Devlerin savaşında, tarihin gerçek savaşçılarından biri olmakta kararlı olan Ulak Nuri, Mohaç Muharebesinde altı yüz elli yedi yıllık Macar Krallığı’nın yok oluşuna tanıklık edip Viyana kapılarına dayanırken hayata dair soruları sormaya devam ediyor…
“Peki; zafer, savaş denen bu kâbusun neresinde ? Zaferin mutluluğu, hazzı, görkemi nerede? İnsan zafer için savaşmaz mı? Muzaffer adam, aynı zamanda gururlu ve mesut adam değil midir? Hangi destanda mutsuz bir cengâvere rastlıyoruz ki?”
I
Serpilen aydınlıkta dalların arasından,
büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman.
Ahmet Hamdi TANPINAR – (Huzur)
29 Ağustos 1526 – Mohaç, Macaristan
Mohaç Ovası’nı kaplamış mavimsi sabah sislerinin arasından belirmişti ordular. Acı bir koku vardı havada. Sis, ateş, yağlanmış silah ve donanımların rayihasıydı bu. Demir bir denizin iki ayrı kıyıdaki dalgaları gibi ağır ağır kımıldanan kıtalar, muharebe konumlarını alıyorlardı. Uzaklardan gök gürültüleri işitiliyordu bazen. Rengârenk sancak ve flamalarla ayrılmış saflar, geçme zincir, demir mahmuz ve namlu gıcırtıları arasında birbirlerine yaklaşırlarken, incecik bir yağmur başladı. Zamanla hızlanacağı anlaşılan soğuk bir çisentiydi bu. Kolordu ve tümen seviyesinde en az yedi ayrı Haçlı birliğiyle desteklenmiş Macar Ordusu “Kara Kartallar”dan yükselen sağır edici uğultuya karşılık, Osmanlı Ordusu’ndan çıt bile çıkmıyordu. Gaziler, en yüksek rütbelisinden en küçük erine kadar şaşılacak bir sükûnetle muharebe anını bekliyor, zaman zaman kısa aşr-ı şerifler okuyan hafızların huzur veren sesleri işitiliyordu. Osmanlıların ıslak yüzleri, grinin koyulaşan tonlarıyla örülmüş göklerden daha derin bir ifadeyle yontulmuştu. Dünyalık telaşlar geride bırakılmıştı artık. Bir ibadet huşusuyla kıpırtısızdı birlikler. Düşmanı ve yabancı gözlemcileri dehşete düşüren bu sarsılmaz disiplinin, Roma’nın altın çağından bu yana bir örneği daha yoktu. Ordu-millet geleneği, Osmanlı savaş makinesinin çarklarını kusursuzca çeviriyordu. Genel nizama aykırı tek bir hareket dahi hoş karşılanmıyor, bir asır evveline kıyasla, örfi ve askeri tedbirler çok daha katı ve vakit kaybetmeden uygulamaya konuluyordu. Tüm bu önlemlerin uygulayıcıları, karmaşık teşkilatları her kuytuya uzanan Hilalîlerdi elbette. Düşman dâhilinde olduğu kadar, Ordu-yu Hümâyun içindeki gizli faaliyetleri de dehşet saçıyordu. Müdahaleleri o kadar ani ve görünmezdi ki, bu sayede eski yılların kolayca huzursuzluğa kapılan ve isyana yeltenen yeniçeri ocakları, uzunca bir müddettir Türk’ün töresine, dolayısıyla Padişahlarına boyun eğmeyi öğrenmişlerdi. Emir komuta zincirinde hiçbir aksama görülmüyordu. Osmanlı hatlarının önünde biri belirdi o sırada. Çok uzaklardan dahi görkemli bedeni, soylu tavırları ve kutsi yüz hatlarından kim olduğunu anlamak zor değildi. Sultan Süleyman Han’ın ta kendisiydi bu… Doru atını dörtnala kaldırıp safların önünde bir süre koşturdu önce. Zarif safkan şimşek hızıyla süzülürken, nalları toprağa temas etmiyordu âdeta. Ordu, harp nizamını tamamlayıp son kez durunca, askerine hitap etmeye başladı Kanuni Sultan Süleyman Han.
Mohaç sahrasını, Tuna’nın karşı kıyısındaki yükseltilerden izleyen Ulak Nuri, bulunduğu mevkiden Hünkâr’ın dediklerini işitemiyordu; ama sonradan, şunları söylediğini öğrenecekti: “Hazret-i Peygamber sancağının mübarek gölgesi altında kıta kıta, tabur tabur, bölük bölük dizilmiş aslanlar! Bugün, kavuşmak için ömrünüzce dualar ettiğiniz, Allah’a gözyaşlarıyla yalvardığınız o mübarek gündür! Eğer düşmanlarınızı hezimete uğratırsanız, bu topraklar ebediyen bir İslam ülkesi olarak sizin olacaktır; ayrıca Allah’ın rızası ve O’nun en büyük sevabı da sizindir! Bu yüzden güçlü durun! Bacaklarınızı düşmanın karşısında toprağa sabitleyin! Hiç endişe etmeyin! Bugün bizleri burada toplayan Allah, hiç şüphe yok ki hakkımızda hayrı murat etmiştir. Ölenlerimiz şehit, kalanlarımız gazidir! Şu halde ne mutlu bizlere! Enfal Suresi’nin altmış beşinci ayetinde Allah Teâlâ, ‘Ey Nebi! Müminleri savaşa teşvik et! Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiye galebe çalar. Sizin yüz kişiniz, inkâr edenlerden bin kişiyi yener, çünkü onlar, aklı ermeyen bir güruhtur.’ buyuruyor. “Ey gaziler, Peygamberiniz size güvenirdi! Kumandanlarınız da her zaman güvendi; şimdi ben de güveniyorum! Siz de evvel Allah’a, sonra kumandanlarınıza ve kendinize güveniniz. Sabırlı olunuz! Savaşırken sabırlı olunuz! Ölürken sabırlı olunuz! Karşınızdaki şu ordu ne kadar mükemmel görünse de, gerçekte, duvarına iyiden iyiye rutubet ve küf yürümüş, bütünüyle yıkılıp gitmesine ramak kalmış bir kaleye benzer! Zira maksadı dünya olanın işi tümden boştur. Buradan götürecekleriyse koca bir pişmanlıktan gayrısı değildir! İlahi! Kuvvet ve kudret Senin İlahi! Zafer Senin, inayet Senin, himaye Senin! Karşında aciz bir bölük olan bu Muhammed ümmetini yerindirme, kuvvetli düşman kâfirlerini sevindirme!” Askerler hep bir ağızdan, “Âmin, ya Muîn!” diye haykırdılar.
Sonra, Süleyman Han’ın yanına iki yüz kişilik seçme bir Hilalî birliğiyle çıkan Vehimi Orhun Çelebi’yi gördü Nuri. Ah, orada olabilmek için neler vermezdi şimdi… Ancak Vehimi onu ellisi Hilalîlerden, diğer ellisi de eyalet askerlerinden müteşekkil, toplamda yüz kişilik bir artçı birliğinin içinde, düşmanın kuzeybatı istikametindeki muhtemel ricat ve yardım noktalarından birinde konuşlandırmıştı. Genel kumandanları ise eski bir uçbeyi olan Derviş İsmail Paşa’ydı. Nuri’nin yanında Dimetokalı Sinan ve Yanyalı Halis de vardı. Bu mevki, Tuna Nehri’nin karşı kıyısında, Fenyö Utca mevkiine açılan küçük ve saklı bir vadinin güneye bakan zirveleriydi. Gözden uzak konumu sayesinde, takip ve pusu için çok uygundu. Vehimi’nin, atını Tuna ve Karasu bataklıkları istikametindeki zorlu mevkiye doğrulttuğunu gördü o sırada Nuri. Böylelikle pusudaki Hilalîlere doğru biraz daha sokulmuş oluyorlardı. Nuri, Çelik Hilal fedailerinin sayıca az olmalarına rağmen yine en zorlu vazifelere sürüleceklerini anlamıştı. Çünkü harp koşullarında, Hünkâr’ın doğrudan emri olmadan yanından ayrılmaları söz konusu olamazdı. Yirmi rakımlı, küçük ve yemyeşil tepenin devedikeni topluluklarıyla kaplı pususundan harp meydanını izleyen Nuri, dikenlerin altından biraz daha ileri uzandı. Vehimi ve sağ kolu Delice Salih’in hemen arkalarında at süren devin, geçen baharda Güzelce Hisar’ın hücrelerinden birinde tanıştığı Şövalye Tardos Zoltan olduğunu görebiliyordu şimdi. Şövalye kısa süre önce Müslümanlığı kabul etmiş ve “Tarık” adını almıştı. Ancak hâlâ “Zoltan” olarak tanınıyordu. Ona çok şey borçlu olduğunu düşünüyordu Nuri. Kont Sadnakar isimli melunun pususunu haber vermekle kalmamış, Yoros Kalesi’ndeki altınlarını da hiç sakınmadan ona ve arkadaşları İhsan ve Mehmet’e bağışlamıştı.
Tuna’ya doğru iyice sokulan Vehimi’nin, vadi boyunu kırbaçlayan o hırıltılı ve gür sesini kolaylıkla işitti birden Nuri. “Gözlerinizi düşmana dikmeyin gaziler!” Dikkatler bir anda bu saygın ve gerçekte kendisinden çok şey beklenen adamın üzerine çevrilmişti şimdi. “Hasmınıza bakmayın! Gözlerinizi benden ve kumandanlarınızdan ayırmayın! Metin olun! Ben Hünkâr’ın yanına dönüyorum; ancak sizlere de güveniyor, çok şey bekliyorum!” Zoltan, Vehimi’nin yanından iki at boyu açıldı o sırada. Bu kısımdaki Hilalîlere o kumanda edecekti anlaşılan. Nuri, onun badem yağıyla parlatılmış uzun bıyıklarına ve parlak plakalar halindeki zırhlarla korunmuş kale gibi bedenine gıptayla baktı. Hiçbir zaman böylesine iri ve görkemli bir savaşçı olamayacağının farkındaydı. Ancak bunu bilmek, içinde yetersizliklerine öfke duyan, azimli ve inatçı bir başka Nuri’nin daima uyanık kalmasını sağlıyordu. Kendisi en derin uykudayken bile tetik duran, çok güçlü bir Nuri’ydi bu. Zoltan’ın, kendine bağlı küçük takıma hitap ettiğini de o sırada işitti çocuk. “Asker dikkat! Gözleriniz mızrak ucunda!” Aynı anda yedi arşınlık demir mızrağını havaya kaldırmıştı Zoltan. Ağır silah, onun o kocaman elinde basit bir dal parçasına dönmüştü âdeta. “Mızrağım, ne yapmanız gerektiğini kendi lisanıyla söyleyecek yiğitler! Saflarınızı koruyun! Peşimden gelirken bir an bile tereddüt etmeyin! Beni bildiniz, tanıdınız; kendimi atmayacağım bir tehlikeye sizleri asla yaklaştırmayacağımı biliyorsunuz!” Nuri, düşman ordusunda da askere hitap eden generaller olduğunu görebiliyordu. Komutanlarının bu zamanında çıkışları, düşman askeri arasındaki o ürkek uğultuyu nispeten dindirmişti. Rengi solmuş yüzlerden, terli şakaklardan ve ağır ağır inip kalkan zırhlı göğüslerden yüreklere akan endişe, makul bir hal almış gibiydi. Ama tam o esnada mehter bölüğü kös vurmaya başlayınca, sonu gelmeyen bir gök gürültüsü kapladı sanki ovayı. Düşmanın bu defa daha beter bir tedirginliğe kapıldığını anlamak güç değildi.
***
Çok geçmeden öyle bir süratle birbirine girdi ki ordular, gökyüzü ürpertici bir çatırtıyla hançerlenip yarıldı da felekler tüm ağırlığıyla yeryüzüne çöktü sanki. Ağır zırhlı Haçlı süvarilerinin atları, tavlı toprağı tabakalar halinde parçalayıp savurarak zelzelelere sebep oluyordu. Türklerin öncü hafif süvarileriyse, ilk çarpışmanın ardından, düşmanı gerideki ana kuvvetlere doğru çekmeye başladılar. Kadim “Hilal Taktiği”nin açık bir işaretiydi bu. Ancak harp alanını her zamanki ataklıklarıyla aşmaya kalkan düşman atılılar, çoğu yerde çamur halindeki toprağa gömülen hayvanlarını aşırı zorluyor, henüz çatışmaya girmeden yoruyorlardı. Düşmanın, bu eski Türk muharebe sistemindeki temel tahrik unsurlarına her defasında kapılmasının belirgin sebebi şuydu: Yalnızca kandan soylu şövalyelik sisteminin içindeki yüksek rütbeli savaşçılar, eğer çok saygın bir kahraman olarak görmüyorlarsa, kralları dâhil olmak üzere üstlerine mutlak itaati küçültücü ve Doğu’ya özgü bulurlardı. Dahası, saldırı öncesi tahammül, yanıltıcı ricat ve tehirli taarruz gibi taktikler, bir tür alçaklık ya da korkaklık olarak algılanırdı. Elbette ki henüz değiştiremedikleri bu temel yanılgıları, her defasında başlarına bela oluyordu. Neredeyse sekiz yüz okkayı bulan, seyyar kaleler gibi bedenlerinin olanca ihtişamıyla ilerleyen Macar ve Alman ağır süvarilerinin başlattığı zelzele, Tuna’nın o saat için oldukça durgun sularının yüzeyini hafif çırpıntılı dalgalarla doldurmuştu. Ardından mavi sular, kıyıdan doğru toprak rengine bulanmaya başladı. Kendini dürterek ikaz eden Yanyalı Halis’e döndü Nuri: “Haydi,” diyordu, Yanyalı o kalın boynunu iyice bükmüş, dikenlerin altında kaybolmuş çocuğu görmeye çalışırken. “Pusu noktasında yerimizi almamız lazım oğul. Muharebenin teferruatını nasıl olsa öğreniriz, merak etme.” Çalılıkların altından çıkıp Hilalîlerin ve diğer küçük artçı birliğinin bulunduğu açıklığa doğru yürüdüler. Uzun çimenler atların dizlerine kadar geliyor, saklanmak için iyi bir ortam sunuyordu. Nuri, birliğin kendisine ve Yanyalı’ya sundukları o saygılı bakışların farkındaydı. Birlikte yaşadıkları maceralar ve Nuri’nin özverisi yalnızca orduda değil, imparatorluk çapında süratle yayılıyordu; ama bunların tam olarak ne olduğuna dair kimsenin kesin bir bilgisi yoktu. Nuri’nin, tek başına düşmanın büyük bir müstahkem mevkiini havaya uçurduğu, koca koca pehlivanları devirdiği, ayrıca Hilalîleri zorlu pusulardan kurtardığı anlatılıyordu. Tüm bu öyküler bire on katılarak dilden dile söylenirken, uğradıkları kimi yerlerde kendi öykülerini duymak hem ürkütüyor hem de tuhaf bir haz veriyordu Nuri’ye. Vehimi ve adamlarının Dük Thul Kranon ve tarikatına esir düştüklerinin bilgisiyse, bir sır olarak muhafaza edilmişti.
II
“Ah Yanyalı ah!” dedi Nuri kederli bir tavırla. Adamın güneşten iyice kararmış o esmer yüzüne bakıyordu. “Şimdi gazilerden ayrılmak o kadar zor geliyor ki… Hiç değilse biraz olsun izleyebilseydik. Hele şu mehter takımının çıkardığı gümbürtüye bak… Kasırga bulutlarının içine hapsolmuşuz âdeta…” Yanyalı, meşe ağacının dalları arasında bağladığı atının dizginlerini çözdü. Bir an durarak çocuğa baktı. “Bilirim karındaşım, yoldaşlarımızdan ayrılmak bana dahi zor gelir; lakin görevimizi düzgün yapmamız daha mühimdir. Düşman bu mevkiden yardım alabilir ya da kaçmaya çalışabilir. Şimdi oturur da muharebeyi izlersek, gazi karındaşlarımıza büyük kötülük etmiş oluruz.” Nuri de, Hilalî düğümüyle bağladığı atının dizginlerini çözmeye başladı. “Yanyalı Ağa; düşmanın iki yüz elli bin kişilik devasa ordusuna karşın bizim ordumuz, yüz bin mevcutludur. Bu dengesiz rakamlar seni de ürkütmez mi?”
Yanyalı, diğer tüm askerler gibi atının terki kayışlarını sıkarken güldü: “Orduları galip getiren şişirilmiş rakamları değildir Nuri. Zafer; sevk ve idare, ayrıca komuta kademesinden en küçük neferine kadar askerin inanmışlığıyla gelir. Öte yandan haklı bir dava uğruna savaşan nice az sayıda birlik, çok sayıdakilere galip gelmiştir. Muharebe öncesi askerine hitap ederken işitmedin mi Şevketlu Hünkârımızı? Enfal Suresi’nin altmış beşinci ayetini okudu: ‘Ey Nebi! Müminleri savaşa teşvik et! Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiye galebe çalar. Sizin yüz kişiniz, inkâr edenlerden bin kişiyi yener.’” “Hakkın var Yanyalı Ağa,” dedi Nuri, yatışmış bir tavırla. “İlk defa karşı karşıya dizilmiş devasa ordular görüyorum ben. İnsanların, kitleler halinde ölüme giderken attıkları canhıraş çığlıklara ilk kez tanık oluyorum. Bu ne korkunç bir vakadır Yanyalı… Çeliğin çeliğe, bronzun bronza vurduğu zaman çıkardığı şu korkunç çatırtıyı dinle. Zihnim, ruhumla birlikte çöküyor sanki. İki tarafın saflarından demirden kuş sürüleri gibi uçuşan kapkara oklar, kasırgalar misali uğulduyor. Bu dünya arzın merkezinden gökkürenin hududuna kadar nice dehşetlerle dolu, dayanmak zor Halis Ağam… Dayanmak sanıldığından da zor; ama tüm bunların bir sahibi olduğu düşünülünce, şu anda Mohaç ovasında olan biteni anlayabildiğimi hissediyorum.” “Aferin benim aslanım! Tepeden tırnağa dehşet veriyor bu dünya, haklısın. Ama onun da, bizim de bir sahibimiz var. ‘Allah’ demezsem çıldıracakmışım gibi gelir kimi zaman bana. Kargaşaya ve ölüme bu kadar yakın yaşarken Allah’ı anmazsak eğer, ruhumuzu demiri çürüten pas gibi kemiren bu korkunç gerçeklerle savaşamayız.”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıUlak - Viyana Kapılarında
- Sayfa Sayısı176
- YazarOkay Tiryakioğlu
- ISBN9786050822892
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviGenç Timaş / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aptal – Suçlu Sen Değilsin, Kaybeden Biziz ~ Feyyaz Yiğit
Aptal – Suçlu Sen Değilsin, Kaybeden Biziz
Feyyaz Yiğit
Saplantılı bir aşk. Şiddetli bir tutku. Çarpıcı bir yetenek. Ve geceleri yusufçuk kılığında gezen bu gizemli kız... Yusufçuk Gece Gelir, edebiyat dünyasında son 10 yılın en yankı uyandıran yazarının sıradışı ikinci romanı.
- Üçüncü Tekil Şahıs ~ Mehmet Bilal Dede
Üçüncü Tekil Şahıs
Mehmet Bilal Dede
Beyoğlu’nun hem albenili hem boz bulanık arka sokakları, ışıksız manzaraları, “rengâhenk” geceleri… Ve sonradan dahil olduğu bu kalabalık hayatta aşkı acı bir şekilde tadan...
- Kuru Kız ~ Ayfer Tunç
Kuru Kız
Ayfer Tunç
“Ushuaia, Arjantin’in Tierra Del Fiego – Ateş Toprakları eyaletinin başkentidir. Dünyanın sonundaki şehirdir. Ushuaia’nın güneyinde sadece askerî üslerde insan varlığı bulunur. Antarktika’ya yakınlığı nedeniyle...