Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Uyanış
Uyanış

Uyanış

Kate Chopin

Yirmi yedi yaşındaki Edna Pontellier varlıklı bir adamla evli, iki çocuk annesi, güzel bir kadındır. Ailesiyle yaz aylarını geçirmek için gittikleri tatil beldesinde kendisine…

Yirmi yedi yaşındaki Edna Pontellier varlıklı bir adamla evli, iki çocuk annesi, güzel bir kadındır. Ailesiyle yaz aylarını geçirmek için gittikleri tatil beldesinde kendisine ayırdığı vakit, denizle kurduğu ilişki ona yeni ufuklar açar. Öncelikle bir birey olarak kendini keşfetmeye yönelen Edna, bunu yaparken toplum tarafından belirlenmiş kadınlık ve annelik rollerini, evliliği sorgular.

Kimlik, toplum, aidiyet ve özgürlük kavramlarını, bir kadının tinsel ve cinsel farkındalığa erişmesini konu edinen Uyanış, salt bir aydınlanma değil aynı zamanda bastırılmış kadın kimliğinin beraberinde getirdiği huzursuzluğu açığa vuran özgün bir roman.

“Chopin olağandışı, ilginç bir yazar… Kadınların cinsel tutkularını, ailevi ve kişisel ilişkilerini irdeleyişi zamanının çok ötesinde.” Jean Stafford, The New York Times

I

Kapının dışında asılı duran kafesteki sarı-yeşil papağan sürekli tekrarlıyordu:

“Allez vous-en! Allez vous-en! Sapristi! Tamam!” Biraz İspanyolca ve kapının öbür yanındaki kafeste asılı duran ve çıldırtıcı bir ısrarla ıslıklı notalarını öttüren alaycı kuş dışında kimsenin anlamadığı bir dil daha konuşabiliyordu.

Gazetesini rahat rahat okuyamayan Mr. Pontellier bir bezginlik ifadesi ve nidasıyla yerinden kalktı. Revaktan aşağı yürüyerek, Lebrun evlerini birbirine bağlayan dar “köprüleri” geçti. Ana binanın kapısı önünde oturmuştu. Papağan ve alaycı kuş Madam Lebrun’e aitti ve istedikleri kadar gürültü çıkarabilirlerdi. Mr. Pontellier de, onların eğlencesinden bıktığında yanlarından ayrılma ayrıcalığına sahipti.

Ana binadan sonra dördüncü, en sondan da ikinci yapı olan kendi evinin kapısının önünde durdu. Oradaki sallanan hasır sandalyesine kuruldu ve bir kez daha gazete okuma uğraşına daldı. Günlerden pazardı; gazete bir önceki güne aitti. Pazar gazeteleri Grand Isle’a henüz ulaşmamıştı. Mr. Pontellier piyasa analizlerine zaten bakmıştı; şimdi de başyazılara ve önceki gün New Orleans’tan ayrılmadan önce okuma fırsatı bulamadığı önemsiz haberlere huzursuzca göz atıyordu.

Mr. Pontellier gözlük kullanıyordu. Kırk yaşında, orta boylu ve gayet ince yapılı bir adamdı; hafif kamburu vardı. Yandan ayırdığı saçları düz ve kahverengiydi. Bakımlı sakalını kısa tutardı.

Arada bir gözlerini gazeteden kaldırıp etrafı süzüyordu. Konakta her zamankinden daha fazla gürültü vardı. Ana binaya, onu öbür evlerden ayırt etmek için “konak” deniyordu. Kuşlar gevezelik etmeye ve ötmeye hâlâ devam ediyordu. Farival ailesinin ikiz genç kızları, piyanoda “Zampa”dan1 bir düet çalıyorlardı. Madam Lebrun hışımla kâh içeri giriyor kâh dışarı çıkıyor, içerideyken bahçıvan çocuğa tiz perdeden emirler yağdırıyor, dışarıdayken de aynı tizliği koruyarak yemek odasındaki uşağa talimatlar veriyordu. Zinde, alımlı bir kadındı ve kolları dirseklerine kadar inen beyaz elbiseler giyerdi hep. İçeri girip çıktıkça kolalı eteği hışırdıyordu. Konağın berisindeki evlerden birinde, siyah giyimli bir başka hanım ağırbaşlılıkla yukarı aşağı adımlıyor, tespih çekiyordu. Pansiyondaki birçok kişi, ayin için Beaudelet’nin yelkenlisiyle Chênière Caminada’ya gitmişti. Kimi gençler dışarı çıkmış, su meşelerinin altında kroket oynuyorlardı. Mr. Pontellier’nin dört ve beş yaşlarındaki gürbüz iki çocuğu da oradaydı. Dörtte bir siyah kanı taşıyan bir dadı dalgın, düşünceli bir edayla onların peşinde dolaşıyordu.

Mr. Pontellier tuttuğu gazeteyi elini gevşetip bıraktı ve bir puro yakıp içmeye başladı. Bakışını, sahilde bir salyangoz hızıyla ilerleyen beyaz şemsiyeye dikti. Su meşelerinin cılız gövdeleri arasından baktığında, sarıpapatyaların ilerisinde onu apaçık görebiliyordu. Uzaktan seçilebilen körfez, puslu mavi ufka karışıyordu. Şemsiye ağır ağır yaklaşmaya devam ediyordu. Pembe astarlı siperliğin altında Mr. Pontellier’nin karısı Mrs. Pontellier ve genç Robert Lebrun vardı. Eve vardıklarında, biraz da yorgun bir edayla, destekleyici sütunlara yaslanarak verandanın üst basamağına karşılıklı oturdular.

Mr. Pontellier, “Bu saatte, bu sıcakta yüzmek hiç akıl kârı değil!” diye seslendi. Kendisi gün ağarırken denize girmişti. Bu sabah o yüzden ona böyle uzun geliyordu.

Sonra karısına hasar görmüş, değerli bir eşyasına bakar gibi bakarak, “Yanmaktan tanınmaz hale gelmişsin,” diye ekledi. Kadın ellerini, güçlü ve biçimli ellerini kaldırdı ve ince, keten bezinden elbisesinin bol kollarını bileklerinin üstüne doğru sıyırarak onları ciddiyetle inceledi. Sahile inmeden önce kocasına verdiği yüzükler aklına geldi. Sessizce elini ona doğru uzattı, ne demek istediğini anlayan kocası da yüzükleri yeleğinin cebinden çıkarıp karısının açık avucuna bıraktı. Yüzüklerini parmaklarına geçiren Mrs. Pontellier kollarıyla dizlerini kavrayarak karşısındaki Robert’e baktı ve gülmeye başladı. Miskin ve keyifli bir ifadeyle bir ona bir öbürüne bakan kocası, “Ne oldu?” diye sordu. Tam bir saçmalıktı; denizdeki maceralarını aynı anda anlatmaya çalıştılar. Fakat söze dökünce kulağa pek eğlenceli gelmemişti. Bunu onlar da fark etti, Mr. Pontellier de. Adam esneyip gerindi. Sonra kalktı ve Klein Otel’e gidip bilardo oynamak istediğini söyledi.

“Sen de gelsene,” diye önerdi Robert’e. Robert’se açıksözlülükle, olduğu yerde kalıp Mrs. Pontellier’le sohbet etmeyi yeğleyeceğini söyledi.

Mr. Pontellier gitmeye hazırlanırken karısına, “Eh peki, sıkıldığın zaman sav gitsin, Edna,” diye öğütledi.

Kadın, “Şunu alsana,” deyip şemsiyeyi uzattı. Mr. Pontellier şemsiyeyi alıp başının üstüne kaldırdı ve merdiveni inerek uzaklaştı.

Karısı, “Yemeğe gelecek misin?” diye arkasından seslendi. Adam bir an durakladıktan sonra omuz silkti. Yeleğinin cebini yokladı; orada on dolarlık bir banknot vardı. Emin değildi; erken yenen yemeğe belki gelirdi, belki de gelmezdi. Klein’da kimi bulacağına ve “oyun”un çapına bağlıydı bu. Bunu söylemediyse de durumu anlayan karısı güldü ve başını sallayarak onu uğurladı.

Babalarının gidişini gören iki çocuk da onun peşinden gitmek istedi. Mr. Pontellier onları öptü ve şekerlemeyle fıstık getirme sözü verdi.

II

Mrs. Pontellier’nin hayat dolu parlak gözleri vardı; saçının rengine benzeyen açık kahve gözler. Onları hızla bir şeye yöneltir ve derin bir tefekkür veya düşünce labirentinde kaybolmuş gibi öyle bakakalırdı.

Kaşları saçlarından bir ton daha koyuydu. Gür ve neredeyse düz olan o kaşlar, gözlerinin derinliğini perçinliyordu. Bir kadın güzelliğinden çok maskülen bir güzelliğe sahipti. Yüzündeki şaşmaz samimiyet ifadesi ve hatlarının birbiriyle çelişen incelikli oyunu büyüleyiciydi. Tavırları alımlıydı.

Robert bir sigara sardı. Puroya gücü yetmediği için sigara içtiğini söylerdi. Cebinde Mr. Pontellier’nin ona ikram ettiği puro vardı ama onu yemek sonrası için saklıyordu.

Kendi hesabına gayet münasip ve doğaldı bu. Ten rengi açısından arkadaşından pek de farklı değildi. Sinekkaydı tıraşlı yüzü, aradaki benzerliği daha da belirgin kılıyordu. Açık çehresine kaygının gölgesi vurmamıştı.

Gözleri, yaz gününün ışığını ve rehavetini toplayıp yansıtıyordu.

Mrs. Pontellier verandada duran palmiye yaprağından yelpazeyi alıp kendini yellemeye girişirken, Robert sigarasından çektiği hafif nefesleri dudaklarının arasından dışarı salıyordu. Durmaksızın çene çalıyorlardı: çevrelerindeki şeyler; (tekrar eğlenceli bir boyut kazanan) sudaki keyifli maceraları; rüzgâr, ağaçlar ve Chênière’e giden insanlar; su meşelerin altında kroket oynayan çocuklar ve şimdi de “Şair ve Köylü1 ” uvertürünü çalan Farival ikizleri hakkında. Robert kendi hakkında da epey konuştu. Sonuçta pek gençti ve cahil sayılırdı. Mrs. Pontellier de aynı sebeple biraz kendisinden söz etti. İkisi de birbirinin söylediklerini merakla dinliyordu. Robert sonbaharda, kendisini bir servetin beklediği Meksika’ya gitme niyetini anlattı. Hep Meksika’ya gitmeye niyetleniyor ama nedense hiç gidemiyordu. Bu arada, eşit derecede bildiği İngilizce, Fransızca ve İspanyolca sayesinde değerli bir kâtip olarak çalıştığı New Orleans’ta bir ticarethanedeki mütevazı işini bırakmıyordu.

Yaz tatilini her zaman olduğu gibi, Grand Isle’da annesiyle birlikte geçiriyordu Robert. Hatırlayamayacağı kadar eski zamanlarda “konak”, Lebrun’ler için lüks bir yaz sefasıydı. Şimdi de daima Quartier Français’den2 seçkin ziyaretçilerle dolu bir düzine kadar kır eviyle çevrili olarak, Madam Lebrun’e doğuştan gelen bir hak gibi görünen kolay ve konforlu bir hayat sürme imkânı tanıyordu.

Mrs. Pontellier babasının Mississippi’deki büyük çiftliğini ve Kentucky’nin çayır salkım otuyla ünlü bölgesindeki genç kızlık evini anlattı. İçine işlemiş ve adeta seyrelip yitmiş olan hafif Fransızlıkla beraber Amerikalı bir kadındı o. Ülkenin doğusunda yaşayan nişanlı kız kardeşine ait bir mektubu okudu. İlgisi uyanan Robert, kız kardeşlerinin nasıl insanlar olduklarını, babasının neye benzediğini ve annesinin ne zaman öldüğünü öğrenmek istedi.

Mrs. Pontellier mektubu katladı; erken yenecek akşam yemeği için giyinme vakti gelmişti.

Kocasının kaybolduğu yöne doğru bir bakış atarak, “Léonce’un gelmeyeceği belli oldu,” dedi. Robert de öyle düşünüyordu çünkü Klein’da bir sürü New Orleans’lı kulüp erbabı vardı.

Mrs. Pontellier’nin odasına geçerek yalnız bıraktığı genç adam basamakları inip salına salına kroket oynayanların yanına gitti ve yemek öncesindeki yarım saatini, Pontellier’lerin onu çok seven küçük çocuklarıyla eğlenerek geçirdi.

