Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Umuda Doğru – Angela’nın Külleri II
Umuda Doğru – Angela’nın Külleri II

Umuda Doğru – Angela’nın Külleri II

Frank McCourt

Frank McCourt’un çocukluğunu anlatan Angela’nın Külleri dünyanın her yerinde büyük bir okuyucu kitlesi tarafından okundu ve çok sevildi. Büyük bir yoksulluğu anlattığı halde, McCourt’un…

Frank McCourt’un çocukluğunu anlatan Angela’nın Külleri dünyanın her yerinde büyük bir okuyucu kitlesi tarafından okundu ve çok sevildi. Büyük bir yoksulluğu anlattığı halde, McCourt’un kalemindeki sevecenlik ve ince mizah, satırların arasından sızan umutla birleşince, ortaya bir kurtuluş, bir başarı öyküsü çıkmıştı. Kitap birçok ödül aldı (Pulitzer Ödülü – Ulusal Kitap Kriterleri Çevresi Ödülü – Los Angeles Times Kitap Ödülü). Pek çok dilde defalarca basıldı.
Umuda Doğru işte bu öykünün devamı; Frankie’nin yoksul bir göçmenden pırıl pırıl bir öğretmene ve mükemmel bir yazara dönüştüğü Amerika serüvenini anlatıyor.
Frank, büyük çabalardan sonra on dokuz yaşında, New York’a gelmeyi başarır. Gemide tanıştığı bir papaz ona Biltmore Oteli’nde bir iş bulur. Otelde çalışırken, bu ”sınıfsız” ülkedeki çarpıcı sınıflandırmayla tanışacaktır.
Askere alınıp Almanya’ya gönderilir. Orduda köpekleri eğitmeyi ve daktilo kullanmayı öğrenir. 1953’te Amerika’ya döndüğünde doklarda çalışmaya başlar. Amerika, Frankie’nin kamını doyurmuştur; ama yüreği hala hoşnut değildir. Çevresindeki tüm göçmenler, ülkelerindekine benzer yaşam biçimlerini benimser ve ısrarla başka bir şeyin imkansız olduğunu söylerken, onun hayellerinde okuyup eğitim görmek, Amerika’da Amerikalılar gibi yaşamak vardır. On dört yaşında okulu bıraktığı halde, kendini, New York Üniversitesi’ne kabul ettirmeyi başarır. Orada, uzun bacaklı, sarışın, su katılmadık bir Yankee’ye aşık olur ve hayallerini gerçeğe çevirmeye çalışır. Ancak dünyadaki yerini, öğretmenliğe -ve yazmaya- başladıktan sonra bulacaktır.
Umuda doğru, Frank McCourt’un Amerika’da yaşadıklarını, olağanüstü insancıl bir mizaha sararak büyüleyici bir dille anlattığı bir öykü.
Kitap “Angela’nın Külleri”‘nin devamı niteliğindedir.

***

ÖNSÖZ

Haydi, rüya vakti geldi.

İrlanda’dayken annem çocukluğumuzda bize böyle derdi ve sonunda bir rüyamız gerçek oldu. Benim defalarca gördüğüm bir rüyaydı bu. Bir gemide New York Limanı’na yaklaşırken gökdelenlerin görüntüsü karşısında şaşkına dönüyordum. Kardeşlerime bu rüyayı anlattığımda, Amerika’da bir gece geçirdiğim için beni kıskandılar, ertesi gün aynı rüyayı gördüklerini iddia ettiler. Bunun ilgi çekmek için en etkili yol olduğunu bildiklerinden onlarla tartışmama da hiç aldırmadılar. En büyükleri ben olduğum için bu rüyanın yalnızca bana ait olduğunu, bu yüzden bu rüyayı görmekten vaz geçmelerini yoksa onlar için hiç iyi olmayacağını söylemem pek işe yaramadı. Bana bu rüyayı sahiplenmeye hakkım olmadığını söylediler. Herkes uykusunda Amerika’yı düşleyebilirdi ve benim bunu engellemek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Yanılıyorsunuz, dedim. Bütün gece sizi uyutmazsam, rüya filan göremezsiniz. Ben çocukların birinden ötekine koşup New York gökdelenlerini düşlemelerini önlemeye çalışırken, henüz altı yaşında olan Michael bana bakıp kahkahalar atıyordu. Malachy ise kendisinin Brooklyn’de doğduğunu söylüyordu; bu yüzden bütün gece rüyasında Amerika’yı görmesini engellemek imkânsızdı. Hatta canı isterse bunu bütün gün yapabilirdi. Sonunda konuyu anneme açıp tüm ailenin rüyalarıma göz koymasının büyük haksızlık olduğunu ileri sürünce, annem, Tanrı aşkına, çayını iç ve doğru okuluna git, rüyalarınla bütün aileye işkence etmekten de vazgeç, dedi. Kardeşim Alphie yalnızca iki yaşındaydı ve konuşmayı yeni yeni öğreniyordu. Elindeki kaşığı masaya vurarak, işkence gibi rüyalar, işkence gibi rüyalar diye tekerlemeye başlayınca herkes kahkahalara boğulmuştu. Onunla her zaman rüyalarımı paylaşabilirdim. Öyleyse, neden Malachy ve Michael’la da paylaşmayayım?

Bir

1949 yılının Ekim ayında MS Irish Oak adlı gemiyle Cork Limanı’ndan hareket ettiğimizde, bir hafta içinde New York’a varacağımızı söylemişlerdi. Ama daha yolculuğumuzun ikinci günü, geminin Kanada’nın Montreal limanına yanaşacağını bildirdiler. İkinci kaptanı yakalayıp cebimde sadece kırk dolar param olduğunu, Irish Shipping şirketinin Montreal’den New York’a tren ücretimi ödeyip ödemeyeceğini sordum. Hayır, dedi. Şirket böyle bir durumdan sorumlu değildir. Sonra bana, Bu yük gemileri açık denizlerin orospularıdır, dedi. Her şey beklenir bunlardan. Bu gemiler bir bakıma sokak köpekleri gibi olmalıydı.

Rastgele onun bunun peşine takılıp nereye gittiğini bilmeden dolaşırcasına okyanusta rota değiştirip duruyorlardı.

Nitekim iki gün sonra Irish Shipping şirketi fikrini değiştirmiş, bize geminin New York’a yanaşacağı müjdesi verilmişti. Ama aradan iki gün daha geçti geçmedi, şirket yine karar değiştirdi. Bu kez Kaptan’a Albany’ye yanaşması söylenmişti.

Kaptan bana Albany’nin Hudson Nehri üzerinde bir şehir olduğunu söyledi. New York Eyaleti’nin başkentiymiş! Aynen Limerick’in büyüsüne sahip bir şehirdir, diyerek kahkahayı bastı… Ha, ha, ha! Ölmek için ideal bir yerdir! Yerleşip evlenerek çoluk çocuğa karışacağın bir yer değil!

Kaptan Dublinliydi ve benim Limerickli olduğumu biliyordu. Limerick için böyle konuştuğu zaman, içimden onu gebertmek geliyordu, ama aynada kendime bakıp sivilceli suratımı, çipil çipil gözlerimi ve çürük dişlerimi gördükçe, kimseyi gebertecek halim yok, diye düşünüyordum doğrusu. Hele kalıbı kıyafetiyle gelecekte geminin tek hâkimi olmaya aday bu üniformalı adama hiç gücüm yetmezdi. Hem, ne diye Limerick’e laf ediyor diye ona kızıyordum ki… Zaten orada hiçbir zaman mutlu olamamıştım.

İşte, o zaman düşlerim başlıyordu. Sıcacık Ekim güneşinde, güvertede oturup Atlantik Okyanusu’nun nefis mavi sularına dalarak, New York’u hayal etmeye başlıyordum. Beşinci Cadde ya da Central Park’ı veya Greenwich’i gözlerimin önüne getirmeye çalışıyordum. İnsanlar, pırıl pırıl, bembeyaz dişleri ve sağlıklı yüzleriyle sinema artistlerine benzerdi oralarda. Ama Limerick anılarım ağır basıyor ve beni o günlere geri götürüveriyordu. Beşinci Cadde’de bembeyaz dişlerimle o insanlardan biri olmak varken, kendimi yine Limerick’in kenar mahallelerinde buluyordum. Evlerinin kapılarında şallarına sarınıp oturarak aralarında konuşan kadınlar, yüzleri reçele bulanmış halde sokaklarda koşuşan, annelerine seslenen çocuklar…

Ardından, pazar günü ayininde açlıktan birinin düşüp bayılmasıyla fısıldaşmalar ve arka sıralardaki adamların onu dışarı taşımak için telaşı aklıma geliyor… Çekilin, çekilin! diye bağırırlar. Görmüyor musunuz; kadıncağız nefes alamıyor… Hava alması gerek! O arka sıralarda oturup kalabalığa bağırıp duran adamlardan biri olmayı ne kadar isterdim. Onlar zaten bilerek arka sıralara oturur ve ayinin sonunu beklemeden barlara kaçmak için bu tür olayları bahane ederlerdi. İçkiye düşkün olmayan erkekler, ön sıralarda oturur, ne kadar dindar olduklarını göstermeye çalışırlardı. Barların kıyamet gününe kadar kapatılması gibi bir facia umurlarında bile değildi onların. Pazar ayinini ezbere bilir, duaya nerede nasıl katılacaklarını herkesten iyi ayarlar ve sanki İsa’nın çarmıhta çektiği ıstırabı hisseder gibi inlerlerdi. Bunlardan bazıları içkiyi bırakmış olanlardı ki, en kötüsü de onlardı. İçkinin ne kadar kötü bir şey olduğuna dair vaazlar verirler, kendileri cennetin yolunu seçtiklerinden diğerlerine acıyarak bakarlardı. Tanrı’nın içki içen insanlara sırt çevirdiğine inanırlardı. Oysa kilisede vaaz veren hiçbir rahibin bira bardağına ya da bira içenlere bir laf ettiğini duymuş değilim. Arka sıralarda oturanlar, ayin sırasında bir olay çıkmazsa, rahibin duayı bitirip ‘Ite, missa, est,’ sözleriyle yerlerinden fırlarlardı. Onların arkada oturmalarının asıl sebebi, ağızlarının kurumasıydı. Ön sıralardaki ayık insanların yanında oturmayacak kadar da alçak gönüllüydüler.

Ben, onların konuşmalarına kulak kabartmak için kapıya yakın dururdum.

Pazar ayinine katılmamak ölümcül günahlardan sayıldığı için buna katlanıyorlardı, ama ayin biraz daha uzarsa oracıkta susuzluktan bayılacaklarını söyleyerek birbirine takılmanın daha beter bir günah olduğunu pek düşünmüyorlardı. Peder White’ın vaaz verdiği günler feci olurdu. Ağır ağır vaaz veren ve saatlerce konuşan Peder gözlerini cennete doğru çevirip, doğru yoldan çıkan herkesin lanetlenmiş olduğunu söyledikten sonra kendimizi Aziz Meryem’e adamamızı öğütlerken, bizimkiler artık iyice sabırsızlanmaya başlardı. Pa Eniştem, Meryem bana gökten şöyle nefis köpüklü bir bardak bira indiriverse, kendimi ona ne biçim adarım, deyince hepsi gülmeye başlardı. Ben de Pa Eniştem gibi uzun pantolon giyen büyük bir adam olup arka sıralardaki o ağızları kuruyan ve aralarında gülüşen arkadaşlarından biri olmaya ne kadar özenirdim.

Geminin güvertesinde hayale dalmışken, kendimi Limerick sokaklarında bisikletle telgraf dağıtırken görüyordum. Sabahın köründe kent dışında ineklerin böğürdüğü, taş atarak kovaladığım köpeklerin havladığı o günlerimi hatırlıyordum. Çiftlik evlerinden gelen bebek ağlamaları kulaklarımda, sabah sütlerini sağdıktan sonra inekleri dürte dürte otlaklara doğru itekleyen çiftçileri görür gibi oluyordum.

Sonra okyanusun masmavi sularının ortasında, güvertede hüngür hüngür ağlamaya başladım. Düşlerimin şehri New York’a doğru yol alırken, oradaki insanlar gibi bronz tenim ve bembeyaz dişlerimle mutlu olacağım günler beni beklerken, ne diye Limerick’i böyle özlüyordum ki! Kasvetli havasıyla gri mutsuzluğundan New York’a kaçmayı hayal ettiğim yılları ne çabuk unutmuştum! Annemin uyarısı kulaklarımda ne diye çınlayıp duruyordu sanki? Bildiğin düşmanla savaşmak, bilmediğin düşmanla karşılaşmaktan daha iyidir.

Gemide on dört yolcu olacağını söylemişlerdi ama biri son anda iptal etmiş ve biz o uğursuz sayıyla yola çıkmıştık. İlk gece Kaptan yemek salonunda bize katıldıktan sonra hepimize hoş geldin konuşması yaparken, on üç rakamının uğursuzluğu konusunda batıl bir inancı olmadığını, ama aramızda bir rahip bulunduğuna göre, bizleri kazadan beladan koruyacak bir dua okumasının bir sakıncası olmayacağını söylemişti. Rahip ufak tefek, topluca bir adamdı. İrlandalı’ydı ama Los Angeles Cemaati’nin başında uzun yıllar görev yapmış olduğu için aksansız konuşuyordu. Rahip ayağa kalkıp duasına başlarken, yolculardan dördü ellerini kucaklarına koyuverdi. Protestan olduklarını hemen anladım. Annem, ‘Bir Protestan’ı kilometrelerce öteden tanırsın,’ derdi. Rahip, Tanrı’nın bize merhamet etmesi için dua ederken, bu açık denizlerde başımıza gelebilecek herhangi bir olayda O’nun kutsal bağrına sığınmaya hazır olduğumuzu da ekledi. Protestanlardan yaşlı olanı, karısının eline uzandı. Kadın, kocasına gülümsedi ve ona başını salladı. Adam da, ‘merak edilecek bir şey yok,’ der gibi karısını rahatlatmak istercesine gülümsedi.

Rahip yemekte benim masama oturdu. Protestanlar’ın Kentucky’de Thorough yarış atları yetiştirdiklerini ve çok zengin olduklarını kulağıma fısıldayıverdi. Aklın varsa, onlarla iyi geçinirsin, dedi. Hayatta ne olacağı hiç belli olmaz!

Rahibe, zengin Protestanlar’la nasıl iyi geçinilir, diye soracaktım ama çok aptalca bulacağını düşünüp vazgeçtim. Protestan çiftin, İrlandalılar’ın çok büyüleyici insanlar ve çocuklarının da çok şeker şeyler olduğunu anlatmalarını dinliyordum. ‘Öyle ki, hiç fakir olduklarını düşünemezsin,’ diyorlardı birbirlerine.

Onlarla konuşursam gülümsemem gerekeceğini düşündüm. O zaman da, çürük dişlerimi göreceklerdi ve bu her şeyin sonu olacaktı. Amerika’da para kazanmaya başladığım anda, bir dişçiye gidip şu gülümsememin işe yaramasını sağlamam şarttı. Dergilerde ve filmlerde, bir gülümsemenin insanın önüne ne kapılar açtığını görüyorduk. Hele kızlar koşa koşa geliyordu. Bende bu gülümseme olmadığı sürece, Amerika’da yerim yoktu. Limerick’e geri dönüp, postanenin arka tarafındaki karanlık odada mektupları ayırarak ömrümü geçirmem daha doğru olacaktı. Orada hiç kimse insanın değil ağzındaki dişe, beyni olup olmadığına bile bakmazdı.

O gece yatmadan önce çay ve bisküvi servisi yapıldı. Rahip, ben bir duble viski içeceğim, dedi. Boş ver çayı. Viski içince güzel uyuyorum. Viskisini içerken bana, Kentucky’de at yetiştiren zengin Protestanlar’la konuştun mu, diye sordu.

Konuşmadım.

Neyin var senin? Para kazanmak istemiyor musun?

İstiyorum.

O halde o zengin insanlarla ne diye ahbaplık etmiyorsun? Bakarsın senden hoşlanırlar ve at bakıcısı olarak filan seni yanlarına alırlar. Oradan yükselir gidersin. New York’ta macera yaşamaktan iyidir. O günahlar beldesinde, ahlakın çöktüğü o şehirde Katolik olarak nasıl bir savaş vereceğini biliyor musun sen! Gece gündüz inancından sapmamak için mücadele vereceksin! Git şu insanlarla konuş da, kendine iyilik et!

Rahip, Kentucky’de at yetiştiren zengin Protestanlar’dan bahsederken sesini alçaltıyordu ve ben ona ne diyeceğimi bilemiyordum. Kardeşim Malachy burada olsaydı, dosdoğru o zengin insanların yanına gider ve onları öyle bir büyülerdi ki, insanlar milyonlarca dolarlarıyla birlikte, atlarını, ahırlarını ve güzelim evlerini temizleyici kadınlarıyla birlikte Malachy’ye bırakırlardı. Zengin insanlarla hayatımda hiç konuşmamıştım. Sadece, ‘Telgrafınız var, efendim,’ dediğimde bile, ‘Arka kapıya!’ diye azarlanmıştım hep.

Rahibe bunu da söylemek istiyordum ama onunla da nasıl konuşmam gerektiğini bilemiyordum. Aslında rahipler hakkında bildiğim tek şey, pazar ayinlerini ve tüm duaları Latince okuduklarıydı. Öyle ki, ben İngilizce olarak günah çıkartırken, onlar Tanrı’nın huzurunda Latince konuşarak beni bağışlıyorlardı. Doğrusu, rahip olmak ilginçti. Sabah uyandığında insanları bağışlamak ya da bağışlamamak gibi bir güce sahip olduğunu düşünmek bile yeterdi. O günkü ruh durumuna göre, ister bağışlar ister bağışlamazdın. Latince bilip insanların günahlarını bağışlamak, onları ulaşılmaz kılar. Rahiplerle konuşmaya bile korkarsın. Çünkü onlar yeryüzünün karanlık sırlarını bilen kişilerdir ve bir rahiple konuşmak, Tanrı’yla konuşmak gibi bir şeydir. Bir yanlış yaptın mı, lanetlendin gitti.

Gemide, bir rahiple ya da kibar ve zengin Protestanlar’la nasıl konuşmam gerektiğini sorabileceğim kimse yoktu. Pa Eniştem belki bu konuda bana yardımcı olabilirdi, ama o da Limerick’te dünyayı umursamadan dalgasına bakıyordu. Eğer bu gemide olsaydı, Protestanlar’a hiç de yüz vermez, onlarla konuşmaya bile tenezzül etmezdi. Rahibe de, o kutsal kıçını yemesini söylerdi. Ben de böyle yapabilmeyi isterdim, ama benim gibi çürük dişli ve çipil gözlü birinin, ne zaman, nerede ne diyeceğini ve kime nasıl davranacağını kestirmesi çok zor.

Geminin kütüphanesinde bir kitap vardı; Suç ve Ceza. Karmakarışık Rusça isimlere rağmen güzel bir cinayet romanı olduğunu düşünerek, kitabı aldım ve güvertede bir şezlonga kurulup okumaya başladım. Ama hikâye beni rahatsız etmeye başladı. Raskolnikov adlı genç öğrencinin yaşlı rehineci kadını öldürüp parasını aldıktan sonra, zaten kadının bu dünyada bir işe yaramayacağı gerekçesiyle vicdanını rahatlatmaya çalışması, çok acayipti. Aldığı para, üniversiteyi bitirip bir avukat olduğu zaman, kendisi gibi para için böyle işe yaramaz yaşlı kadınları öldüren gençleri savunmasını sağlayacaktı. Bu roman, beni biraz da, Limerick’te Mrs. Finucane adına yazdığım tehdit mektuplarını hatırlattığı için rahatsız etmişti galiba. Mrs. Finucane’i bir gün evinde ölü bulduğumda, Amerika biletim için biraz parasını çalmıştım. Gerçi, Mrs. Finucane’i ben öldürmemiştim ama parasını çaldığım için, en az Raskolnikov kadar kötü bir insan olduğumu düşünmeden edemiyordum. O anda ölecek olsam, cehennemde ilk karşılaşacağım kişi Raskolnikov olurdu herhalde. Rahibe bu olayı anlatarak ruhumu kurtarabilirdim belki, diye düşündüm. Rahiplerin, itirafta bulunan kişileri bağışladıkları anda, o insanın işlediği günahı da tamamen unutup bir daha sözünü etmemesi gerekirken, bizim rahibin bunu koz olarak kullanıp bana o kibar ve zengin Protestanlar’ı yağlamam için şantaj yapacağından emindim.

Güvertede, kitap kucağımda uyuyakalmışım. Görevlilerden biri beni uyandırıp, yağmurdan kitabınız ıslanıyor, efendim, diye uyardı.

Efendim! Limerick’in kenar mahallelerinden bir çocuğa, kır saçlı bir denizcinin böyle hitap etmesi olacak şey değildi! İkinci Kaptan bana kurallar gereği, görevlilerin yolcularla konuşmasının yasak olduğunu söylemişti. Olsa olsa, ‘İyi günler,’ ya da, ‘İyi geceler,’ diyebilirlerdi. İkinci Kaptan, bu kır saçlı denizcinin bir zamanlar Queen Elizebeth gemisinde İkinci Kaptan olduğunu, fakat yolculardan bir hanımın kamarasında basıldığı için işten atıldığını anlatmıştı. Tabii, yaptıkları şey büyük bir günahtı. Ama Owen adındaki bu adam oldukça ilginçti. Bütün gün kitap okuyor, gemi bir limana yanaştığında diğer denizciler barlarda içip dağıtırken, o yine bir kafede kitabını okumaya devam ediyordu.

Geminin kaptanı ise, Owen’a büyük bir saygı duyuyordu. Onu kamarasına çaya davet ediyordu ve saatlerce sohbet ediyorlardı. Bir zamanlar bir İngiliz destroyerinde savaşmışlar, ancak bombalanan destroyerden güç bela kurtulup Atlantik Okyanusu’nun ortasında bir tahta parçasına tutunarak günlerce denizde kalmışlardı. Akıntılarla sürüklenerek buz gibi sularda kader birliği ettikleri o günlerde, İrlanda kıyılarına çıkıp birayla tabak tabak lahana ve domuz eti yiyebilecekleri günlerin hayalini kurmuşlardı.

Owen, beni güvertede uyandırdığının ertesi günü yanıma gelip konuştu. Kuralları çiğnediğimi biliyorum, dedi, ama Suç ve Ceza gibi bir kitap okuyan birine rastladığı için çok mutlu olmuştu. Gemide kitap okuyan insanlar, en fazla Edgar Wallace ya da Zane Grey düzeyindeydi. Dostoyevski hakkında konuşabileceği birini bulduğu için kuralları çiğnemeyi göze almıştı. Ama Karamazof Kardeşler’i okuyup okumadığımı sorduğunda bu kitabı hiç duymadığımı söyleyince çok üzüldü. New York’a iner inmez Dostoyevski’nin kitaplarını almamı böylece asla yalnızlık hissetmeyeceğimi söyledi. Hangi kitap olursa olsun, insanı düşündürür, dedi. Ben pek ne demek istediğini anlamadım, ama Owen’in sözleri bunlardı.

Rahip güverteye gelince, Owen hemen sıvışıverdi. Rahip, O adamla mı konuşuyordun? diyerek hesap sorar gibi yanıma yanaştı. Hiç gizleme, onunla konuştuğunu gördüm. Hiç uygun biri değil o. Bunu sen de fark etmiş olmalısın. Hakkında söylenenleri duydun. O kır saçlarından da mı utanmıyor! Sen de kalkıp böyle insanlarla konuşuyorsun ama o kibar Protestanlar’la ahbaplık et, dediğim de buna zaman bulamıyorsun!

Ama biz Dostoyevski hakkında konuşuyorduk.

Demek, Dostoyevski hakkında konuşuyordunuz. Doğrusu, bu New York’ta çok işine yarar! Dostoyevski’yi tanıyan pek çok zavallının, ‘Yardım,’ diye dilendiğini yakında görürsün. Şu kibar Protestanlar’la konuşmayı beceremiyorsun da, basit denizcilerle sohbet ediyorsun. Bu kart denizcilerden uzak dur, evlat. Sana yararı olacak insanlara yanaş. Eğer kitap okuyacaksan, azizlerin hayatını oku!

Hudson Nehri’nin New Jersey yakasında yüzlerce gemi demirlemişti. Owen, bunların savaş sırasında Avrupa’ya erzak taşıyan gemiler olduğunu söyledi.

Böyle çürümeye bırakılmış olmaları çok üzücü, dedi. Ama işte, dünya böyledir. Bir geminin ömrü, bir orospunun zevk çığlığı kadar bile sürmez.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Anı - Anlatı Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıUmuda Doğru - Angela'nın Külleri II
  • Sayfa Sayısı423
  • YazarFrank Mccourt
  • ÇevirmenNeşe Olcaytu
  • ISBN9789753312011
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviEpsilon / 2013

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Angela’nın Külleri ~ Frank McCourtAngela’nın Külleri

    Angela’nın Külleri

    Frank McCourt

    “Geriye bakıp çocukluğumu anımsadığımda, nasıl hayatta kalabildiğime hala şaşarım. Kötü bir çocukluktu; mutlu bir çocukluğun pek kayda değer yanı yoktur zaten. Sadece mutsuz bir...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Cennet ~ Toni MorrisonCennet

    Cennet

    Toni Morrison

    Ruby köyü, özgürleşmiş kölelerin torunlarının kurduğu, son derece korunaklı, katı kurallarla yürüyen, yarım yüzyıldır kendi kendine yetebilen bir “cennet”tir. Fakat Sivil Haklar Hareketi’nden Vietnam...

  2. Görünmez Mürekkep: Yazmayı Okumak / Okumayı Yazmak ~ Toni MorrisonGörünmez Mürekkep: Yazmayı Okumak / Okumayı Yazmak

    Görünmez Mürekkep: Yazmayı Okumak / Okumayı Yazmak

    Toni Morrison

    Görünmez Mürekkep: Okumayı Yazmak / Yazmayı Okumak, kaleme aldığı kurgularla dünya edebiyatında çığır açmış usta bir yazarın, Nobel ve Pulitzer Ödüllü Toni Morrison’un düşünsel...

  3. Ungenach ~ Thomas BernhardUngenach

    Ungenach

    Thomas Bernhard

    UNGENACH, Thomas Bernhard’ın Avusturya’nın suçlu belleğine ilişkin saptamalarını başlatan kitabıdır; anlatının tümü “aidiyet travması” çevresinde gelişir. Ülke dışında yaşayan Avusturyalı genç bir akademisyen, büyük...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur