Bilimkurgunun iki ustası Terry Pratchett ve Stephen Baxter yeni bir roman için bir araya gelip bize şu soruyu sordu:
Dünya’daki kaynaklar kısıtlı olmasaydı, insanlık nasıl gelişirdi? Paralel dünyalar arasında yolculuk yapılmasını sağlayan “adımlayıcı”nın icadıyla, asırlardır yalnız olduğu düşünülen Dünya ve insanlık için yeni bir dönem başlamıştır. Ne kadar çok kullanılırsa o kadar çok yeni dünyanın keşfedilmesini sağlayan bu aygıt, insanlığa sonsuz ihtimaller sunar. Doğuştan “Adımlayıcı” olanlarınsa buna ihtiyacı yoktur.Evrimin farklı bir yol izlemesi, dinozorların hayatta olması, homo sapienslerin var olmaması gibi “küçük” ayrıntılar göz ardı edildiğinde, yan yana sıralanan her Dünya birbiriyle aynıdır.New York Times çoksatarı Uzun Dünya, gerçek anlamıyla “başka dünyalar”ı mümkün kılıyor.Sizi bekleyen dünyalar var; yeter ki küçük bir adım atın.
***
1
Ormandaki bir açıklıkta:
Er Percy kuş cıvıltıları arasında uyandı. Silahlar yüzünden kuş cıvıltısı duymayalı uzun zaman olmuştu. Bir müddet huzur verici sessizlikte uzanmakla yetindi.
Seyyar döşeği yerine nemli fakat hoş kokulu çimenlerde yatıyor olması, beyin sarsıntısı geçirdiği için onu biraz endişelendiriyordu. Az öncesine kadar bulunduğu yerde pek fazla hoş bir kokuya rastlamak mümkün değildi. Barut, kızgın yağ, yanık et ve yıkanmamış adamların leş kokusu: işte Percy, bunlara alışkındı.
Er Percy ölüp ölmediğini merak etti. Ne de olsa dehşet verici bir bombardımana maruz kalmıştı.
Eh, öldüyse bile onca gürültünün, çığlığın ve çamurun ardından böyle bir cennete hiç itirazı yoktu. Hem cennette olmasaydı, çavuşu ona tekmeyi basar, kolundan tutup ayağa kaldırır, üstünü başını kontrol eder ve bir fincan çay içip iki lokma bir şey yemesi için yemekhaneye yollardı. Fakat ortada ne çavuş ne de ağaçlardan gelen kuş cıvıltıları dışında herhangi bir ses vardı.
Şafağın ilk ışıklan gökyüzüne karışırken Er Percy’nin aklından merakla şu düşünce geçti: “Ne ağacı?”
Bombardımanlarla paramparça olmamış, yapraklan eksiksiz ağaçlar bir yana hayal meyal ağaca benzer bir ağaç görmeyeli ne kadar zaman geçmişti? Ama şimdi ağaçlarla, hem de bir orman dolusu ağaçla karşı karşıyaydı.
Pratik zekâlı ve sistematik bir delikanlı olan Er Percy, sonunda bu rüyada kendisini asla öldürmeye kalkışmamış ağaçlara bakarak endişelenmeıneye karar verdi. Tekrar yere uzandı ve bir süreliğine içi geçti. Gözlerini açtığında ortalık günlük güneşlikti ve Percy susamıştı.
Etraf aydınlıktı ama nerede olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Eh, herhalde Fransa’daydı. Percy’i bayıltan top mermisi onu fazla uzağa fırlatmış olamazdı. İyi ama orman da nereden çıkmıştı? Üstelik burada silahların gümbürtüsü ve insanlann çığlıkları gibi Fransa’nın geleneksel seslerinden de eser yoktu.
Tüm bunlar tam bir muammaydı. Ve Percy bir yudum su için yanıp tutuşuyordu.
Kuşların dadandığı o ruhani sessizliğin arasında endişelerini eski püskü asker heybesinden geriye kalan şeyin içine dolduran Percy, şarkıda biraz doğruluk payı olduğunu düşündü: endişelenmenin kime ne faydası vardı? tnsanlann sabah çiyi gibi buhar olup uçtuklarını gördükten sonra endişe etmeye sahiden de değmezdi.
Fakat Percy ayağa kalkarken sol bacak kemiğinin içinde o tanıdık acıyı hissetti. Ona kamuflajlı oğlanların’ arasında kıyak bir görev yeri ile asker heybesindeki ezik büzük bir boya kutusu vermiş olan yaranın kalıntısı hâlâ yerli yerindeydi ve Percy’yi eve göndermeye yetmemişti. Bacağı hâlâ ağrıdığına göre bu bir rüya olamazdı! Ama Percy’nin önceden bulunduğu yerde olmadığı da kesindi.
Diğer yönlere kıyasla daha az ağacın bulunduğu benzer bir yönde yürürken aman vermez bir düşünce zihnini doldurdu. Neden şarkı söyledik? Aklımızı mı kaçırdık? Ne halt ettiğimizi sanıyorduk? Her yer kollarla ve bacaklarla doluyken, insanlar gözümüzün önünde etten ve kemikten bir bulut halinde darmadağın olurken biz kalkıp şarkı söyledik!
Amma da büyük bir budalalık ettik!
Er Percy yarım saatin sonunda bir bayırdan aşağı inerek sığ bir vadideki dereye ulaştı. Su biraz tuzlu olsa da Percy suyu bir at yalağından içmeye bile hazırdı; hem de bir atla yan yana.
Bir nehirle birleşene kadar o dereyi takip etti. Nehir henüz pek geniş değilse de Er Percy taşra (ocuğuydu ve nehir kıyısının altlarında karavideler olduğunu biliyordu. Ve bahsi geçen o karavideler yarım saat içinde çıtır çıtır kızarıyordu. Percy daha önce hiç bu kadar irilerini ve sulularını görmemişti! Hem de bu kadar çok sayıda! Dal parçalarına geçirdiği avlannı alelacele yaktığı bir ateşin üstünde döndüre döndüre pişirerek ve onlan elleriyle parçalayarak karnı ağrıyana kadar yedi. Sonra aklında yeni bir düşünce belirdi. Belki de gerçekten ölüp cennete gitmişimdir. Ve bu kadan bana yeter de artar bile. Çünkü Tanrım, cehennemi yeterince gördüm.
Er Percy o gece heybesini yastık yaparak nehrin yanındaki bir açıklıkta uzandı. Gökyüzünde hayatında hiç görmediği kadar parlak yıldızlar belirirken ‘Dertlerini Eski Heybene Kaldır” şarkısını söylemeye başladı. Şarkı bitmeden önce sesi kesildi ve derin bir uykuya daldı.
Günışığı tekrar yüzüne değerken Percy uyandı, zihninin açılması için biraz bekledi ve doğrulup oturdu, sonra da üstüne çevrili sakin bakışlar karşısında bir heykel misali donup kaldı. Arka arkaya dizili bir şekilde kendisini seyreden adamların sayısı bir düzineyi buluyordu.
Bunlar kimdi? Neydi? Biraz ayıya benzeseler de suratları ayı suratı değildi. Aslında biraz maymunu andırdıkları da söylenebilirdi ama daha şişmandılar. Üstelik uysalca bakmaktan başka bir şey de yapmıyorlardı. Herhalde Fransız olamazlardı, değil mi?
Percy yine de Fransızca konuşmayı denedi. “Parley bufîon say?”
Adamlar ona boş gözlerle baktılar.
O sessizlikte kendisinden daha fazlasının beklendiğini düşünen Pcrcy genzini temizledi ve bir kez daha “Dertlerini Kaldır” şarkısına başladı.
Şarkısı bitene kadar adamlar onu pür dikkat dinlediler. Ardından aralarında bakıştılar. Sonunda bir tür anlaşmaya varmışlar gibi içlerinden biri öne çıktı ve mükemmel bir tonda şarkıyı tekrar etmeye başladı
Er Percy büyük bir şaşkınlıkla ona kulak verdi.
Ve bir asır sonra:
Tek tük meşe ağaçlarının yer aldığı çayır düz, yeşil ve gürdü. Tepedeki gökyüzü öyle bir mekâna yakışır biçimde masmaviydi. Ufukta bulutlann gölgesini andıran bir kıpırtı mevcuttu ve koca bir hayvan sürüsü hareket halindeydi.
Bir tür iç geçirme, uzun uzun verilen bir nefes duyuldu. Yeteri kadar yakında bulunan bir gözlemci, teni okşayan bir esintinin fısıltısını işitebilirdi.
Çimenlerde bir kadın yatıyordu.
Kadının adı Maria Valientd’ydi. Üzerinde en sevdiği tiftik kazağı vardı. Yalnızca on beş yaşında olmasına rağmen hamileydi ve bebek geliyordu. Doğum sancılan kadının sıska bedenini titretiyordu. Az öncesine kadar doğumdan mı, yoksa Maria’nın annesinden kalan tek yadigâr maymunlu bileziğe günah olduğunu söyleyip el koyan Rahibe Stephanie’den mi daha çok korktuğundan emin değildi.
Şimdiyse bu. Sıvası nikotin lekeleriyle kaplı tavanın olması gereken yerde gökyüzü; yıpranmış halıların olması gereken yerde ise çimenler ve ağaçlar vardı. Her şey yanlıştı. Burası da neresiydi? Burası hâlâ Madison muydu? Maria buraya nasıl gelebilirdi?
Ama bunların hiçbiri önem taşımıyordu. Bedeni yine acıyla dolan Maria bebeğin geldiğini hissetti. Ona yardım edecek hiç kimse yoktu. Rahibe Stephanie bile. Maria gözlerini kapadı, çığlık attı vc ıkındı.
Bebek çimenlerin üstüne düştü. Maria plasentanın da çıkması için beklemesi gerektiğini biliyordu, İş bittiğinde bacakları arasında sıcak bir yığın ve yapı; yapış, kanlı dokuyla kaplı bir bebek vardı. Bebek -oğlan- ağzını açtı ve tiz bir sesle ağlamaya başladı.
Uzaklardan gök gürültüsünü andıran bir ses geldi. Hayvanat bahçesinde duyacağınız türden, bir aslantnki gibi bir kükremeydi.
Maria bu sefer korkuyla çığlık attı.
“Bir aslan mı?”
Bir düğmeye basılmış gibi (iğlik kesiliverdi. Maria gitmişti. Bebek yalnız kalmıştı.
Bebeğin i(ine akan ve onunla sonu gelmeyen bir sesle konuşan evren dışında yapayalnızdı. Hepsinin arkasında bir Sessizlik yatıyordu.
Bebeğin ağlayışı bir şırıltı halini aldı. Sessizlik huzur vericiydi.
Bir tür iç geçirme, uzun uzun verilen bir nefes duyuldu. Maria yeşil çimenlerin üstüne ve mavi göğün altına döndü. Genç kadın doğrulup oturdu ve panik i(erisinde etrafa bakındı. Yüzü kül gibi olmuştu; (ok kan kaybediyordu. Fakat bebeği buradaydı.
Maria plasentayla beraber henüz göbek bağını bile kesmediği bebeği aldı, onu tiftik kazağına sardı ve kollarını ona kundak yaptı. Oğlanın yüzü nedense çok sakindi. Maria onu kaybettiğini düşündü. “Joshua,” dedi. “Adınjoshua Valienti.”
Hafif bir pat sesiyle beraber ikisi de gözden kayboldu.
Kurumakta olan kan ve vücut sıvısı birikintisinin, çimenlerin ve de göğün dışında (ayırda hi(bir şey kalmadı. Kan kokusu, çok yakında dikkatleri oraya çekecekti.
Ve uzun zaman önce bir gölge kadar yakın bir dünyada:
Kuzey Amerika’nın çok farklı bir versiyonu, devasa, karayla çevrili, tuzlu bir deniz barındırıyordu. Bu deniz mikrobik yaşamla kaynıyordu. Tüm bu yaşam tek ve muazzam bir organizmaya hizmet ediyordu.
Ve bu dünyada, bulutlu bir gökyüzünün altında o bulanık denizin tamamı tek bir düşünceyle çalkalanıyordu.
Ben…
Bu düşünceyi bir başkası takip ediyordu.
Hangi amaçla?
2
Modern görünümlü bir meşrubat makinesinin yanındaki bank son derece konforluydu. Joshua Valiente bugünlerde rahatlığa pek de alışkın değildi. Mobilyalarıyla ve halılarıyla dünyaya bir tür sükünet bindiren binaların içinde bulunmanın yarattığı o mayışıldık hissine de oldukça yabancıydı. Lüks bankın yanında kuşe kâğıda basılmış delgilerden oluşan bir yığın vardı ama Joshua’nın parlak kâğıtlarla da arası pek iyi sayılmazdı. Ya kitaplar? Kitaplara bir itirazı yoktu. Joshua kitaplardan hoşlanırdı; özellikle de ciltsiz olanlardan. O hafif ve taşınması kolay kitapları daha sonra tekrar okumak istemeseniz bile nispeten ince ve yumuşak kâğıdar için daima bir kullanım alanı bulunurdu.
Normalde yapacak hiçbir şey olmadığı zaman Joshua durup Sessizliği dinlerdi.
Sessizlik burada güç bela hissediliyordu. Gündelik dünyanın sesleri arasında boğulur gibiydi. Bu göz alıcı binadaki insanlar bulundukları yerin ne kadar gürültülü olduğunun farkında mıydılar? Klimaların ve bilgisayar fanlarının kükreyişi, işitilen fakat bir türlü anlaşılamayan pek çok konuşmanın fısıltısı, boğuk telefon seslerinin ardından orada olmadıklarını söyleyip sinyal sesinden sonra isminizi bırakmanızı isteyen açıklamalar ve müteakiben öten sinyaller. Burası Black Şirketi’nin bir kolu olan TransDünya Enstitüsü’nün ofisiydi. Baştan aşağı alçıpan ve krom kaplı bu meçhul ofise dev bir logo ve bir de satranç atının sembolü hâkimdi. Burası Joshua’nın dünyası değildi. Bunların hiçbiri onun dünyasına ait değildi. Aslına bakılırsa Joshua’nın tek bir dünyası da yoktu. Tüm dünyalar Joshua’nındı…
Uzun Dünya’nın tümü.
***
Dünyalar, sayısı belirsiz Dünyalar. Bazılarına göre varsayıldığından daha çok Dünya. Ve sonu gelmez bir zincir gibi dizili bu Dünyalara gitmek için tek yapmanız gereken onlara yan yan yürümekti.
Bu durum, Oxford Üniversitesi’nden Profesör Wotan Ulm gibi uzmanlar için büyük bir asabiyet kaynağıydı. “Tüm bu paralel dünyalar,” demişti BBC’ye, “ufak ayrıntılar dışında birbirinden farksızdır. Oh, tabii boş olmaları dışında. Şey, aslında çoğunlukla ormanlarla ve bataklıklarla doludurlar. İnsandan yoksun büyük, karanlık, sessiz ormanlarla ve derin, yapışkan ve ölümcül bataklıklarla Dünya kalabalıktır ama Uzun Dünya boştur Bu da açtığı savaşı hiçbir yerde kazanmasına izin verilmeyen Adolf Hitler için talihsiz bir durumdur!
“Bilim insanları için m-brane’ çok katmanları veya kuantum çoklu evrenleri hakkında saçmalamadan Uzun Dünya’dan bahsetmek bile zordur. Bakın, her bir yaprak düştüğünde evren çatallanıyor, her an bir milyar farklı dala ayrılıyor olabilir. En azından kuantum fiziği bize öyle söylüyor gibi görünüyor. Burada mesele tecrübe edilebilecek milyarlarca farklı gerçekliğin bulunması değil; tıpkı kemandaki tek bir telin armonisinde olduğu gibi kuantum hallerinin de birbiriyle çakışmasıdır. Fakat -mesela bir yanardağ harekete geçtiğinde, gökte bir yıldız kaydığında veya gerçek aşk ihanete uğradığında- ayrı bir deneysel gerçekliğe ulaştığınızda, kuantum ipliklerinden örülmüş bir örgüyle karşılaştığınız anlar olabilir. Ve belki de bu örgüler benzerliklerine dayanarak hep birlikte daha üst bir boyuta çekiliyor ve bir dizi dünya kendi kendine sıralanıyordur. Ya da onun gibi bir şey işte! Belki de tüm bunlar insanlığın toplu hayal gücünün ürünü olan bir rüyadır.
“tşin aslı şu ki Hubble’ın genişleyen evreninden bir kesit görmesi durumunda Dante ne kadar şaşkına dönerse biz de bu fenomen karşısında o kadar şaşkınız. Onu tarif etmekte kullandığımız dil bile muhtemelen çoğu insanın anlayabildiği iskambil benzetmesinden daha doğru değildir: Uzun Dünya her biri kendi başına bir Dünya olan koca bir deste dolusu üç boyutlu kartın bir üst boyutsal uzayda üst üste yığılmasına benzer.
“Daha da önemlisi Uzun Dünya çoğu insan için ardına kadar açık. Neredeyse herkes deyim yerindeyse kartlan delerek destenin içinde inip çıkabilir. İnsanlar tüm bu boşluğa hızla yayılıyor. Elbette yayılacaklar! Bu bizler için ilkel bir içgüdü. Biz bozkır maymunlan hâla karanlıktaki leoparlardan korkuyoruz; ama yeteri kadar yayılabilirsek leoparlar hepimizi birden pençesine düşüremez.
“Tüm bunlar ziyadesiyle can sıkıcı. Hiçbir şey birbirini tutmuyor! Peki niye bu olağanüstü kart destesi insanlığa tam da şimdi, boş bir alana daha önce hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyduğumuz bir zamanda verildi? Ama zaten bilim denen şey daha başka sorulara yol açan bir dizi sorudan ibaret değil midir? İyi ki de öyle, yoksa ondan doğru düzgün bir iş çıkmazdı. Eh, bu soruların cevabı ne olursa olsun inanın bana, insanlık için her şey değişiyor… Bu kadarı yeterli mi, Jocasta? Ben Dante’den bahsederken ahmağın biri kalemini çıtlatıyordu.”
Joshua elbette ki TransDûnya’nın tüm bu değişimlerden yararlanmak için var olduğunun bilincindeydi. Zaten kendisi de muhtemelen o nedenle çok uzaklardaki bir dünyadan az…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıUzun Dünya
- Sayfa Sayısı424
- YazarStephen Baxter, Terry Pratchett
- ÇevirmenCihan Karamancı
- ISBN9786053753544
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm , Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2014-05
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Güneş De Doğar ~ Ernest Hemingway
Güneş De Doğar
Ernest Hemingway
Güneş de Doğar‘daki kişiler, savaş sonrası değer yargıları yiten, değişen yaşamları üç aşağı beş yukarı birbirine benzeyen insanlardır. Roman başkişileri, bu çöküntüyü olanca derinliğiyle...
- İşin Aslı, Judit ve Sonrası ~ Sándor Márai
İşin Aslı, Judit ve Sonrası
Sándor Márai
Bir beyefendi, bir hanımefendi ve bir hizmetçi… Macaristan’ın en büyük çağdaş yazarlarından Sándor Márai, sadakat ve yalanı, gerçeği ve arzulananı, toplumsal ilişkilerdeki dürüstlüğü ve...
- Ejderin Arzusu ~ G. A. Aiken
Ejderin Arzusu
G. A. Aiken
Nolwenn cadısı Talaith için hayat hiçbir zaman kolay olmamıştı. Bir tanrıça tarafından köleliğe zorlanmış, kocası tarafından hor görülmüştü. Ve yaşadığı köydeki herkes kendisinden korkuyordu....