Angola bağımsızlığını kazanmadan hemen önce, Ludo yaşadığı apartman dairesinin kapısına bir duvar örer. Burası onun otuz yıl boyunca ayrılmayacağı yuvasıdır artık. Terasında yetiştirdiği birkaç sebze ve yakaladığı güvercinlerle beslenir. Isınabilmek için kitapları, mobilyaları yakar. Ve evin duvarlarını kendi hikâyesiyle kaplar, satır satır işler yalnızlığını.
Ancak dış dünya bırakmaz Ludo’nun yakasını, yavaş yavaş sızar hayatına: Radyoda bir cızırtı, yan daireden bir ses, peşindekilerden kaçan bir adam, ayağına not bağlı bir güvercin. Ta ki bir gün küçük Sabalu, yan binaya kurulan inşaat iskelesine tırmanarak Ludo’nun terasına çıkana kadar…
Angola’nın bağımsızlık öyküsüyle birlikte akan Ludo’nun öyküsü bu, evinden dışarı çıkmayan bir kadının duvarlarında yankılanan gerçek bir hikâye.
“J.M. Coetzee ile Gabriel García Márquez’i karıştırın, José Eduardo Agualusa’yı elde edeceksiniz: Portekiz’in Nobel Edebiyat Ödülü için bir sonraki adayı.” — Alan Kaufman
“Sayfalara sığmayan bir hayal gücü.” — The Irish Independent
“Unutmanın Genel Teorisi, okuru ‘kahraman’la ‘kötü adam’ arasındaki çizgiyi çekmeye ve tarihle kurgu arasındaki ilişkiyi sorgulamaya davet ediyor. İyi edebiyatın yapması gerekeni yapıyor: Okuru koltuğuna mıhlıyor, bırakıp gitmek imkânsız.” — Maaza Mengiste
“Portekizli Fernando Pessoa ve Arjantinli Jorge Luis Borges gibi, Portekizli-Angolalı yazar José Eduardo Agualusa da yarattığı kurgusal dünyalarla oynayan bir hokkabaz… Ortaya koyduğu parçalı türün ustası olan Agualusa polisiye bilmecelerden pastoral betimlere, oradan mekânın yansımalarına başarıyla geçiyor. Ancak onun kalbi hep kahramanlarından yana, – her karakterin hikâyesi okurun içine işliyor, algı ve empati sınırlarını genişletiyor.” —Star Tribune
“Angola’nın en yaratıcı yazarlarından Agualusa, yaşanmış bir olay üzerine kurguladığı bu hikâyeyi, ülkenin zorlu geçmişini analiz etmek için en uygun araca dönüştürüyor… O, hiç şüphesiz, Portekizce konuşulan Afrika ülkeleri yazarları arasında öne çıkan ses. Romanın karakterlerinden biri diyor ki ‘İyi bir hikâyesi olan insan neredeyse kraldır.’ Bu doğruysa, Agualusa kendini kıtasının asilleri arasında görmeli.” — The Financial Times
**
Ludovica, hiçbir zaman gökyüzüne bakmayı sevmedi. Çocukken bile, açık alanlarda yaşadığı korku ona işkence gibi gelirdi. Evden çıkarken kendini zayıf, savunmasız, sırtından kabuğu çıkarılmış bir kaplumbağa gibi hissederdi. Çok küçükken, altı yedi yaşlarında, hava nasıl olursa olsun siyah büyük bir şemsiyenin koruması olmadan okula gitmeyi reddederdi. Ne ailesinin durumdan duyduğu rahatsızlık ne de arkadaşlarının acımasız alayları onu caydırırdı. Ludo, daha sonra iyileşti. ‘Kaza’ dediği şey gerçekleşene kadar bu ilkel korkuya bir önsezi gibi bakmaya devam etti. Ailesinin ölümünden sonra, kız kardeşinin evinde yaşamaya başlayan Ludo nadiren dışarı çıkardı. Sıkılan gençlere Portekizce öğreterek biraz para kazanır, bunun dışında okur, nakış işler, piyano çalar, televizyon izler ya da yemek pişirirdi. Akşam olduğunda pencereye yaklaşır, uçurumun kenarına yaslanmış gibi karanlığa bakardı. Odete rahatsız olmuş bir halde başını sağa sola sallayarak, “Ne oldu Ludo, yıldızların arasına düşmekten mi korkuyorsun?” diye sorardı. Odete lisede İngilizce ve Almanca dersleri verirdi. Kardeşine karşı derin bir sevgi besliyordu. Onu yalnız bırakmamak için seyahat etmekten bile kaçınır, tatillerini evde geçirirdi. Bazı arkadaşları özverisinden dolayı onu över, bazılarıysa aşırı fedakâr olmasını eleştirirdi. Ludo’ysa yalnız yaşamayı hayal bile edemez, bir yandan da kardeşine yük olmaktan endişe duyardı. Siyam ikizleri gibi göbekten bağlı olduğunu düşündüğü kız kardeşi olmadan adeta bir ölüydü. Odete onu her gittiği yere sürüklerdi. Ablasının bir maden mühendisine âşık olması Ludo’yu hem mutlu etmiş hem de korkutmuştu. Orlando, çocuksuz bir duldu. Bir Portekiz şehri olan Aveiro’ya mirasla ilgili karmaşık bir sorunu halletmeye gelmişti. Aslen Angola’nın Catete bölgesinden olan Orlando, Angola’nın başkenti Luanda ile çalıştığı elmas şirketi tarafından yönetilen, küçük şehir Dundo arasında yaşıyordu. Bir pastanede şans eseri tanışmalarından iki hafta sonra, Orlando Odete’ye evlenme teklifi etti. Orlando Odete’nin şartlarını bildiği için reddedilmeyi bekliyordu, bu nedenle Ludo’nun da onlarla gelip Angola’da yaşaması için ısrar etti. Bir sonraki ay Luanda’nın en lüks apartmanlarından birinin üst katındaki büyük bir eve yerleştiler: Prédio dos Invejados, Kıskanılanlar Apartmanı. Ludo için yolculuk zor geçmişti. Sakinleştiricilerin etkisiyle evden bilinçsiz bir halde, sızlanarak çıktı. Uçuş boyunca hep uyudu. Sonraki sabah eskisine benzer bir rutine uyandı. Orlando değerli bir kütüphaneye sahipti; içinde Portekizce, Fransızca, İspanyolca, İngilizce ve Almanca dillerinde binlerce eserin olduğu, dünya edebiyatının neredeyse tüm büyük klasiklerinin yer aldığı bir kütüphaneydi bu. Ludo’nun şimdi daha fazla kitaba erişimi, ancak daha az vakti vardı. Çünkü evdeki iki hizmetçi ve bir aşçının gönderilmesi için ısrar etmişti, şimdi tüm ev işlerinden kendisi sorumluydu. Bir akşam mühendis, elinde dikkatle taşıdığı karton bir kutuyla eve geldi ve kutuyu baldızına uzattı: “Bu senin için Ludovica, sana arkadaşlık etmesi için, çok uzun süre yalnız kalıyorsun.” Ludo kutuyu açtı, kutunun içinde, ona korkuyla bakan yeni doğmuş beyaz bir köpek yavrusu buldu: Erkek, Alman Kurdu. Orlando açıkladı: “Hızla büyür. Bu az rastlanır bir albino, güneşe çok çıkmamalı. Ona ne isim vereceksin?” Ludo hiç tereddüt etmedi: “Fantasma!”1 “Fantasma?” “Evet, bir hayalete benziyor, onun gibi bembeyaz.” Orlando kemikli omuzlarını silkti: “Çok güzel, o halde ismi Fantasma olsun.” Zarif, anakronik ferforje merdiven, sıkı bir sarmal halinde oturma odasından terasa kadar uzanıyordu. Teras şehrin en güzel yerlerini görüyordu: Körfez, ada ve dalgaların arasına terk edilmiş sahillerden oluşan uzun bir kolyeyi anımsatıyordu uzaktan.
Orlando terastaki boşluğu bir bahçeye dönüştürerek değerlendirmişti. Begonyalar kamelyadan aşağı, parfümlü, lila bir gölgeyle zemine uzanıyordu. Köşelerden birinde nar ve birkaç çeşit muz ağacı vardı. Evine gelen misafirler gördükleri bu manzarayı genelde garipserlerdi. “Muz ağaçları, Orlando? Burası bahçe mi, avlu mu?” Mühendis bu sorulardan rahatsız olurdu. Muz ağaçları ona çocukken oynadığı kerpiç duvarlar arasındaki avluyu hatırlatırdı. Orlando’ya kalsaydı daha mango, Malta eriği ve sayısız papaya ağacı da dikerdi. Ofisten döndüğünde, her zaman oturduğu yerde, elinde bir bardak viski, dudaklarının arasında yanan siyah bir sigarayla gecenin şehri ele geçirişini izlerdi. Fantasma da ona eşlik ederdi. Ludo’nun tersine Fantasma terası çok sevmişti. Halbuki Ludo ilk birkaç ay pencerelere yaklaşmaya cesaret bile edememişti. “Afrika’nın gökyüzü bizimkinden çok daha büyük,” diye açıkladı kardeşine, “bizi çarpar.” Güneşli bir nisan sabahı, Odete heyecanlı ve korkmuş bir halde öğle yemeği için eve geldi. Şehir merkezinde olaylar patlak vermişti. Orlando o gün Dundo’daydı, eve gece geç saatte geldi, gelir gelmez karısıyla yatak odasına kapandı. Ludo onların tartışmalarını duyabiliyordu. Kardeşi mümkün olan en kısa sürede Angola’yı terk etmek istiyordu: “Teröristler, canım, teröristler…” “Teröristler mi? Bir daha asla bu kelimeyi benim evimde kullanma!”
Orlando, Odete’ye daha önce hiç bağırmamıştı, boğazına bıçak dayanmışçasına öfkeyle fısıldadı: “O terörist dediğin insanlar, benim ülkemin bağımsızlığı için mücadele ediyorlar. Ben Angolalıyım, hiçbir yere gitmiyorum.” Hareketli günler geçmişti. Manifestolar, grevler, mitingler. Ludo, sokaktaki insanların gökyüzünde havai fişek gibi patlayan kahkahalarının eve dolmaması için pencereleri kapatıyordu. Orlando, yüzyılın başında Catete’ye yerleşmiş Minhotolu bir tüccarın ve doğum yaparken yaşamını yitirmiş Luandalı bir melezin, hiçbir zaman güçlü aile bağlarına sahip olamamış oğluydu. Kuzenlerinden biri, Vitorino Gaviao tam da bu zamanlarda yeniden ortaya çıktı. Beş ay boyunca Paris’te yaşamış, Portekizli ve Afrikalı sürgünlerin uğrak yerleri olan barlarda içerek, kadınlarla flört ederek, kâğıt peçetelere şiirler yazarak romantik devrimci ruh haline bürünmüştü. Vitorino, evlerine yıldırım gibi düştü; kitaplıktaki kitapları, dolaptaki bardakları dağıttı ve bu durum Fantasma’yı pek sinirlendirdi. Yavru köpek güvenli, uzak bir mesafeden hırlayıp havlayarak onu takip ediyordu. Vitorino, “Yoldaşlar seninle konuşmak istiyor lanet olası!” diye bağırıyordu. Orlando’nun omzuna bir yumruk atarak, “Geçici hükümetle müzakere ediyoruz, eğitimli insanlara ihtiyacımız var, sen eğitimli birisin,” dedi.
Orlando, “Olabilir,” diyerek kabul etti. “Aslında yeterince eğitimli insan var, eksik olan şey sağduyu.” Bir an duraksadıktan sonra, “Evet,” dedi sessizce, “bu ülke bugüne kadar biriktirdiği deneyimi kullanmalı.” Ancak hareketin kalbindeki radikal akımdan korkuyordu. Toplumsal adaletin gerekliliğinin farkındaydı, ama komünistler her şeyi kamulaştırmakla tehdit ediyorlardı, bu da Orlando’yu korkutuyordu. Tüm mallara el koymak, beyazları ülkeden atmak, küçük burjuvanın dişlerini sökmek. Orlando mükemmel bir gülüşe sahip olmakla gurur duyardı, takma diş kullanmak istemezdi. Kuzeni güldü, dilin aşırılıklarını zamanın öfkesine verdi, viskiyi övdükten sonra biraz daha aldı. Jimi Hendrix gibi kıvırcık bir saç küresiyle gezen bu kuzen, terli göğsünü sergileyen çiçekli gömleğiyle kız kardeşleri korkutuyordu. “Bir siyah gibi konuşuyor!” dedi Odete suçlayan bir tavırla. “Ayrıca leş gibi kokuyor, ne zaman gelse bütün eve kokusunu yayıyor.” Orlando öfkelenmişti. Kapıyı çarpıp çıktı. Akşam saatlerinde daha kuru, daha sert, dikenli bir çalıya benzeyen biri olarak döndü. Bir paket sigara ve bir şişe viski alarak Fantasma’yla birlikte terasa çıktı; orada bir süre kaldıktan sonra karanlık kavuşurken ağır bir sigara ve alkol kokusuyla geri döndü. İçeri girerken tökezledi, kahrolası hayata sessizce küfrederken mobilyaların üzerine yığıldı kaldı. Duyulan ilk silah sesleri büyük veda partilerinin habercisiydi. Gençler sokaklarda bayrak sallayıp ölürken kolonyalistler dans ediyorlardı. Apartmandaki kapı komşusu Rita, Luanda’dan ayrılıp Rio de Janeiro’ya taşınmaya karar vermişti. Son gece yaklaşık iyi yüz arkadaşını gün doğumuna kadar sürecek bir akşam yemeğine davet etti. “İçemediklerimizi size bırakacağız,” dedi Orlando’ya, kilerdeki kasalar dolusu en iyi Portekiz şaraplarını göstererek. “İçin hepsini. Önemli olan o komünistlere kutlama yapacak zırnık bile bırakmamak.” Üç ay sonra apartman neredeyse bomboştu. Diğer yandan Ludo, onca şişe şarabı, kasalarla birayı, jambonu, tuzlu morina balığını, kilolarca tuzu, şekeri, unu ve daha ismi sayılmayan nice temizlik malzemesini nereye koyacağını şaşırmıştı. Orlando, spor araba koleksiyoncusu bir arkadaşından Chevrolet Corvetti ve Alfa Romeo GTA teslim almıştı. Bir diğeri evinin anahtarlarını vermişti. Orlando, kız kardeşlere hayıflanarak, “Hiçbir zaman şanslı bir adam olmadım,” dedi. Anlamak zordu, ironi mi yapıyordu, yoksa ciddi miydi: “Tam da şimdi; ev, araba koleksiyonu yapmaya başlamışken komünistler çıkıp hepsini elimden alacaklar.” Ludo radyoyu açardı, devrim sokaktan içeri girerdi. “Bu karmaşa halkın gücünü gösteriyor,” deyip duruyordu dönemin en ünlü şarkıcılarından biri. Bir diğeri, “Hey kardeşim,” diyordu, “kardeşini sev / onun rengine bakma / onu sadece bir Angolalı olarak gör / birleşmiş tek vücut Angola halkıyla / bağımsızlık gelecek.” Bazı melodiler şarkı sözleriyle uyumlu değildi. Dertli türküler, antik bir alacakaranlık ışığı gibi başka bir dönemin şarkılarından çalınmışa benziyordu.
Ludo, yarı gizlenmiş halde perdenin arkasından sokağı gözetliyordu, ağzına kadar erkek dolu kamyonları izliyordu. Bazıları bayrakları sallıyordu, bazıları pankartları: Tam Bağımsızlık! 500 yıllık sömürgeci baskıya yeter! Gelecek İstiyoruz! Bütün sloganlar ünlem işaretiyle sonlanıyordu. Ünlem işaretleriyle protestocuların taşıdığı katanalar2 iç içe geçiyordu. Pankartların yanı sıra bayrakların üzerindeki katanalar da parlıyordu. Erkeklerin bazıları silahlarını kaldırarak ellerinde taşıyor, kederli bir haykırışla keskin yüzlerini birbirine vuruyorlardı. Ludo, bir gece rüyasında, hatırı sayılır büyüklükteki evlerin bulunduğu şehrin sokaklarının altında sonsuz bir tünel ağının uzandığını gördü. Ağaçların kökleri tonozlar üzerinden aşağı uzanıyordu. Binlerce insan yeraltında çamur ve karanlık içinde, burjuvazinin kanalizasyona attıklarıyla besleniyordu. Ludo kalabalığa doğru yürüyordu. Erkekler katanaları sallıyorlardı. Birbirine vuran katanaların keskin yüzünden çıkan ses tünel boyunca yankılanıyordu. Onlardan biri, kirli yüzünü Portekizli kadının yüzüne yanaştırdı ve gülümsedi. Portekizli kadının kulağına tok ve tatlı bir sesle fısıldadı: “Bizim göğümüz sizin yeriniz!”
Küçük Bir Ölüm İçin Ninni
Odete, Angola’yı terk etmek konusunda ısrarlıydı. Kocasıysa homurdanarak ağır sözlerle karşılık veriyordu. Kadınlar isterlerse gidebilirlerdi. Ancak kolonyalistler gitmek zorundaydı. Hiç kimse onları şehirde istemiyordu. Bir devir kapanıyordu. Yeni bir dönem başlıyordu. Ne fırtına ne güneş; her ne olursa olsun Portekizlilerin kalma şansı yoktu artık. Mühendis kendi kendine konuştukça daha da öfkeleniyordu. Afrikalılara karşı işlenen suçları, yapılan hataları, adaletsizlikleri, utanmazlıkları düşünerek saatlerini harcayabilirdi. Odete bile neredeyse Portekiz’e dönmek için ısrar etmekten vazgeçmiş, kendini gözyaşları içinde misafir odalarından birine kapatmıştı. Bağımsızlığın ilanından iki gün önce Orlando eve büyük bir sürprizle geldi: Bir hafta sonra Lizbon’da olacaklardı. Odete gözlerini kocaman açtı: “Neden?” Orlando misafir odasındaki koltuklardan birine oturdu, kravatını gevşetti, gömleğinin düğmelerini açtı ve sonunda ayakkabılarını çıkarıp küçük kahve masasının üstüne uzattı: “Çünkü gidebiliriz, artık Angola’dan ayrılabiliriz.”
Bir sonraki gece çift başka bir veda partisine katıldı. Ludo gece ikiye kadar kitap okuyup örgü örerek onları bekledi. Yatmaya giderken huzursuzdu, doğru düzgün uyuyamadı, sabah yedide uyanınca bir sabahlık giyip kardeşine seslendi. Cevap veren olmadı. Başlarına bir şey geldiğinden emindi. Telefon rehberini aramaya başlamadan önce bir saat daha bekledi. İlk olarak Nunesleri –bir gece önceki partiyi organize eden çifti– aradı. Hizmetçilerden biri telefona baktı, aile havaalanına gitmek üzere yola çıkmıştı. Mühendis Bey ve eşi partiye gelmişlerdi, evet, ancak kısa bir süre kalıp ayrılmışlardı, Orlando Bey’i hiç bu kadar iyi görmemişti. Ludo teşekkür edip telefonu kapattı. Telefon rehberini yeniden açtı ve Luanda’yı çoktan terk etmiş olan arkadaşlarının isimlerinin üzerini kırmızıyla çizdi. Çok azı kalmıştı, sadece üçü telefona cevap verdi, ama hiçbiri bir şey bilmiyordu. Onlardan biri, Salvador Correia Lisesi’nde matematik öğretmeniydi, bir polis arkadaşıyla konuşacağına dair söz verdi. Bir haber alır almaz arayacağını söyleyip kapattı. Saatler geçti, silah sesleri duyulmaya başladı, önce tek tük atışlar, ardından otomatik silahla arka arkaya atışlar. Telefon çaldı. Karşı tarafta genç olduğu anlaşılan, karakteristik bir Lizbon aksanına sahip burjuva bir ses vardı, Odete Hanım’ın kız kardeşiyle konuşmak istediğini söyledi. “Ne oldu?” “Sakin olun hanımefendi, sadece taşları istiyoruz.” “Taşlar mı?”
“Hanımefendi, neden bahsettiğimi gayet iyi biliyorsunuz. Siz bize elmasları verin, ben de sizi rahat bırakacağımıza dair şerefim üzerine söz vereyim. Size hiçbir zarar gelmeyecek, kardeşinize de öyle. İsterseniz bir sonraki uçakla Lizbon’a gidebilirsiniz.” “Kardeşime ve enişteme ne yaptınız?” “Yaşlı adam sorumsuzca davrandı. Aptallıkla cesareti birbirine karıştıran insanlar var. Ben Portekiz ordusunda subayım, beni kandırmaya çalışan insanlardan hiç hoşlanmam.” “Ona ne yaptınız? Ablama ne yaptınız?” “Fazla zamanımız yok, bu iş iyi de sonuçlanabilir kötü de.” “Ne istediğinizi bilmiyorum, yemin ederim bilmiyorum…” “Kardeşinizi tekrar görmek istiyor musunuz? Sessizce evde bekleyin, kimseye haber vermeyin. Ortalık biraz yatışınca eve gelip değerli taşları teslim alacağız. Hanımefendi, bize mücevherleri teslim ettiğinizde biz de Odete Hanım’ı serbest bırakırız,” dedi ve telefonu kapattı. Karanlık kavuşmuştu. Mermiler gökyüzünü çizgi çizgi yarıyordu. Patlamalar camları sallıyordu. Fantasma koltuklardan birinin arkasına saklanmıştı. Ludo bir baş dönmesi, mide bulantısı hissetti. Banyoya zor yetişti ve tuvalete kustu, sonra titreyerek yere oturdu. Kendini zar zor toparladıktan sonra yalnızca beş günde bir yerleri süpürmek ve toz almak için girdiği, Orlando’nun çalışma odasına gitti. Mühendis, Portekizli bir antikacıdan aldığı heybetli, zarif çalışma masasıyla gurur duyardı. Ludo ilk çekmeceyi açmaya çalıştı, ama beceremedi. Bir çekiç bulmaya gitti ve sonunda öfkeli üç darbenin ardından çekmeceyi açtı. İçinden bir porno dergisi çıktı. İğrenerek onu bir kenara fırlattı. Derginin altında bir tomar yüz dolarlık banknot ve bir tabanca buldu. İki eliyle tabancayı tutup ağırlığını hissetti. Okşadı onu. İnsanlar bununla birbirlerini öldürüyordu. Kalın, karanlık bir alet, neredeyse canlı. Evin altını üstüne getirdi, ama hiçbir şey bulamadı. Sonunda misafir odasındaki koltuklardan birine uzandı ve uyuyakaldı. Bir süre sonra birden sıçrayarak uyandı. Fantasma, onu eteğinden çekiştiriyor, hırlıyordu. Denizden gelen bir esinti usulca dantel perdeleri havalandırıyordu. Yıldızlar boşlukta süzülüyordu. Sessizlik karanlığı büyütüyordu. Koridordan bir ses dalgası yükseldi. Ludo kalktı, girişteki kapıya kadar yalınayak gidip delikten baktı. Dışarıda, asansörlerin yanında üç erkek kısık sesle tartışıyordu. İçlerinden biri levyeyle Ludo’nun kapısını işaret etti: “Bir köpek, bundan eminim. Bir köpek havlaması duydum.” “Ne köpeğinden bahsediyorsun Minguito?” Bedenine göre aşırı büyük ve uzun bir askerî üniformanın içinde kaybolan ufak tefek, zayıfça adam Minguito’ya çıkıştı. “Kimse yok burada. Kolonyalistler tüymüş. Hadi, kır şu boktan kapıyı.” Minguito kapıya yöneldi. Ludo geri çekildi. Kapıdaki darbeyi duydu ve hiç düşünmeden kendini soluksuz bırakacak kadar güçlü bir yumrukla kapıya karşılık verdi. Sessizlik ve bir çığlık: “Kim var orada?”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıUnutmanın Genel Teorisi
- Sayfa Sayısı272
- YazarJosé Eduardo Agualusa
- ISBN9786050827736
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Germinal ~ Émile Zola
Germinal
Émile Zola
19. yüzyıl Fransa’sında, kuzeydeki maden işçileri çetin çalışma koşullarında yaşam mücadelesi vermektedir. İşçiler, ocaklarda göçük ve grizu patlaması riski altında çalışırken aileler de açlık...
- Elveda Gülsarı ~ Cengiz Aytmatov
Elveda Gülsarı
Cengiz Aytmatov
Ünlü yazar Cengiz Aytmatov’un en güzel romanlarından biridir. Cins ve ünlü bir yorga olan Gülsarı adındaki atın doğumundan, yaşlanarak ölümüne kadar geçen fırtınalı hayat...
- Madam Bovary ~ Gustave Flaubert
Madam Bovary
Gustave Flaubert
Kendisinden sonra gelen edebiyatı “bakış açısı” tekniğindeki tutarlı uygulamasıyla ve gerçekliği edebiyatta yeniden kuracak bir dilin, üslubun peşindeki ısrarlı arayışlarıyla bir yüzyıl etkilemiş olan...