bir düzelten, ikide bir çın çın öten kahkahalar atan bir adam olmuştu. Andronikos, onu tanıyınca, ondan uzak durmağa dikkat etmişti. Saçı sakalı uzun, yer yer bozarmış kumral başı külahıyla örtülü, sırtındaki cüppesi karadan artık yeşil-mora kaymış, alaca kargaların rengine çalan bir manastır kaçkınını o adam artık tanıyamazdı. Tanısa da ne çıkardı sanki.
Ama İoakim, ne yapsa, ne etse, Andronikos’un yerini bulamazdı.
Güneş tepeye yaklaşıyor. Andronikos kayadan inmeli, yola düşmeli.
Delilik bu yaptığı. Denizin titrek ışıltısı şimdi gözü yorucu hale geliyor. Vakit geçiyor. Kayalardan yürümek daha kolay olmalı.
Kayalar basamak gibi yükseliyor. Ağustosböcekleri şimdi iyice azıtmış, sersemletici bir uğultu çıkarıyor. Yelin kokusu ağırlaşıyor şimdi. Fundalıklar ağır, ballı, keskin bir koku salıyor. Çamlar kızdıkça iki ayrı kokuyu karıştırıp yayıyor havaya…
Tanrım, diyor Andronikos, biraz sonra suyu bulabilsem ya… Sesi bir daha kulağına dek geliyor. Oysa, sesli konuştuğunun farkında değildi. Buna dikkat etmeli. Konuşurken içinden mi konuştuğunu, sesli mi konuştuğunu, insan her zaman bilmeli.
Ağaçların aralık yerlerinden yere akan güneş ışığı daha yakıcı şimdi. Andronikos susuyor. Düşüncelerinin söz haline gelmemesine dikkat ederek çıkıyor tepeye doğru. İoakim onu bulamaz. İoakim ona kızmıştır kendisine haber vermeden gittiği için. İoakim, yeni inanca bağlanacağına, bağlı kalacağına ant içmiştir…
İoakim, bu son günlerde zaten hep Andronikos’un ağzına bakıyor, kulaktan kulağa dolaşan birtakım söylentilerin doğrulanması halinde ne yapmaları gerekeceğini kendisinden öğrenmek istiyordu.
Söylentilere göre, varılan karar kesindi. Resimlerin karşısında dua etmek, resimleri öpmek, resimlerden bir şey beklemek, puta tapıcılıktan başka bir şey değildi. Doğu illeri halkı zaten bu gibi şeylere karşı duruyor, bunları beğenmediğini, bunların devleti uçuruma götüreceğini söyleyip duruyordu. Araplar vardı sonra. Devleti sıkıştıran, resimlere düşmanlığı bilinen Araplar. Bunlar, Bizans’taki İmparatoru niye bu kadar düşündürürdü, orası iyi bilinmiyor, anlaşılmıyordu. Ama karara göre, puta karşı, puta tapıcılığa karşı çıkan bir dinin puta tapıcılığı tapınmanın şartı haline getirmesi düşünülemezdi. Kilise, resimlerden yana olduğunu hiçbir zaman açıkça bildirmemiştir diye sözler de duyuyorlardı bu ara. Kilise, resimden yana değildi de niye kiliseler resimle dolup taşıyordu? Niye İmparatordan başlamak üzere resimlerin kutsallığına inanıyordu herkes? İoakim, bunu anlamağa çalışıyordu. Andronikos, bunları düşünmek bile istemiyordu ama o da anlamağa çalışıyordu.
Putlar, resimler kaldırılacak, putsuz, resimsiz tapınmaya dayanan bir din canlandırılacaktı. Dinin temeli buydu. Resimler kaldırılacak da değildi. Bir süre önce denenen iş, kanlı sonuçlar vermişti sarayın kapısında. Gerçi o yalnız bir resim işi değildi, İmparatorun kendini handiyse İsa yerine koymağa kalktığı duygusu da vardı kalabalığın korku dolu yüreğinde. İmparator bunu bir daha göze almayacaktı, öyle söyleniyordu. Resimler yakılacaktı.
Yakılacaktı. Direnecekler, eski inanca körü körüne bağlı kalacaklar, kalmak isteyecekler, kalacağı sezilenler düşünülerek, onları yola getirmek için…
Daha başka söylentiler de vardı. Başka şeyler de yapılacaktı. Bu çeşit çeşit söylentiler bu kadar ayrıntıya indiğine göre, karar verenler arasında da –hiç değilse başlangıçta– anlaşmazlık çıkmış olacaktı.
Gene söylentilere bakılırsa, İmparator Yüce Kurulunu toplayıp bu konudaki yarlığın onaylanmasını istemişti. Patrik bunu kabul etmemişti. Hemen atılmıştı yerinden. Söz dinleyen birini Patrik yapmıştı İmparator. Bu söylentiler yayılıyordu şehirde. Oysa Patriğin çekildiğini bildirdiklerinde, değiştirildiğini haber verdiklerinde, sağlık sebeplerinden söz etmişlerdi.
Kimbilir, karar belki de gerçekten, yalnız görünüşte oybirliğiyle verilmişti. Belki gerçeklik daha başkaydı. Söylentiler, bu kararın arkasında daha başka nedenler yattığını ekliyordu. Kısa bir süre önce Bizans’a gelen Doğu İlleri ileri gelenlerinin bu işte parmağı olduğu söyleniyordu. Doğuda, resimlere karşı yeniden harekete girişildiğini haber vermişlerdi deniyordu. İmparator, Araplara karşı Doğu ordularına güvenmek zorundaydı. Doğu orduları ise, bütün bütün resme karşıydı. Bütün bunlar karmakarışık sözler halinde anlatılıyordu.
Ama Andronikos için, bütün bu gizli, açık nedenlerin hiç önemi yoktu… Andronikos için önemli olan, bu kararın yürürlüğe girdiği gün ne yapacağı, ne yapması gerektiğiydi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıUzun Sürmüş Bir Günün Akşamı
- Sayfa Sayısı160
- YazarBilge Karasu
- ISBN9789753422260
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Gün Tek Başına ~ Vedat Türkali
Bir Gün Tek Başına
Vedat Türkali
27 Mayıs 1960 askeri darbesinden önce Türkiye içten içe kaynıyor. Kenan, yıllar önce gizli komünist partisine girme suçlamasıyla polis sorgusunda çabucak yılgınlığa düşmüş, eski...
- Rota 1 ~ Leman Veli
Rota 1
Leman Veli
Güniz Işık, isminin aksine karanlık bir hayata, sevgiden uzak bir aileye gözlerini açmıştır. Doğduğu günden bu yana hayatı mücadele etmekle geçen bu genç kızın...
- Yokyüzler – 1 İkiz Gezegenler ~ Habib Bektaş
Yokyüzler – 1 İkiz Gezegenler
Habib Bektaş
“Bilinemeyen tüm şeyler, yeni bilinmeyenlerin kilitli kapısını açabilecek anahtarlardır!” “Yokyüzler”in ilk halkası olan İkiz Gezegenler, Habib Bektaş’ın daha önce başka bir isimle yayımlanan ve baskısı tükenen...