Kendimizi canavarlaştırdığımızda insan olmanın acılarından ve yüklerinden kurtuluyor muyuz?
İki dünya savaşının yarattığı sarsıntının ve yıkımın ortasında Batı, uygarlaşmanın bedelini tartışmaya açmıştı. Yaşananların hatırası tazeydi ve yeni şekillenen Soğuk Savaş nedeniyle topyekûn yıkım olasılığının ilk kez ufukta belirmesiyle gelecek de parlak görünmüyordu. Böyle bir ortamda sosyal bilimciler, özellikle de bazı önde gelen antropologlar ve etnologlar felaketten çıkış yolunu uzak geçmişte, tarihöncesinde, “yaban” ve “ilkel” uygarlıklarda, kayıp bir “altın çağ”da aradılar: Tarihöncesi ve yaban toplumlarda savaş çok nadir görülüyordu, fazla can kaybına yol açmıyordu, çocuksuydu. Vahşiler soylu ve barışçıldı, uygarlarsa savaşçı ve “şeytan”; gittikleri yere hastalık, ölüm, kötülük ve acı götürmüşlerdi. Bu anlayış son elli yıl içinde itiraz edilemeyen bir tabu hâline geldi.
Yayımlandığı tarihten beri çoksatanlar arasında yer alan bu kışkırtıcı kitap, işte bu anlayışa meydan okuyor. Amerika’dan Okyanusya’ya, Batı Avrupa’dan Kuzey Kutup Dairesi’ne ve Asya’ya kadar dünyanın dört bir yanından derlediği antropolojik, arkeolojik ve etnografik bulgularla bize bambaşka ve ürkütücü bir tablo sunuyor. Vahşilerin savaşlarının da en az uygarlarınki kadar acımasız, şiddetli ve tehditkâr olduğunu ortaya koyuyor. Toplu kıyımların gerçekleştiği tarihöncesi mezarlıklardan, ilkel toplumların savaş, müzakere ve mübadele biçimlerine kadar birçok konuya eğilerek, geçmişi barışçıllaştıran “uygar” yorumların da Batı insanının kibrinin bir ürünü olduğunu gözler önüne seriyor.
İÇİNDEKİLER
Teşekkür 11
Önsöz 15
1
Barışçıllaştırılan Geçmiş 21
2
Savaş Köpekleri 59
3
Başka Araçlarla Sürdürülen Siyaset 84
4
Kaplana Öykünmek 115
5
Gizlenerek Savaşmak 137
6
Mars’ın Hasadı 158
7
Zafere Giden Yol 185
8
Büyük Yıkım 209
9
Kötü Komşular 234
10
Çıplak, Sefil, Sakatlanmış Barış 257
11
Kılıçları Eğretilemelerle Köreltmek 290
12
Sütteki Alabalık 304
Ek: Tablolar 322
Kısaltmalar 338
Kaynakça 339
Önsöz
Bu kitabın doğuşu iki kişisel başarısızlık öyküsüne dayanıyor Bunlardan ilki pratik bir akademik başarısızlık, ikincisi ise entelektüel bir başarısızlık diyelim. Bu başarısızlıkların bir sonucu olarak savaş sonrası dönemin arkeologları tarafından yapay bir şekilde “geçmişi barışçıllaştırdıklarını” ve tarihöncesi savaşın olanağı konusunda yaygın bir önyargıyı paylaştıklarını fark ettim.
Pratikteki başarısızlığımın kaynağında Kuzeydoğu Belçika’daki (MÖ. 5000 civarı) bazı Erken Neolitik köyleri çevreleyen, yakın zamanda keşfedilmiş tahkimatların işlevlerini araştırmak için fon talep eden iki adet araştırma teklifim vardı. Bu tür yerleşim yerleri, Orta ve Kuzeybatı Avrupa’yı sömürgeleştiren ilk çiftçilerin yaşadıkları bölgeleri temsil ediyordu. Bir önceki araştırmama destek çıkmış olan ABD Ulusal Bilimler Vakfı’na yaptığım bu iki teklif, hâlihazırda kazılmış olan Darion sınır bölgesinin yakınındaki birkaç Erken Neolitik köy alanını kazmak için fon talep ediyordu. Belçikalı meslektaşım Daniel Cahen, Darion’un bir çitle desteklenmiş yaklaşık 3 metre derinliğindeki bir hendekten oluşan bir tahkimatla çevrili olduğunu keşfetmişti. Araştırma önerimde Darion’da gerçekleşen savunmaların, bu Neolitik sınırın çatışmaların yaşandığı bir bölge olduğunu ileri sürüyor ve çevrede yapılacak kazıların benzer tahkimatları ortaya çıkaracağını tahmin ediyordum. Bu önerileri değerlendiren arkeologlar Darion’daki “çitleme”nin savunma amaçlı olduğunu kabul edemezlerdi. Dolayısıyla hatalı bir yoruma dayandığını düşündükleri bir projeye fon sağlanmasını tavsiye edemediler. Sunduğum üçüncü öneriyse metinde Darion hendek çitini tahkimat yerine “çitleme” olarak ifade edip tarafsız bir dille yeniden yazdığım için kabul edilmişti. Başka bir deyişle bu önerim meslektaşlarım tarafından ancak arkeolojinin lanetinden, yani savaşa yapılan göndermelerden arındırıldığında kabul edilebilmişti.
Elimize geçen yeni finansman sayesinde diğer dört Erken Neolitik yerleşim bölgesinde gerçekleştirdiğimiz kazılarla kısa süre içerisinde bu bölgelerden ikisinin tahkimat altına alındığı belgelemiştik. Sonuç olarak haklı çıkmıştık. Erken Neolitik sınır en azından Belçika’ya ulaştığında tahkim edilmiş köyler bölgede epey yaygındı; sadece bunları nerede ve nasıl arayacağınızı bilmeniz gerekiyordu. Normalde şişirilmiş akademik egolarımız olmasına rağmen, Daniel de ben de bu keşif karşısında şok olmuştuk. Waremme-Longchamps yerleşim bölgesinde yaptığımız kazılarda derin bir hendeğin ve çitin ortaya çıktığı gün eve doğru giderken aramızda çok kısa bir diyalog geçtiğini anımsıyorum. Durup durup birbirimize “Bir hendeğimiz ve bir çitimiz var!” dedikten sonra hayretler içinde bir süre sessizliği gömülüyorduk. Karşılıklı şaşkınlığımız aslında tam da sunduğum ilk proje önerilerine şüpheyle bakmış meslektaşlarımızla paylaştığımız önyargılara dayanıyordu. Bilinçaltında biz de kendi iddialarımıza aslında inanmamıştık; biz de Darion’daki tahkimatların bir sapma olduğunu varsaymış ve bunları yalnızca civarda bulunan diğer yerleşim bölgeleri hakkındaki merakımızı gidermek için birer bahane olarak kullanmıştık. Beklentilerimizle ilgili bu farkındalık daha sonra Daniel, (Geç Tunç Çağı ve Demir Çağı arkeolojisi uzmanıdır) Anne Cahen-Delhaye ve bendenizin, bizim kuşağımızdan arkeologların tarihöncesi savaşlara ilişkin kanıtları kabul etme konusunda yaşadıkları zorluklar ve isteksizlik hakkında bir dizi diyaloğa girmesini sağlamıştı. Sonradan eğitimim ve kariyerim üzerine düşünürken, tarihöncesi savaşa ilişkin kanıtları –hatta kendi gözlerimle gördüğüm kanıtları bile– görmezden gelerek ya da reddederek geçmişi barışçıllaştırma konusunda herkes kadar benim de suçlu olduğumu fark etmiştim.
Üniversite birinci sınıf öğrencisi olarak yaptığım ilk kazılar San Francisco Körfezi’nde bulunan tarihöncesi bir “kabuk höyük” köy yerleşimindeydi ki burada cinayet kurbanlarına ait olduğu şüphe götürmez birçok mezar ortaya çıkarmıştık. Kazdığımız bölgedeki ok veya mızrak gibi atışlı silah uçlarının isabet ettiği insan iskeletlerinin olağanüstü derecede yüksek bir cinayet oranını kanıtladığı ne benim ne de diğer öğrenci arkadaşlarımın aklına gelmişti. Açığa çıkardığımız bu acımasız maddi kanıt yerli Kaliforniya halklarının son derece barışçıl olduğu şeklindeki geleneksel görüşü sorgulamamıza hiçbir şekilde vesile olmamıştı.
Daha anlamlı olanıysa, bitirme tezimde erken dönem Orta Amerika uygarlıklarında savaşın sahip olduğu aşikâr önemi inkâr etmek amacıyla meslektaşlarımı suçladığım türlü retorik oyunlardan istifade etmemdi. İlkokuldan beri askerî tarih beni büyülüyordu; konuyla ilgili elime geçen her kitabı hevesle okuyordum. 1960’ların sonundaki bitirme tezimde askerî tarihe dönük kişisel ilgimi tarihöncesine dönük artan ilgimle birleştiriyormuş gibi görünen bir konuyu –Orta Amerika uygarlıklarının yükselişinde militarizmin rolünü– tercih etmiştim. Aslında (mevcut arkeolojik kanaatlerin oluşturduğu mutabakatı görev bilinciyle takip ederek) Orta Amerika’daki ilk uygarlığın özellikle barışçıl koşullarda gelişim gösterdiği gibi bir sonuca vardığımdan bu tercih nihai bir fikir ayrılığı kararıydı. Başka bir deyişle, militarizm ile savaşın Olmec, Teotihuacan ve Klasik Maya uygarlıklarının evriminde hiçbir rolü olmadığını ve savaş ile askerlerin ancak bahsedilen bu az çok “teokratik” uygarlıklar çöktüğü zaman önem kazandığını savunmuştum.
Çeyrek asır sonra, bugün hâkim konumdaki bu bakış açısının bütünüyle yanlış olduğu gün gibi ortadadır. Kazı sürecine yardım ettiğim tarihöncesi Kaliforniya Kızılderili köyünde şiddete bağlı ölümlerin oranı, üniversiteden sınıf arkadaşım Bob Jurmain tarafından bir tablo hâline getirildi. Bu oran, Avrupa ve ABD’deki yerleşik halkların bu bölgede kurban gittikleri şiddet dolu ölümlerin en az dört katıdır. Bitirme tezimde ele aldığım meselelerden biri olan Klasik Maya şehir devletleri bariz biçimde sıklıkla savaş hâlindeydiler ve bilhassa saldırgan krallar tarafından yönetiliyorlardı. Mayaların dünyasında her şeyin barışçıl yürümediğine ilişkin arkeolojik kanıtlar ironik biçimde, bitirme tezimi yazdığım esnada zaten elimdeydi. Bonampak’taki korkunç duvar resimleri, Becan ve Tikal’deki tahkimatlar, savaş tutsaklarının ve onları silahla esir alanların yaptığı sayısız Maya tasviri falan filan. Fakat çalışmalarına güvendiğim arkeologların yaptıkları gibi, bu verileri tipik, önemli ve açık olmadıkları gerekçesiyle reddettim. Yalnızca son on yıllık dönemde Maya hiyerogliflerinin deşifre edilmesiyle birlikte arkeolojik bakış açısı Mayaların barışçıl olduğu şeklindeki hatalı anlayışını değiştirmiştir.
Eğitimini savaş sonrası dönemde almış çoğu antropoloğun başına geldiği gibi, eğitimimin ilk aşamasında savaş ile tarihöncesinin uyuşmadığı varsayımı bana o kadar aşılandı ki aksi yöndeki kesin fiziksel kanıtları gözardı etme isteği duyuyordum. Yürüteceğim araştırma için fon bulma konusunda karşılaştığım ilk başarısızlık çoğu meslektaşımın önyargılarının farkına varmamı sağladıysa bile, gösterdiğim tepkiler ve daha sonra elde ettiğim başarının güdülediği anılarım, benzer bir at gözlüğünü takmış olduğum gerçeğinin farkına varmamı sağladı.
Birkaç sene sonra kayda değer bir ders daha aldım. Arkeolojik bakış açısı Batı Avrupa’nın Erken Neolitik Çağı’nda silahlı çatışma olasılığı konusunda hızla çok daha açık fikirli hâle geldi. 1989’da Cahen ve ben uluslararası bir dergide sahada geçirdiğimiz ilk tam sezonlarımız hakkında bir makale yayınladığımızda editörler (aralarında Ulusal Bilimler Vakfı’na sunduğum ilk önerileri inceleyip reddeden hakemler de bulunuyordu) eşit ölçüde olumlu yaklaşmışlardı. Bu, bahsi geçen meslektaşlarımızın bulduğumuz çitlerin tahkimatlar olduğuna büsbütün ikna oldukları anlamına gelmiyor ama o vakitlerde bu olasılığı da dikkate almaya artık istekliydiler. Keza 1980’lerin sonlarında yayımlanan diğer iddialar da arkeologların bu konudaki yerleşik önyargılarına meydan okuyordu. Bu dönemde çıkan birtakım Alman yayınları Erken Neolitik çitlerin oldukça yaygın olduğunu belgeliyordu –son 50 yılda 50’den fazla çitlenmiş alan olduğu keşfedilmişti– ama bu bulgular o kadar adı sanı duyulmamış yerel dergilerde yayınlanmıştı ki adamakıllı bilinmiyorlardı. Buna ek olarak yine yerel bir dergide 1987’de Stuttgart yakınlarında bulunan ve karakteristik olarak Erken Neolitik baltalarla kafaları delinmiş 34 erkek, kadın ve çocuğun kalıntılarını barındıran bir Erken Neolitik toplu mezarı hakkında kapsamlı bir makale yayımlanmıştı. Fakat bu onyılın başındaysa ancak az sayıda Erken Neolitik dönem uzmanı daha önceleri barışçıl bir altın çağ olduğu kabul edilen bir zaman diliminde savaşın mevcut olduğunu inkâr edebilirdi. Biz arkeologların tarihöncesi savaş kavramı karşısında gösterdiğimiz direnç ve meseleyle ilgili kanıtlar kabul edildiğinde bu direncin kolayca üstesinden gelinmesi beni derinden etkiledi ve bu konuda yazılacak bir kitabın değerli olabileceğine beni ikna etti. Dolaylı maddi kanıtlar en derinlere kök salmış fikirlerin bile üstesinden gelme konusunda olağanüstü bir beceriye sahiptirler.
Gerçekten de arkeoloji alışılmışın dışında direnç gösteren bir sosyal bilimdir. Tüm alanlarda olduğu gibi kabul edilmemiş kör noktalara, bilinçdışı önyargılara ve aleni teorik önyargılara sahiptir ama incelemekte olduğu nesnelerin son derece maddi ve fiziksel doğası yanlış entelektüel kavrayışları düzeltmek için değişmez bir temel sağlar. Elde ettikleri kanıtlar sözlü veya yazılı sözcüklerden meydana gelen bilim insanlarının aksine, arkeologlar ad hominem seçici bir kuşkuculuğun, yaratıcı bir safsatanın ya da herhangi bir “gerçek geçmiş”in var olduğunun inkâr edilmesi (yani geçmişin yalnızca ideolojik bir inşa olduğu ve ne kadar çok geçmiş varsa o kadar çok geçmiş kavrayışının var olduğu iddiası) yoluyla önyargılarına uymayan herhangi bir gerçeği göz ardı etme yetkisinden yoksundurlar. Arkeologlar açısından insanın geçmişi su götürmez bir biçimde gerçektir: Bir kütlesi, kesin bir şekli, rengi hatta ara sıra kokusu ve tadı bile vardır. Kemikler, tohumlar, taşlar, madenler ve çömlekler gibi milyonlarca parça, dünyanın her bölgesindeki laboratuvar masalarında ve müze çekmecelerinde durmaktadır. “Kanıtların ağırlığı” ifadesi arkeologlar açısından gerçek bir anlama sahiptir çünkü temel kanıtlar maddidir; dolaylı olduklarından ancak tekrarlanmaları hâlinde ikna edici bir biçimde yorumlanabilirler. Arkeoloji maddi dünyada kalıcı izler bırakan nesne örüntülerinin, yinelenen insan davranışlarının incelenmesidir. Savaş –topluluklar arasındaki silahlı çatışma– ister büyük ister küçük ölçekli olsun böyle bir örüntüdür ve çok kalıcı izler bırakır. Bu kitapta sadece arkeologları ve tarihçileri değil, aynı zamanda eğitim görmüş kamuoyunu da tarihöncesi ve ilkel savaş kavramlarının terimde çelişki olmadığına ikna etmek için bir yığın kanıt toplamaya çalıştım.
Lawrence. H. Keeley. Chıcago, 1994.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Antropoloji
- Kitap AdıUygarlıktan Önce Savaşlar
- Sayfa Sayısı368
- YazarLawrence H. Keeley
- ISBN9786256584013
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviFol Kitap / 2023