III

Mr. Pontellier o akşam Klein Otel’den döndüğünde saat on birdi. Keyfi pek yerinde, konuşkanlığı üzerindeydi. Gelişiyle, o sırada yatağa yatmış ve derin uykuya dalmış olan karısını uyandırdı. Soyunurken çene çaldı, ona gün içinde derlediği anekdotları, ufak tefek haberleri ve dedikoduları anlattı. Pantolon ceplerinden bir avuç dolusu buruşmuş banknot ve epey gümüş para çıkardı, anahtarlar, çakı, mendil ve cebinden çıkan diğer şeylerle birlikte onları yazı masasının üstüne gelişigüzel yığdı. Mrs. Pontellier uykuya teslim olmuştu ve kocasına ancak yarım yamalak cevap verebiliyordu.

Adamsa tek varoluş nedeni olan karısının onu ilgilendiren konulara bu kadar kayıtsız kalmasından, onun sohbetine bu kadar az değer vermesinden derin hayal kırıklığı duymuştu.

Oğlanlara söz verdiği şekerlemeleri ve fıstıkları unutmuştu. Her ne olursa olsun onları çok sevdiği için bitişikte uyudukları odaya geçip bir göz attı ve rahatlarının yerinde olup olmadığına baktı. Karşılaştığı görüntü hiç de tatmin edici değildi. Yataktaki ufaklıkları döndürüp yerlerini değiştirdi. Çocuklardan biri tekme savurup bir sepet dolusu yengeç hakkında konuşmaya başladı.

Mr. Pontellier, karısının yanına dönüp ona Raoul’un ateşinin çıktığını ve ilgiye ihtiyacı olduğunu bildirdi. Ardından bir puro yaktı ve içmek için açık kapının yanına gidip oturdu.

Mrs. Pontellier, Raoul’un ateşinin olmadığından gayet emindi. Yatarken oğlunun turp gibi göründüğünü ve gün içinde hastalanacak hiçbir şey yapmadığını söyledi. Mr. Pontellier yüksek ateş belirtilerini yanılmayacak kadar iyi tanıyordu. Karısı, çocuğun şu an yan odada cayır cayır yandığından emin olabilirdi.

Onu özensizlikle, çocuklarını ihmal etmeyi alışkanlık haline getirmekle suçluyordu. Bir anne çocuklarına bakmayacaktı da ne yapacaktı? Yaptığı simsarlık işi başından aşkındı. Hem ailesinin geçimini sağlamak için dışarı çıkıp hem de onlara bir zarar gelmemesi için evde kalarak iki yerde birden olamazdı ya. Adam ısrarcı bir tekdüzelikle konuşup duruyordu.

Derken, Mrs. Pontellier yataktan fırlayıp yan odaya geçti. Az sonra dönüp yatağının kenarına oturdu ve başını yastığına yasladı. Hiçbir şey demedi ve kocası meraklanınca ona cevap vermemekte diretti. Adam purosunu bitirince yatağa girdi ve yarım dakika geçmeden derin bir uykuya daldı.

Fakat Mrs. Pontellier şimdi büsbütün uyanmıştı. Biraz ağladı, gözlerini peignoir’ının koluna sildi. Kocasının yanar halde bıraktığı mumu üfleyip söndürdükten sonra yatağın dibindeki bir çift saten mules’ü ayaklarına geçirdi ve verandaya çıktı, oradaki hasır sandalyeye yerleşip usulca ileri geri sallanmaya başladı.

Artık vakit gece yarısını geçmişti. Evlerin hepsi karanlıktı. Onların evinin holünden tek bir ışığın zayıf aydınlığı vuruyordu. Bir su meşesinin tepesindeki yaşlı bir baykuşun ötüşü ve bu dingin saatte sakinleşen denizin hiç dinmeyen sesi dışında çıt yoktu dışarıda. Gecede yaslı bir ninni gibi yükselen bir ses.

Gözyaşları Mrs. Pontellier’nin gözlerine öyle hızlı hücum etti ki, peignoir’ının zaten nemli olan kolları onları kurulamaya yetmedi. Kadın bir eliyle sandalyenin arkasını tutuyordu. Kol kısmı bol olan geceliği, yukarıya kaldırdığı kolundan neredeyse omzuna kadar kaymıştı. Dönüp nemli ve ıslak yüzünü kolunun içine gömdü ve suratını, gözlerini, kollarını kurulamakla uğraşmadan öylece ağlamaya devam etti. Niçin ağladığını kendisi de bilmiyordu. Az öncekine benzer hadiseler, evlilik hayatında daha önce de yaşanmıştı. Bu hadiseler, kocasının bolca gösterdiği sevecenliği ve örtük de olsa kendini belli eden şaşmaz bağlığını hiç bu kadar gölgede bırakmamıştı.

Bilincinin yabancı bir bölgesinde peydahlanan tarifsiz bir baskı, bütün varlığını bulanık bir ıstırapla dolduruyordu. Bir gölge gibiydi bu, ruhunun yaz gününe çöken bir sis gibi. Garip ve bilinmedikti, bir ruh haliydi. Mrs. Pontellier orada oturmuş, içten içe kocasına sitem ediyor, adımlarını tutmuş olduğu yola sokan kadere ağıt yakıyor değildi. Kendi kendine bir güzel ağlıyordu, hepsi bu. Sivrisinekler cümbüş ediyor, dolgun ve sıkı kollarını ısırıyor, ayaklarının üstünü yiyordu.

Vızıldayarak iğnelerini batıran o küçük şeytanlar, belki gecenin yarısı kadar sürecek bir ruh halini dağıtmayı başardı.

Mr. Pontellier ertesi sabah vakitli kalkıp, onu rıhtımdaki vapura götürecek at arabasına yetişti. İş için şehre dönüyordu ve adadakiler gelecek cumartesiye kadar onu bir daha göremeyeceklerdi. Önceki gece sanki biraz denetimden çıkmış olan soğukkanlılığını tekrar kazanmış gibiydi. Bir an önce gitmek istiyor, Carondelet Caddesi’nde hareketli bir hafta geçirmeyi iple çekiyordu.

Akşam Klein Otel’de kaldırdığı paranın yarısını karısına verdi. Çoğu kadın gibi parayı seven Mrs. Pontellier, kocasının verdiğini azımsanmayacak bir memnuniyetle aldı.

Banknotları birer birer düzeltip sayarken, “Bununla kardeşim Janet’e güzel bir düğün hediyesi alırız!” diye heyecanlandı.

Karısına veda öpücüğü vermeye hazırlanan Mr. Pontellier, “Merak etme, canım, kardeşine daha iyi bir hediye alacağız,” diye güldü.

Etrafta koşturan oğlanlar bacaklarına yapışıyor, getirmesini istediği şeyler için ona yalvarıyorlardı. Mr. Pontellier çok sevildiği için kadınlar, erkekler, çocuklar, hatta dadılar bile ona veda etmek için hazır bulunurlardı. Eski at arabası kumlu yolda kaybolurken karısı ayakta gülümseyerek el sallıyor, oğlanlar bağırıyorlardı.

Birkaç gün sonra Mrs. Pontellier’ye New Orleans’tan bir kutu geldi. Kocası göndermişti. Kutunun içi friandise’ ler ve nefis tatlılarla –en güzel meyveler, paté’ler,nadir bulunan şerbetlerden bir-iki şişe ve bol bol şekerlemeyle– doluydu.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Bir Çift İpek Çorap ~ Kate ChopinBir Çift İpek Çorap

    Bir Çift İpek Çorap

    Kate Chopin

    Amerikalı yazar Kate Chopin’in dokuz kısa öyküsünden oluşan bu kitaptaki hikâyelerin neredeyse tamamı, Kanada’nın Acadia (bugünkü Nova Scotia) kırsalında ya da Acadia halklarının göç...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Lunapark ~ Volker KutscherLunapark

    Lunapark

    Volker Kutscher

    Lunapark, tüm ülkenin bir “olay yeri”ne dönüştüğü zamanlarda, burnunu politikaya sokmadan cinayetleri çözmeye çalışan Gereon Rath’ın altıncı vakası. Nazilerin iktidarlarını pekiştirmeye başladığı 1934 Mayısı’nda,...

  2. Babasız Evler ~ Heinrich BöllBabasız Evler

    Babasız Evler

    Heinrich Böll

    “O”, yani çocuk dünyaya geldi ve Leo korkutmaya başladı: “Görevinden ayrılırsan, çocuğu bakımevine veririm.” Ama anne, sonunda görevini bırakmak zorunda kaldı. Uygun koşullarda belediye...

  3. Sen Benim Diğer Yarımsın ~ Holly BourneSen Benim Diğer Yarımsın

    Sen Benim Diğer Yarımsın

    Holly Bourne

    Dünyada birbiri için yaratılmış kaç insan vardır? Ruh ikizleri; yalnızca onlar bu büyüyü taşır. Toprağa düşen yıldırım kadar nadir gelirler dünyaya. Ama bir araya...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur