Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Uzak Yıldız
Uzak Yıldız

Uzak Yıldız

Roberto Bolaño

Wieder uçuş pistinden uzakta, Santiago’nun kenar mahallelerinden birinde çıktı ortaya. İlk dizesini orada yazdı: Ölüm dostluktur. Sonra demiryollarına ait bazı depoların ve terk edilmiş…

Wieder uçuş pistinden uzakta, Santiago’nun kenar mahallelerinden birinde çıktı ortaya. İlk dizesini orada yazdı: Ölüm dostluktur. Sonra demiryollarına ait bazı depoların ve terk edilmiş fabrikalara benzeyen ama sokaklar arasında karton sürükleyen insanların, evleri ayıran çitlere tırmanan çocukların, köpeklerin seçildiği yerlerin üstünden uçtu. Solda, saat dokuz yönünde, birbirlerinden tren yoluyla ayrılan, mantar gibi bitmiş uçsuz bucaksız iki yerleşim yerini fark etti. İkinci dizesini yazdı: Ölüm Şili’dir. Carlos Wieder bir sanatçı mı? Pilot mu? İşkenceci mi? Katil mi? Yoksa hepsi birden mi? Allende hükümeti döneminde silik bir şairken General Pinochet diktatörlüğünde yıldızlaşarak estetikten başka hiçbir şeye yaşam hakkı tanımayan bir “sanatçı” olarak ortaya çıkan Carlos Wieder’in hikâyesi, Şili’nin yakın tarihiyle iç içe geçince Güney Amerika’nın en özgün anlatılarından biri doğuyor. Roberto Bolaño külliyatının temel bileşenlerinden Uzak Yıldız, işkence, sürgün ve ölüm arasında seçim yapmaya zorlanan bir neslin iğneleyici portresi.

*

La literatura Nazi en América [Amerika’da Nazi Edebiyatı] adlı romanımın son bölümünde, Şili Hava Kuvvetleri’nden teğmen Ramírez Hoffman’ın hikâyesi biraz üstünkörü de olsa (taş çatlasa yirmi sayfada) anlatılıyordu. Bana bu hikâyeyi, Afrika’da birbiri ardına patlak veren savaşların ölümüne gediklisi vatandaşım Arturo B. anlatmıştı; ancak ortaya çıkan metin onu tatmin etmedi. La literatura Nazi’nin son bölümü, kendinden önce gelen edebî grotesk bölümün kontrpuanını, hatta tam karşı kutbunu göstermeye ayrılmıştı, Arturo başka hikâyelerin aynası ya da patlaması değil, sadece kendi kendinin aynası ve patlaması olacak daha uzun bir hikâye olsun istiyordu, işte bu yüzden, bir buçuk ay boyunca Blanes sahilindeki evime kapandık, kitabın son bölümünü elimize alıp, onun rüyalarıyla kâbuslarının peşinde, okurun şu anda elinde tuttuğu romanı oluşturduk. Görevim içkileri hazırlamaktan, kitap karıştırmaktan ve hem onunla hem de Pierre Menard’ın1 günden güne ete kemiğe bürünen hayaletiyle, tekrarlanan birçok paragrafın atılıp atılmayacağını tartışmaktan ibaretti.

1

Carlos Wieder’i ilk kez 1971’de ya da belki 1972’de, Salvador Allende Şili devlet başkanı olduğunda görmüştüm. O zamanlar adı Alberto RuizTagle idi, Güney’in başkenti denilen Concepción’da, Juan Stein’in şiir atölyesine gelirdi arada bir. Onu pek tanıdığımı söyleyemem. Atölyeye geldiğinde haftada bir, en fazla iki kez görürdüm. Fazla konuşmazdı. Ben konuşurdum. Atölyeye katılanların hepsi çok konuşurdu; sadece şiirden değil, aynı zamanda siyasetten, seyahatlerden (ki ilerde başımıza neler geleceğini hiçbirimiz hayal bile edemezdik), resimden, mimariden, fotoğraftan, devrimden ve silahlı mücadeleden de söz ederdik; silahlı mücadele bizi yeni bir hayata, yeni bir çağa taşıyacaktı, zira çoğumuzun hayaliydi bu, daha doğrusu, hayallerimizin, uğruna yaşamaya değecek tek şey olan hayallerimizin kapısını açacak anahtar gibiydi. Üstelik çoğu zaman hayallerin kâbusa dönüştüğünü de biliyorduk belli belirsiz, ama umurumuzda değildi. Yaşlarımız on yediyle yirmi üç arasındaydı (ben on sekizimdeydim), biri sosyoloji diğeri psikoloji okuyan Garmendia kardeşler ve bir ara kendi kendini yetiştirdiğini söylemiş olan Alberto RuizTagle hariç hemen hepimiz edebiyat fakültesinde okuyorduk.

1973 öncesinde kendi kendini yetiştirmiş olmak çok şey ifade ederdi Şili’de. İşin aslı RuizTagle hiç de alaylıya benzemezdi. Demek istediğim, dış görünüşü itibarıyla alaylıya benzemezdi. Altmışlı yılların başında, Şili’nin Concepción şehrinde eğitimsiz kişiler, RuizTagle’nin giyindiği gibi giyinmezlerdi. Yoksul olurlardı. Alaylılar gibi konuşurdu, orası doğru. Galiba şimdi hepimizin, yani hâlâ hayatta olanlarımızın konuştuğu gibi (bulutların içinde yaşarmış gibi) konuşurdu ama üniversiteye ayak basmamış biri için fazlasıyla iyi giyinirdi. Şık olduğunu –aslında kendince öyleydi– ya da belli bir tarzda giyindiğini söylemeye çalışmıyorum; zevkleri eklektikti: Bir gün takım elbise ve kravatla, başka bir gün spor kıyafetle çıkardı ortaya, blucinleri de tişörtleri de es geçmezdi. Kıyafeti ne olursa olsun RuizTagle’nin üstünde daima pahalı, markalı giysiler olurdu. RuizTagle tek kelimeyle şıktı; bense o zamanlar hep akıl hastanesiyle çaresizlik arasında gidip gelen Şilili alaylıların şık olabileceklerine inanmazdım. Bir keresinde babasının ya da büyükbabasının Puerto Montt yakınlarında bir çiftliği olduğunu söylemişti. Bunları Verónica Garmendia’ya anlatırdı ya da biz ona anlatırken duyardık, on beş yaşındayken tarla işleriyle ve babasının kütüphanesindeki kitaplarla uğraşmak için okulu bırakmaya karar vermişti. Juan Stein’in atölyesine giden bizler, onun iyi bir binici olduğuna kesin gözüyle bakardık. Hiç ata binerken görmediğimiz düşünülürse neden böyle bir hisse kapıldığımızı bilmiyorum. Aslına bakılırsa, RuizTagle hakkında öne süreceğimiz bütün varsayımlar, kıskançlığımız ya da belki hasetimiz yüzünden önyargılıydı. RuizTagle uzun boyluydu, ince yapılı ama güçlüydü, yüz hatları güzeldi. Bibiano O’Ryan’a göre, yüz hatları güzel denemeyecek kadar soğuktu, ama, tabii, Bibiano bunu daha sonra söylemişti, o yüzden bir önemi yok. RuizTagle’yi neden kıskanıyorduk? Çoğul kullanmak abartılı olur. Kıskanan biri varsa o da bendim. Belki bir de Bibiano. Nedeni, hiç kuşkusuz, Garmendia kardeşlerdi, yani şiir atölyesinin tartışılmaz yıldızları, tek yumurta ikizi kız kardeşler. Öyle ki, zaman zaman Stein’in atölyeyi sadece onların yüzü suyu hürmetine yürüttüğü hissine kapılırdık (Bibiano’yla ben). Ama itiraf edeyim, onlar atölyenin en iyileriydi. Verónica ve Angélica Garmendia, bazı günler birbirlerine öylesine benzerler ki, kimin kim olduğunu anlamak mümkün olmaz, bazı günler de (ama özellikle bazı geceler) öyle farklı olurlar ki, iki düşman değillerse de iki yabancı sanırdınız onları. Stein onlara bayılırdı. RuizTagle’nin dışında kimin Verónica kimin Angélica olduğunu her daim bilen tek kişi oydu. Ben onlar hakkında konuşurken zorlanırım. Kimi geceler kâbuslarımda görürüm onları. Benimle aynı yaştaydılar, belki bir yaş büyüktüler benden, uzun boylu, ince, esmer tenliydiler, siyah saçları çok uzundu, galiba o dönem moda öyleydi.

Garmendia kardeşler, RuizTagle’yle hemencecik arkadaş oldular. RuizTagle, Stein’in atölyesine 71’de ya da 72’de kaydolmuştu. Daha önce ne üniversitede ne de bir başka yerde görülmüştü. Stein ona nerden geldiğini sormadı. Üç şiir okumasını istedi, sonra fena olmadıklarını söyledi. (Stein sadece Garmendia kardeşlerin şiirlerini açık açık överdi.) Böylece bize katılmış oldu. İlk başlarda onu pek dikkate almamıştık. Ancak Garmendia kardeşlerin onunla arkadaşlık kurduğunu görünce, biz de derhal RuizTagle’yle arkadaş olduk. O zamana kadar mesafeli bir samimiyetle davranıyordu. Sadece Garmendia’lara içten bir samimiyet gösterirdi (bu açıdan Stein’e benzerdi), nazik ve ilgili davranıyordu onlara. Diğerlerine, yani bize, demin söylediğim gibi, “mesafeli bir samimiyetle” davranıyordu, demek istediğim bize selam veriyor, gülümsüyordu; biz şiir okuduğumuzda ölçülü ve soğukkanlı eleştiriler getirirdi, bizim (genellikle yıkıcı) saldırılarımız karşısında ise asla metinlerini savunmazdı, ona bir şeyler söylediğimizde, o zamanlar bize dikkat gibi görünen ama bugün asla öyle olduğunu söylemeye cesaret edemeyeceğim bir tavırla dinlerdi bizi.

RuizTagle ile geri kalanlarımız arasındaki farklar dikkat çekiciydi. Biz MarksistMandrakist bir jargon ya da argoyla konuşurduk (çoğumuz MIR’ın1 ya da Troçkist partilerin sempatizanı veya üyesiydik, gerçi aramızda Sosyalist Gençlik, Komünist Parti veya Katolik sol partilerden birinin militanı olanlar da vardı galiba). RuizTagle İspanyolca konuşurdu. Şili’nin belli yerlerinde (fizikselden çok zihinsel yerler) konuşulan İspanyolcaydı bu, oralarda sanki zaman hiç akmamış gibiydi. Biz ya ailelerimizin yanında (Concepción’lu olanlar) ya da yoksul öğrenci pansiyonlarında kalırdık. RuizTagle yalnız yaşıyor, merkeze yakın bir apartmanda, perdeleri hep kapalı duran, dört odalı bir dairede oturuyormuş, ben hiç gitmedim evine. Bunları yıllar sonra Bibiano ve Tombul Posadas anlattı bana (Wieder’in lanet olası efsanesinin etkisi altında anlatılan şeyler), dolayısıyla eski okul arkadaşlarımın hayal gücüne mi bağlayayım yoksa inanayım mı bilemiyorum. Biz genellikle meteliğe kurşun atardık (şimdi bu sözcüğü yazmak çok matrak, metelik: gecenin içinde göz gibi parlar); RuizTagle’nin parasız kaldığı görülmemişti.

Bibiano bana RuizTagle’nin eviyle ilgili neler anlattı peki? Önce, evin çıplaklığından söz etti; evin hazırlanmış olduğu izlenimini edinmişti. Bir keresinde yalnız gitmiş. Oradan geçiyormuş, RuizTagle’yi sinemaya davet etmeye karar vermiş (işte böyle biridir bizim Bibiano).

Daha yeni tanışmışlardı, ama onu sinemaya davet etmeye karar vermiş. Bergman’ın bir filmini gösteriyorlarmış, hangisiydi hatırlamıyorum. Bibiano daha önce birkaç kez gitmişti evine, ama her seferinde Garmendia kardeşlerden birinin eşliğinde, yani diğer bir deyişle hep haberli gitmişti. O zamanlar, Garmendia’larla birlikte yaptığı ziyaretlerde, ev sanki gelenlerin bakışlarına hazır, bir şeylerin eksik olduğu açıkça belli boşluklarla, fazlasıyla tenhalaştırılmış, hazırlanmış gibi gelmişti ona. Bana bütün bunları anlattığı mektubunda (yıllar sonra yazdığı mektupta) Bibiano, kendini Rosemary’s Baby [Rosemary’nin Bebeği] filminde, John Cassavetes’le birlikte ilk kez komşularının evine giden Mia Farrow gibi hissettiğini yazmıştı. Eksik bir şeyler vardı. Polanski’nin filminde evde eksik olan, Mia’yı ve Cassavetes’i ürkütmemek için tedbiren yerlerinden indirilmiş tablolardı. RuizTagle’nin evindeyse, sanki ev sahibi oturduğu yerin organlarını kesmiş gibi, adlandırılmayan bir şeyler eksikmiş (belki de Bibiano, yıllar sonra, hikâyeden ya da hikâyenin büyük bir kısmından haberdar olduğundan, adlandırılamayan ama var olan, elle tutulur bir şeyler olduğunu düşünmüştü). Ya da ev sanki her şeyin ziyaretçilerin özelliklerine ve beklentilerine göre ayarlandığı bir yapboz oyuncağı gibiymiş. Eve tek başına gittiğinde, bu hisleri güçlenmiş. Anlaşıldığı üzere, RuizTagle onu beklemiyormuş. Kapıyı geç açmış. Açtığındaysa, Bibiano’yu tanımıyor gibi davranmış, hatta, seni temin ederim dedi bana Bibiano, RuizTagle kapıyı gülümseyerek açtı, sonra gülümsemesi ânında kesildi. Fazla ışık yokmuş, Bibiano bunu da teslim ediyor, bu yüzden arkadaşımın söylediklerinin ne kadarının gerçeğe yakın olduğunu bilemiyorum. Her halükârda, RuizTagle kapıyı açmış ve birbirine tekabül etmeyen biriki kelimelik bir konuşmadan sonra (Bibiano’nun onu sinemaya davet etmek için geldiğini hemen anlayamamış), bir dakika beklemesini söylemeyi ihmal etmeden kapıyı kapatmış, birkaç saniye sonra kapıyı yeniden açıp bu sefer onu içeri davet etmiş. Evin içi loşmuş. Kesif bir koku varmış, sanki RuizTagle bir gece önce çok güçlü, yağlı ve baharatlı bir yemek hazırlamış gibi. Bibiano bir an odalardan birinden bir gürültü duyduğunu sanmış ve RuizTagle’nin bir kadınla birlikte olduğunu düşünmüş. Tam özür dileyip çıkacakmış ki, RuizTagle hangi filmi seyretmeyi düşündüğünü sormuş. Bibiano, Teatro Lautaro’daki Bergman filmini demiş. RuizTagle, Bibiano’ya gizemli gelen, benimse hep açıkça cüretkâr değilse de küstah bulduğum bir tavırla gülümsemiş yeniden. Affını istemiş, zaten Verónica Garmendia ile randevusu olduğunu söylemiş, üstelik, Bergman’ın sinemasından hoşlanmıyorum diye açıklama yapmış. O âna kadar Bibiano evde başka biri, Ruiz Tagle ile yaptığı konuşmayı kapı arkasından dinleyen, hareketsiz biri olduğundan eminmiş. Kesinlikle Verónica olduğunu, genelde gayet ketum biri olan RuizTagle’nin onun ismini zikretmesinin başka türlü açıklanamayacağını düşünmüş. Kendini ne kadar zorlarsa zorlasın şairimizi böyle bir durumda hayal edememiş. Kapının arkasında durup konuşmaları gizlice dinleyen ne Verónica ne de Angélica Garmendia olabilirmiş. Peki kimmiş öyleyse? Bibiano bilmiyor. O anda muhtemelen bildiği tek şey, RuizTagle’yle vedalaşmak, oradan gitmek ve o çıplak, kanlı eve bir daha hiç dönmemek isteğiymiş. Bunlar onun sözleri. Gerçi anlattıklarından çıkardığım kadarıyla, ev son derece steril bir görüntü arz ediyormuş. Tertemiz duvarlar, metalik bir kitaplıkta sıralanmış kitaplar, Güneyli pançolarıyla kaplı koltuklar. Ahşap bir sehpanın üstünde RuizTagle’nin Leica’sı, hani bir öğleden sonra şiir atölyesinin bütün üyelerinin fotoğraflarını çekerken kullandığı makine. Bibiano’nun aralık duran bir kapıdan gördüğü, yalnız yaşayan öğrenci evlerindeki (ama Ruiz Tagle öğrenci değildi) tipik kirli tabak ve tencere yığınları bulunmayan, derli toplu mutfak. Sonuçta, gürültü dışında alışılmadık bir şey yokmuş, ki o gürültü de pekâlâ komşu daireden geliyor olabilirmiş. Bibiano’ya göre, RuizTagle konuşurken, kendisinin gitmesini istemiyor gibi, onu biraz daha orada tutmak için konuşur gibi bir hali varmış. Hiçbir nesnel dayanağı olmayan bu izlenim, arkadaşımın sinirlerini, kendi sözleriyle tahammül edilemez bir düzeyde bozmuş. İşin ilginci RuizTagle bu durumdan keyif alır gibi görünüyormuş: Bibiano’ nun gittikçe sararıp solduğunu, terler içinde kaldığını fark ediyor ve konuşmaya (Bergman’la ilgili, herhalde) ve gülümsemeye devam ediyormuş. Ev sessizliğe gömülmüş, RuizTagle’nin sözleri asla bu sessizliği bozmuyor sadece daha fazla açığa çıkarıyormuş.

Neden söz ediyordu, diye soruyor Bibiano. Bunu hatırlamam önemli olabilirdi, diye yazmış mektubunda, ama ne kadar uğraşsam da imkânsız. Kesin olan şu ki, Bibiano dayanabileceği kadar dayanmış, sonra kesip atarcasına görüşürüz demiş ve yürüyüp gitmiş. Merdivenlerde, caddeye çıkmadan hemen önce Verónica Garmendia’yla karşılaşmış. Verónica bir şey mi oldu diye sormuş ona. Ne olabilir ki, demiş Bibiano. Bilmem, demiş Verónica, suratın kireç gibi bembeyaz da. Bu sözcükleri hiç unutmayacağım, diyor mektubunda Bibiano: kireç gibi bembeyaz. Ya Verónica Garmendia’nın yüzü? Âşık bir kadının yüzü.

Bunu kabul etmek üzücü, ama öyle. Verónica, Ruiz Tagle’ye âşık olmuştu. Hatta Angélica da ona âşıktı belki. Bir defasında, Bibiano ile bu konuyu konuşmuştuk, epeyce önce. Galiba canımızı yakan Garmendia’lardan birinin bile bize âşık olmaması ya da en azından bizimle ilgilenmemesiydi. Bibiano, Verónica’dan hoşlanıyordu.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıUzak Yıldız
  • Sayfa Sayısı152
  • YazarRoberto Bolano
  • ISBN9789750735882
  • Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Katlanılmaz Sığırtmaç ~ Roberto BolanoKatlanılmaz Sığırtmaç

    Katlanılmaz Sığırtmaç

    Roberto Bolano

    Latin Amerika Avrupa’nın akıl hastanesi, Birleşik Devletler ise fabrikasıydı. Fabrika şimdi ustabaşıların elinde ve işgüçleri akıl hastanesinden kaçan deliler. Akıl hastanesi, en aşağı altmış...

  2. Katil Orospular ~ Roberto BolanoKatil Orospular

    Katil Orospular

    Roberto Bolano

    Her şey anlamsızdı, öyle düşünüyordum, ama aslında bir anlamı olduğunu biliyordum; bu anlam beni paramparça ediyordu, paramparça sözcüğü biraz abartılı gelebilir ama ben abarttığımı...

  3. Tılsım ~ Roberto BolanoTılsım

    Tılsım

    Roberto Bolano

    Tılsım bir güç gösterisi. Bu yarı sanrı yarı gerçek anlatıda, melankoli ile Latin Amerika’nın kanlı yakın tarihi, bir kadının, Meksika şiirinin anasının sesinde hayat...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Değişim ~ Mo YanDeğişim

    Değişim

    Mo Yan

    Çin’in en ünlü ve Nobel ödüllü yazarı Mo Yan, Değişim adlı uzun öyküsünde ülkesindeki toplumsal ve siyasal değişimleri dile getiriyor.Otobiyografi tarzında öykü ya da...

  2. Frankenstein ~ Mary ShelleyFrankenstein

    Frankenstein

    Mary Shelley

    Daha çok korku romanı olarak bilinen Frankenstein aslında Felsefi bir romandır. Kitabın kahramanı olan Dr. Frankenstein hastalıklara son verebilmek ve ölümsüzlüğe ulaşmak için yaratıcı...

  3. Şeytanın Çalgıları ~ Nancy HustonŞeytanın Çalgıları

    Şeytanın Çalgıları

    Nancy Huston

    Nancy Huston, kendisine Goncourt des lycéens Ödülü’nü kazandıran Şeytanın Çalgıları’nda, iki farklı tarih, iki farklı coğrafya, apayrı iki kültür ve bambaşka kadınlık halleri üzerinden, aradan...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur