Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Unutmadan
Unutmadan

Unutmadan

Mehmet Bilal Dede

Üçüncü Tekil Şahıs, Adresinde Bulunamadı, Üvey, Béla / Osmanlı’da Bir Vampir ve Günah / Osmanlı’da Bir Vampir adlı eserleriyle tanınan Mehmet Bilal Dede, yeni…

Üçüncü Tekil Şahıs, Adresinde Bulunamadı, Üvey, Béla / Osmanlı’da Bir Vampir ve Günah / Osmanlı’da Bir Vampir adlı eserleriyle tanınan Mehmet Bilal Dede, yeni romanı Unutmadan’da ülkenin karanlık günlerinde hayatları kesişen ve aynı karanlığın ayrı düşürdüğü iki “yoldaş”ın, Fırat ve Yılmaz’ın kırk yılı aşan ezberdışı yolculuğunu içten bir dille anlatıyor.

Unutmadan söylenmeye, unutmadan yazılmaya mahkûm bir hikâye. Unutmadan…

“Meydanlar, kalabalıklar ve çalınan gençlik. Köprüden denize salınan oltalar ve izi sürülen geçmiş. Karanlık duvarlar, yırtık afişler. Biranın içinde oynaşarak tek tek kaybolan baloncuklar. Beyaz mendil, siyah tabanca. Sokak lambası, asfalta vuran zayıf ışık, iki bedenin birleşip ayrılan gölgeleri. Zihinsel tutku ve aklın dehlizleri. Ve eller… Uzanan, değemeyen, titreyen eller. Cıs! Duran zaman, duran eller, sessizlik ve kalp atışı, sessizlik ve kalp atışı…”

*

“(…) Bak, ben bu hikâye hüzün ve kasvet dolu olsun
istememiştim, ben sadece aşka hazırlıksız yakalanan bir
delikanlıdan söz etmek, onun bir kıza, bir başka kızın da
ona âşık oluşunun hikâyesini anlatmak istemiştim. Fakat
akşam karanlığında anlatılan hikâyelerin hepsi yollarını
şaşırıp hüznün sessiz patikasına girerler. Alacakaranlık bütün
tülleriyle üstlerine iner, akşamın içinde barınan tüm keder,
yıldızsız bir gök gibi üstlerine kapanır, karanlık damla damla
kanlarına karışır; işte o zaman içlerindeki bütün o aydınlık
ve rengârenk sözcükler, sanki insanın kendi hayatından
çıkıyormuşçasına yoğun ve ağır bir tını kazanır.”

Stefan Zweig, “Alacakaranlık Hikâyesi”, Karmaşık Duygular

İLKBAHAR

Kursun son iki dersi iptal edilince pek sevindi. Sonra hemen utandı bu yersiz sevincinden. İstanbul’a gelmek ve bu kursa kayıt yaptırabilmek hiç kolay olmamıştı çünkü. Bu uğurda çeşitli taktikler izlemiş, dil dökmüştü evdekilere, cevap beklerken dertlenmişti. Onların bu zamana kadar yaptığı fedakârlıkları düşününce yine büyük bir istekle –daha önce liseyi bitirmek için yalvarmıştı– karşılarına çıkmak en hafif deyişle düşüncesizlikti, hâlden anlamamakla suçlansa yeriydi, hiç konuşturulmasa…

Evdekiler ondan vakti geldiğinde askere gitmesini, gitmeden önce nişanlanmasını, gidene kadar kasabaya en yakın çay fabrikasında çalışıp para biriktirmesini dile getirmeden beklerken o okuyacağım diye tutturmuştu. Bir şans istiyordu Fırat, kader bu kadarını çok göremezdi. Onun adına kabataslak çizilen hayata teslim olmadan önce bir deneme fırsatı sadece. Şimdi yaptı, yaptı! Sonra? Sonrası belliydi, kasabada ölüm!

Babası, “Anarşiden haberin yok galiba,” diyerek konuyu kapatmak istemiş, ısrarı karşısında, “Ben yaptım sana yapacağımı,” diyerek kestirip atmıştı. Öfkelenmemişti ama. Babası pazarlık edilecek adamlardan değildi. Sözünü söyler, muhabbet uzarsa ok gibi fırlayan bakışlarıyla sustururdu karşısındakini. Babasının bu keskin tepkisi yine de umutsuzluğa düşürmedi Fırat’ı. Görünüşe göre yaptığı plana tamamen karşı çıkıyor değildi, pek umursuyor da değildi, kendinin ve memleketin hâlini hatırlatıyor, ondan bir şey beklememesi gerektiğini net bir şekilde belli ediyordu, o kadar.

Babasının hayalindeki evlat olmadığını çoktandır biliyordu aslında Fırat. Babalar dile getirmeseler de hangi evladı kendine göre hangisi değil, erkenden hissediyor ve ilişkisini bilinçli veya bilinçsiz o kanaate göre belirliyor olmalıydılar. Hatırladığı kadarıyla sünnetinden sonra babasından herhangi bir ilgi görmemiş ama baskısını da hissetmemişti. Aralarında kayda değer bir çatışma olmadan, neredeyse birbirlerini görmezden gelerek geçmişti onca yıl, temas edebilecekleri her mevzu –okul, karne, harçlık, kırtasiye masrafı veya yeni bir kot pantolon parası– annesinin ve en çok da nenesinin aracılığıyla halledilmişti. Babasının onu sevmediğini söylemek doğru gelmiyordu ona, böyle bir şeyi kabul etmek de gelmiyordu içinden ama babasının onu beğenmediğinden emindi.

Fırat’ın büyük ablası nişanlandığında babası nihayet gönlündeki evlada kavuştu, damadı onun gerçek oğlu gibiydi. Doğduğu günden beri bir erkek çocuğu olarak kapalı efendiliğiyle şüphe uyandıran, ilkokulun ilk gününden beri sınıfa en erken adım atan, okuldan ya da komşudan eve şikâyet getirmeyen, eline ne geçerse okuyan, fazla kelimeyle konuşan, odasına kapanıp müzik dinleyen, her fırsatta sinemaya kaçan aylak bir oğul yerine; çocuk yaşında ekmeğini taştan çıkarmaya başlamış, az konuşan, ciddi, sorumlu, güvenilir bir damat… Fırat, kayınpeder ve damadın birbirlerine yaptıkları dükkân ziyaretlerini, buluşup tavla oynamalarını, cuma ve bayram namazlarına birlikte gitmelerini zerre kıskançlık duymadan, zamanla azalan bir şaşkınlık ve giderek artan bir sevinçle izliyordu. Fırat, eniştesi sayesinde bağımsızlığını ilan etmişti neredeyse!

Babası her şeye rağmen engel olabilirdi tabii, bir sözüyle onu darmaduman edebilirdi, bu yüzden yüreği ağzında beklediği izin, icazet veya rıza öncelikliydi, elzemdi Fırat için. Annesi de Fırat’ın İstanbul hayaline ve okuma sevdasına doğrudan karşı çıkmamış ama, “Satacak bileziğim kalmadı,” diyerek geri çekmişti kendini. Yine de ilk sorusu, “Baban ne diyor?” olmuştu. Son çare yine nenesiydi. Eldeki tek erkek torununu şefkatli bir suskunlukla dinlemiş, sonra oğlunun tepkisini sormuş, cevabı duyunca rahatlamıştı. Kurs ücretleri gerçekten el yakıyordu ama daha önemlisi onca ay nerede, kiminle kalacak, ne yiyip içecekti? Kolay mıydı İstanbul’da barınmak?

“Halamlarda kalırım,” deyiverdi Fırat. Nenesi şöyle bir geri çekilip bakmış, “Seni bok yiyenin oğlu, her şeyi de düşünmüşsün!” demişti gülerek.

Huzursuz gecelerden, delik deşik uykulardan sonra müjde nenesinden gelmişti.

Halasına tahmininden daha fazla yük olacağını kiralık gecekonduya adımını atar atmaz anladı Fırat. Hayata küsmüş görünen halasına, sabahın köründe işe giden, gece yarısı eve içkili dönüp yatağında sızan eniştesine, biri okula giden, diğeri konfeksiyon atölyesinde çalışan ve ergenlik krizleriyle baş etmeye çalışan bu iki kuzinine bile küçük gelen ev, Fırat’ın varlığıyla iyice daralmıştı.

Antre veya salon demenin fazla kaçacağı alanda, yer yer çatlayıp açılmış dış kapıya neredeyse bitişik bir çekyatta yatıyor, tıpkı eniştesi gibi sabahın erken saatlerinde evden ayrılıp geç saatlerde uyumaya geliyordu çoğunlukla. Ama selamsız eniştesinin aksine, halasına yapabileceği bir şey olup olmadığını sıkça soruyor, gerektiğinde badana yapıyor, kömür taşıyor, hela önünde fare nöbeti tutuyor, pazar alışverişlerine yardım ediyor, elektrik ve su faturalarını ödüyor –bir keresinde postane önünde TRT bandrolü alabilmek için yarım gün beklemişti–, tüp veya margarin kuyruklarına giriyor, böylece halasının yükünü biraz olsun hafiflettiğini, dahası gelişiyle mutluluk saçan bir misafir değilse de tam bir yük veya sığıntı olmadığını düşünmek istiyordu.

Bütün bunlar bir kenarda sıcağı sıcağına dururken iki ders iptal oldu diye sevinmek Fırat’a şımarıkça göründü. Zaten hepi topu üç aylık hızlandırılmış bir kura yazılabilmişken iki dersin kaynayacak olması onu niye heyecanlandırmıştı? Yoksa “lümpence” mi demeliydi tepkisine? Çoğunlukla kitap, gazete ve karikatür dergilerinde, siyasi bülten ve bildirilerde gördüğü yeni kelimeleri aklında tutmaya çalışıyor, kelimelerin gerçek anlamını, kapsamını çoğunlukla ıskalasa da kullanmak için fırsat kolluyordu, bunlar genellikle zihninde kurduğu cümlelerdi. “Cunta” da ona uzun zaman dert olmuş kelimelerden biriydi mesela. Okunuşundan bile çekiniyordu. Cunta, sunta, kunta? O kadar aklına takılmasına rağmen kimseye soramamış, sözlüklerde bulamamış, anlamına dair tahmin yürütmekten de vazgeçmişti. “Otoriter” ne demek; nobranlığı erkeklik zanneden, bütün erkek öğrencilerin saçını bir numara kestiren, askeri düzen meraklısı ilkokul müdüründen biliyordu ama “totaliter” de neydi? “Goşist” tam olarak nasıl bir şeydi? Aydınlıkçılar gerçekte ne istiyordu? Ne çok şey vardı öğrenecek!

Çok istediği ama aslında pek de ihtimal vermediği bir hayalin birdenbire gerçekleşivermesinin sevincinden çok sersemliğiyle gelmişti İstanbul’a, unutmamalıydı. O hayali nasıl da can yakıcı bir arzuyla kurduğunu, eline geçen fırsatın bir mucize olduğunu aklından çıkarmamalıydı.

Unkapanı’ndan Saraçhane’ye yürürken biraz önce lümpenlik diyerek kendine dirsek attığı sevincin, taşkınlığın sebebini de suçlusunu da buldu. Bahar. İstanbul. İstanbul’a erken gelen ilkbahar. İstanbul, şiir okurken gözünde canlanan şehir, filmlerde iç geçirerek izlediği uzak gezegen. Bahar ise çocukluktu, sarhoşluktu. İnsanın genzini yakan kömür kokusu, caddenin akmayan trafiği, araba gürültüsü, korna sesleri, egzoz dumanı, şoförlerin bağırış çağırış ve küfürleri, tümsekli yollardaki derin çukurlar, yama ve yarıklar, daha çok tuzağı hatırlatan kırık dökük kaldırımlar ve bitmeyen inşaatlar şehirlinin –şimdi dükkânlardan, atölyelerden, ofislerden yemek molası için bir anda dışarıya fırlayan işçi ve memurların, tezgâhtarların– derdi, tasasıydı, Fırat’ın coşkusunu azaltamazdı. Kim bilir, belki aç susuz bir hayranlıkla gezip dolaştığı şehrin sadece bir turisti değil de kendini teslim edercesine bırakacağı, içinde yoğrulacağı, macerasına katılacağı bir zaman da gelecekti. İstanbul’da temelli yaşama fikri yeni ve hararetli bir hayale dönüşüyordu gizliden gizliye.

Plakçıların, kumaşçıların, halı, kilim, tente ve brandaların satıldığı dükkânların sıralandığı caddenin karşısında, yıkılıp sökülmekten kaybolmaya yüz tutmuş Zeyrek surlarına yerleştirilen dev bir film afişine gülümseyerek baktı: Emmanuelle Hisli Duygular.

O günlerde kurstaki erkek öğrencilerin aklı fikri ve muhabbeti, bambu koltukta davetkâr bakışlarla yarı çıplak oturan Sylvia Kristel’e saplanıp kalmışken Türkçe hocası Rauf Bey ter ter tepinmişti bir derste: “Öyle bir şey yok. Hisli his, duygulu duygu olmayacağı gibi hisli duygu da duygulu his de olmaz!”

Fen ve edebiyat fakültelerini birbirine bağlayan bina bloklarının önünden geçti. Korkutucu büyüklükteki gri yapının, Laleli’deki giriş kapısının önünde durdu. Şimdilik o kapıdan içeri girmeye hakkı olmadığını hissediyor, ön cepheyi ayakta tutuyormuş gibi görünen sağlam ve güvenli dev sütunlara bakıyor, son iki katının boydan boya pembeye boyanmasına rağmen insana hoş geldin demeyen, fazla otoriter görünen bu binayı bir taşralı ezikliğiyle seyrediyordu. Taş yollara, mermer merdiven ve kaidelere, taze yeşilliğin içinde kaybolmuş avluya ve boş banklara kaçamak bakışlar atıyordu.

Sekiz on kişilik bir öğrenci grubunun gürültülü, telaşlı adımlarla fakülte kapısından çıkmasıyla sıyrıldı Fırat dalgınlığından. Sola sapıp Beyazıt Meydanı’na koşar adım giden öğrencilerin peşinden bir an bile tereddüt etmeden ilerledi. O gün Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gidip ders çalışacağını unutmuştu bile. Yol boyunca üçerli beşerli başka öğrenciler de katılıyordu gruba, aynı yöne ilerlerken kendiliğinden oluşuyor ve çoğalıyordu kalabalık. Kendini bir an için üniversite öğrencisi gibi hissediyor, zevk alıyordu bu takipten. Fotoğrafını 500 Türk lirasının üstünde gördüğünden beri onun için dünyadaki bütün üniversitelerin sembolü olan İstanbul Üniversitesi’nin ana kapısına, Çınaraltı Kahvehanesi’ne veya Sahaflar Çarşısı’na kadar sürecekti en fazla bu takip, sonra herkes dağılıp kendi yoluna, günlük koşuşturmasına devam edecekti. Ama öyle olmadı. Gökyüzüne yükselen sesler onun da diğerleri gibi meydanda bir süre daha kalacağını duyuruyordu.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıUnutmadan
  • Sayfa Sayısı200
  • YazarMehmet Bilal Dede
  • ISBN9786052652534
  • Boyutlar, Kapak13*19,5, Karton Kapak
  • Yayıneviİthaki Yayınları / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Üçüncü Tekil Şahıs ~ Mehmet Bilal DedeÜçüncü Tekil Şahıs

    Üçüncü Tekil Şahıs

    Mehmet Bilal Dede

    Beyoğlu’nun hem albenili hem boz bulanık arka sokakları, ışıksız manzaraları, “rengâhenk” geceleri… Ve sonradan dahil olduğu bu kalabalık hayatta aşkı acı bir şekilde tadan...

  2. Adresinde Bulunamadı ~ Mehmet Bilal DedeAdresinde Bulunamadı

    Adresinde Bulunamadı

    Mehmet Bilal Dede

    Üç yıl, yedi ay, iki gün sonra göndericisine geri dönen bir mektup… İmkânsız bir aşka sımsıkı sarılarak sahibini soluk soluğa, ülke ülke, şehir şehir...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. 04:00 ~ Hikmet Hükümenoğlu04:00

    04:00

    Hikmet Hükümenoğlu

    “Yani sırf benim şeytanlarım değil, otobüste yanıma oturan adamın beynini kemiren dertler de bana bulaşıyor ya da marketteki kasiyer kız, çünkü gözlerindeki nefreti görüyorum,...

  2. Bin Yüz Bir Giz ~ M. Sadık AslankaraBin Yüz Bir Giz

    Bin Yüz Bir Giz

    M. Sadık Aslankara

    Bin Yüz Bir Giz, Salihli’nin idealist belediye başkanı Zarif Bey’in sanata yönelik bir düşüyle başlıyor; Zarif Bey, göreve gelir gelmez, Salihli’ye bir tiyatro kazandırmak...

  3. Sevda Sokağı Komedyası ~ Halide Edib AdıvarSevda Sokağı Komedyası

    Sevda Sokağı Komedyası

    Halide Edib Adıvar

    Sokakta tatlı bir hüzün ve sessizlik. Biraz sonra kovalarıyla çeşmeden su almaya gelen kadın sesleri, uzak mekteplerden dönen çocukların bağırarak konuşmaları bu sessizliği bozuyor....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur