Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ünsüz Biyografi
Ünsüz Biyografi

Ünsüz Biyografi

Dila İren

Yazarın bütün öyküleri ilk kez 1992 yılında Eylemci adıyla basıldı, Bütün Öyküleri başlığını taşıyan ve Ekmek Elden Süt Memeden’deki çocuk öykülerini de kapsayan bu kitapsa 2000’de yayımlandı.

Yazarlar hayatlarımıza öyküleriyle en sihirli anlarda dokunabiliyor. Nazlı Eray’ın iz bırakan bir otobüs yolculuğuna, Ayşe Sarısayın’ın bir kızın meslek hayallerine eşlik etmesi gibi. Sabahattin Ali’nin gizemli bir yaşamın kapısını aralaması; Cemil Kavukçu’nun kendisinden uzaklaşan ablasını özleyen çocuğun elinden tutması gibi. Füruzan’ın yeni bir yaşamı müjdelemesi, Adalet Ağaoğlu’nun bir öğrenciye ödevinde yardım etmesi gibi. Hepsi de aynı sarsılmaz merhamet ve yüzlerindeki aynı silinmez gülümsemeyle…

Dila İren, öğrencileriyle gerçekleştirdiği yaratıcı okuma projesinden yola çıkarak yazdığı Müfredat Dışı’ndaki öykülerine yenilerini ekliyor. Edebiyatımızın iz bırakan yazarları eşliğinde, çocukluğun ve gençliğin farklı duraklarına uğruyor.

İçindekiler
Şipşak Foto ……………………………………………………………………..9
Arka Masadaki Tomris …………………………………………………..19
Uzun Sokak Hatırası………………………………………………………29
Füruzan’ın Dürbünü ……………………………………………………..42
Kamyon ……………………………………………………………………….. 48
Fransız Danteli………………………………………………………………57
Dermiş Teyze…………………………………………………………………68
Ünsüz Biyografi…………………………………………………………….. 77

İlk okurlarım oldukları ve cesaretime eşlik ettikleri için
Ergin’e, Süsen’e ve Duygu’ya…
Çocukluğumun hikâye kahramanlarını
sakladığı için Uzun Sokak’a…

Şipşak Foto

“Kütüphaneyi istediğiniz gibi karıştırabilirsiniz!” Raşel’le geçen haftadan beri bugünün gelmesini bekliyorduk. Okulda Beliz Öğretmen nerede, biz oradayız. Utanmasak tuvalete gittiğinde kapısında bekleyeceğiz. Kısa kıvırcık saçları, kendine has konuşma tarzı, tahtaya yazı yazarken ‘z’ harfine taktığı kuyruk… Benim ‘z’ harfim hiç öyle olmuyor. Koridorda nöbetçiyken elimizde kitaplar, birden karşısına çıkıyoruz. Raşel sağdan, ben soldan sıkıştırıp duruyoruz. Okula ilk geldiği zamanlar öyle aman aman kitap okuduğumuz yoktu. Bize hikâyeler anlatmaya başladı önce. Sonra da bazılarının adını bildiğimiz, bazılarını ise ilk kez ondan duyduğumuz yazarlardan hikâyeler okudu. Zil çaldığında diğer sınıflar nöbetçi öğretmenin uyarılarına aldırmadan bahçede çığlık çığlığa koştururken, biz, eğer ders Beliz Öğretmen’inki ise hemen yerlerimize yerleşirdik. Sesinde galiba Hindistan’daki yılan oynatıcılarının büyüsü vardı. Müzik başlayınca sepetinden çıkan yılanlar gibi, Beliz Öğretmen kitabın kapağını açar açmaz biz de başımızı usulca dikleştirirdik. Yine büyülendiğimiz derslerden biriydi. Ders bitince yanına koşmuş, “Öğretmenim, bu kitabı da bitirdim,” demiştim. Nursel Duruel’in Geyikler, Annem ve Almanya adlı öykü kitabıydı. İsmi çok ilgimi çekmişti. Eve gider gitmez kapağını açmış, okumaya başlamıştım. Öyküyü bitirince içimi bir durgunluk kaplamıştı. Anlatılan hikâye benim hayatımdan hem çok başka hem de sanki onunla aynıydı. Bütün gece, ‘Acaba Beliz Öğretmen bu kitabı bana bilerek mi verdi?’ diye düşünmüştüm. Oysa ona hayatımla ilgili hiçbir şey anlatmamıştım. Kitap günlüğüme –Beliz Öğretmen’im istediği için kitapların sevdiğim cümlelerini yazdığım bir defterim var– öykünün ilk cümlelerini yazmıştım bile. Ona baktığında neden bu cümleyi yazdığımı mutlaka soracak, ben de o zaman öykü kahramanı kızla hayatımızın ne kadar da benzediğini anlatacaktım. Üstelik kitabı bitirmek ve öğretmenimden içten bir aferin almak için çok şeyi feda etmiştim. Matematik ödevinden eksi almış, eksiyi duyan babaannemden de birkaç saatlik nutuk dinlemiştim.

Kitabı ve günlüğü aldı. Çantasına koymadan önce günlüğün sayfalarını çevirip, not aldığım cümleye baktı.

O gece İstanbul’da üçüncü gecemizdi. Üçüncü ve son gecemiz. Ertesi sabah annem Almanya’ya, babamın yanına gidecekti, anneannemle ben Çay’a dönecektik. Afyon’un Çay ilçesinde oturuyoruz biz, anneannemin dedemden kalma dul maaşıyla geçiniyoruz.

Parmaklarını açık duran sayfaya, bir şey düşünür gibi birkaç kez vurdu. “Cuma okul çıkışı Raşel’le misafirim olun. Okumak istediğiniz kitapları kütüphanemden kendiniz seçin,” dedi. Babaannemden yerli yersiz sürekli duyduğum ve duyar duymaz da, “Ne alaka babaanne ya!” diye karşılık verdiğim cümleyi şimdi ben de hakkıyla kullanabilirdim: Ölsem de gam yemem artık. Raşel’i teneffüste koridordaki kızlarla, bir ayağını peteğe yaslamış, fısır fısır konuşurken buldum. Onu oradan nasıl çekip haberi nasıl verdiysem, koca bir sevinç çığlığı kopardı. Olduğumuz yerde el ele zıplıyorduk. Yanımızdan geçen 7/C’nin kızları pis pis baktı. Aman, kol kola girip her teneffüs ayrı bir katta boy göstermekten başka şey bilmezler! Akılları fikirleri bizim sınıfa yeni gelen Buğra’da. Çocuk ise hiç oralı değil. Aslında kızlar da haksız sayılmaz çünkü Buğra çok yakışıklı. Bir kere saçları balköpüğü renginde ve uzun. Ayrıca okulda yasak olduğu için hiçbir şey takmasa da kulağında delik var. Konuyu babaanneme henüz açmadım ama ben de piercing taktırmak istiyorum. ‘Kulağını nerede deldirdin?’ diye mi sorsam acaba? Küçükken ne kolaydı arkadaş olmak. Parkta kumlarla oynarken biri yanına gelir, ‘Senin adın ne, arkadaş olalım mı?’ diye sorunca her şey hallolurdu. Raşel’e kalsa, “Ne var kızım, git konuş, içinde kalmasın duyguların, ilk adımı erkekler atacak diye bir kural mı var?” der. Bu kızın özgüvenine hayranım. Hele bir âşık olsun da göreyim. Cuma gününü iple çekiyoruz. Babaanneme bir kek yapsın da elimiz boş gitmeyelim diye yalvardım. “O gün gelsin de yaparız bir şey,” dedi. İstediğim bir şeyi ilk kez itiraz etmeden kabul etti. Herhalde mevzu öğretmen olunca akan sular babaannem için de bir süre duruverdi. Bu hayatta en çok babaanneme borçluyum. Doğduğumdan beri onunlaymışım. Bunu babaannemin yan binadaki Belkıs teyzeye gittiği gün öğrenmiştim. Sandığını açmış, en derinde, bir kumaşa sarılıp sıkıca bağlanmış mektupları bulmuştum. Annemden, babamdan ve dedemden kalan o kadar çok mektup vardı ki… Babaannem her an gelecek diye ellerim titremeye, şıpır şıpır terlemeye başlamıştım. Mektupları alıp, bütün eşyaları muntazam bir şekilde yerleştirdikten sonra sandığın kapağını kapattım. Gece olunca hepsini okuyacaktım. Babaannem nihayet uyuyunca başucumdaki lambayı açmış, mektupları yatağa sermiştim. Yapboz parçaları gibi duruyorlardı karşımda. Hangisi kime, ne zaman yazılmıştı? Tek tek açmaya başladım. Okudukça hangi mektubun kime yazıldığını anlamaya başladım. Bu romantik uğraşımın sonucunda hayatıma dair romantik bir gerçekle karşılaşmayı umuyordum. Hatta, ‘Evet biliyordum işte, beni bırakmaktan başka çareleri yoktu!’ demeyi diledim ama öyle olmadı. Bir bebeğin sorumluluğunu alamayan iki genç insan, önlerinde koca bir hayat olduğunu söylüyor, dedem bunun karşılığında tek bir mektupla oğlunu hayatından çıkarırken, babaannem, “Kurmak istediğiniz hayatı burada kurun, ben arkanızdayım! Yeter ki bu yavruya yazık etmeyin!” diyordu. Babaannem kimseyi ikna edememiş olacak ki, bu insanlardan babaannem dışında kimseyi tanımadım. O da bu konuda tek kelime etmediği için sormaktan vazgeçmiştim. Yüzlerini bile bilmediğim annem ve babam hakkında uydurduğum hikâyelere inanmak daha kolay geliyordu. Geceleri gözlerimi kapatıp tıpkı “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsündeki kız gibi annemle babamı rüyamda göreyim isterdim. Bir türlü rüyalarıma da girmezlerdi. Ben de onlarla saklambaç oynadığımı hayal ederdim. En sevdiğim hayal de buydu sanırım. Ben ebeydim. Saymayı bitirince annem bir yerden, babam bir yerden koşarak çıkar, ben de onları görmenin heyecanından sobe demeyi unuturdum. Oysa fotoğraflarını bile görmemiştim. Salondaki camlı büfenin içinde bir Polaroid makine vardı. Aklım erince babaanneme onu sormuştum. “Rahmetli deden almıştı Almanya’dan,” dedi, “şipşak fotoğraf çekerdi.”

“Ne oldu peki çektiği fotoğraflara?” “Yandı,” dedi ve sustu. ‘Yanmak,’ diye tekrar ettim içimden… Hasarı büyük ve geri dönüşü olmayan bir eylem. “Gel kız Zekiye, bakalım içinde film var mı? Beraber bir fotoğrafımız olsun bari!” dedim. Gözlerinde ne zaman derin bir keder görsem babaanneme ismiyle hitap ederdim. O da hemen gülüverirdi. Otoriter ve dediğim dedik biri olsa da yüzünde aniden bir gülümseme beliriverirdi. Yanak yanağa verince deklanşöre bastım. Makinenin önünden bir kâğıt çıkıverdi. Bizde bir heyecan. Nasıl gülüyoruz! “Rahmetli sallardı iyice. Sen de salla!” diye talimat verdi. İyice salladım ben de. Yanmasına izin verir miyim! Baktım ki Zekiye’yle ben yanak yanağayız. Babaanne torun, ilk kez bir fotoğrafımız olmuştu. Camlı büfeye, makinenin yerine fotoğrafımızı koydum. Makine artık benimdi. Cuma günü giderken yanıma alacaktım. Böylece Beliz Öğretmen’imle de yanak yanağa, şipşak bir fotoğrafımız olacaktı. Nihayet beklenen gün gelmişti. Hiç olmadığım kadar hevesle çıktım yataktan. Babaannem çoktan uyanmıştı. “Öğretmeninize götürürsün,” diyerek elime bir poşet tutuşturuverdi. Evde kek kokusu almıyordum. “Ne koydun babaanne torbanın içine?” “Dün öyle çok anınca, dedenin ruhuna bir lokma döküverdim. Sevaptır, götürüver giderken. Fazla fazla koydum ki arkadaşlarına da dağıtıverirsin. Yalnız söyle, üç Kulhu bir Elham okuyacaklar!” “Raşel de haç çıkaracak mecbur. Senin lokmalar boğazında kalmasın kızın?” deyip katıla katıla gülmeye başlamıştım. Aniden butumda hissettiğim terliğin acısıyla, Zekiye’yi daha fazla kızdırıp ikinci terliği de yemeden poşeti kaptığım gibi yola koyuldum. Sınıfta poşeti açınca, yağda kızaran hamurun kokusu her köşeye yayıldı. Neyse ki öğretmenimize götüreceğimizi babaannem ayrı bir kaba koymuştu. Elini kaba daldıran, altın bir topu andıran lokmayı tek seferde ağzına atıp ardından da şekerlenen parmaklarını yalıyordu. Buğra sınıfta yeni olduğundan, bizimkiler gibi atlamamıştı. Bu çocuk her an böylesine havalı olmayı nasıl başarıyordu? Babaannemin lokmasının bir fırsat olabileceğini düşündüm. Derin bir nefes aldım, kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Konuşma yeteneğinin zekâdan tamamen bağımsız olduğunu kanıtlamak üzereydim. Bunu bile bile kabı Buğra’ya doğru uzattım. “Almaz mısın? Dedemin ruhu için,” deyiverdim. Çocuk anlamsız bir ifadeyle bana bakıyordu. Ruh kelimesinden korkmuş olacak ki, “Sağ ol, ben almayayım,” diyebildi sadece. 7/C’nin kızları karşısında hiç şansım olmadığını o an anladım. O gün beni ayakta tutan tek şey Beliz Öğretmen’in bizi evine davet etmesiydi. O da olmasaydı bütün gün Raşel’in, “Bak, bir dahaki sefere böyle anlamsız cümleler kurmak yerine duygularına odaklanacaksın!” gibi kişisel gelişim kitaplarından fırlama cümleleriyle hepten çökecektim. Son zilin sesini duyunca Raşel’le sıramızdan fırladık. Beliz Öğretmen bizi kapıda bekliyordu. Evi okulun arka sokağındaydı. Giriş katındaki bir dairede oturuyordu. Her ayrıntıyı inceliyordum. Öğretmenimizin evinin kapısı, sıra sıra dizilmiş güllerin hemen arkasına gizlenmişti. İçeri girip ellerimizi yıkadık. Lokma kabını uzattığımda nasıl mutlu oldu. “Babaannenin ellerinden öperim. Ben çay koyayım, siz salona geçin,” dedi. Biz ürkek adımlarla salona girerken mutfaktan seslendi. “Kütüphaneyi istediğiniz gibi karıştırabilirsiniz!” Raşel’le aklımızı oynatacaktık. Buradaki kitaplar okulun kütüphanesindekilerden bile çoktu. Önce her birinin üstünde parmaklarımı gezdirdim. Kafamı yana eğip okuduğum isimleri tek tek mırıldanmaya başladım. Bildiğim, bilmediğim, adını bile söyleyemediğim ne çok yazar ve kitap vardı. Öyle dalmıştım ki, Raşel’in çığlığı ödümü kopardı. Parmağıyla işaret ettiği rafa yöneldi bakışlarım. “Na-nasıl, ne aa-la-ka?” diye kekelemeye başlamıştım. Üçüncü rafta, şiir kitaplarının olduğu yerde Beliz Öğretmen ile Buğra’nın yan yana bir fotoğrafı vardı. Raşel’le göz göze geldik, ikimizin de şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Konuşma yeteneğimi tümden yitirmiştim.

Beliz Öğretmen poğaça ve lokma tabaklarıyla içeri girdiğinde, elimde fotoğraf, mahcup bir halde öğretmenimin yüzüne bakıyordum. “Buğra benim yeğenim çocuklar, söylemedi mi size? İstanbul’a yeni taşındılar. Yabancılık çekmesin diye kendi okuluma yazdırdım.” Âşık olduğum çocuğa dedemin ruhuna dökülen lokmayla ulaşmaya çalışırken, o, hayranı olduğum öğretmenimin yeğeni çıkmıştı. Sanki bir şeyler değişmeye başlıyordu. Kendimi denizin altından su yüzüne çıkan bir mektup şişesi gibi hissediyordum. Artık batmam mümkün değildi. Şişenin içindeki mektup sadece bana aitti. Ben onu sandıklara saklamayacaktım. Makinemi çantamdan çıkarınca, Raşel ile Beliz Öğretmen’den bir sevinç çığlığı yükseldi. “Ne güzel bir makine bu Mineciğim, antika vallahi,” dedi öğretmenim. “Bir şipşak fotoğrafımız olsun mu öğretmenim?” Raşel hemen makineyi kapıp, “Gülümseyin, ben çekerim!” dedi. Başımı öğretmenimin omzuna koyuverdim. Fotoğrafımız çıkmıştı bile. “Aman iyice salla da yanmasın!” dedim. Fotoğrafı kitaplığın yanına koyuverdim. Çok güzel duruyordu: Kitaplar, Buğra ve öğretmenim.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Hikaye-Roman-Masal
  • Kitap AdıÜnsüz Biyografi
  • Sayfa Sayısı88
  • YazarDila İren
  • ISBN9789750764998
  • Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
  • YayıneviCan Çocuk / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur