Artık gerçek bir Hilalî olan Nuri, Vehimi Orhun Çelebi ve diğer Çelik Hilal savaşçılarıyla birlikte Tuna nehri kıyılarına doğru yola çıkar. Özel bir görev için gittikleri Tuna boylarında, birbirinden ilginç olaylar peşlerini bırakmaz…
Tuna nehrindeki sır da ne? Nuri, Tuna’daki dev balıkla tek başına başa çıkabilecek mi? Korkunç bir güce sahip olan Kont Sadnakar’ın eline düşen Vehimi Orhun Çelebi ve Çelik Hilal fedaileri kurtulabilecekler mi?
I
Korku; vahşetin bıraktığı,
hiçbir hayvanın kaçamayacağı ve
değiştiremeyeceği bir mirastı.
Jack LONDON – (Beyaz Diş)
3 Haziran 1526 – Hırvatistan, Drava Kıyısı, Bjele Brdo
İki yiğit çıkmış meydane
Biri birinden merdane
Küçüğüm diye yerinme
Büyüğüm diye kurulma
Ana çeker zahmeti
Baba bilmez kıymeti
Engürü’de er yatır
Elinde kanlı satır
Kaptırma bacak
Kaparsan bacak
Vur yarım sarma…
Bacaklarına keçi kılından karakucak kırpıtları çekmiş sırım gibi erler, salavatını bitiren kel cazgırın ardından yeniden meydana yürüdüler. Mücadeleye hazır muharip bedenlerinden sağlık ve güç, sert simalarından ise kararlılık fışkırıyordu. Yirmi beş kişilik öncü Çelik Hilal müfrezesinin, kamp sınırlarında devriye gezen muhafızları hariç, mevcut tüm erleri güreşlere iştirak ediyordu. Künde, tırpan ve kazkanatlarıyla savrulan talimli bedenler, zemini titreten bir şiddetle vuruluyordu çimlere. Bu yüzden açıklığın içindeki yeşil alan kısa sürede yıpranmış, kan ve terle çamurlaşan toprak ekşi bir koku salarak yüzeye çıkmıştı. Hilalîlerin küçük kampına, önceki akşam, yüz süvariden müteşekkil bir akıncı birliği dâhil olmuştu. Bu yüzden güreşçi sayısı hayli fazlaydı. Karşılaşmalar kıran kırana geçiyor, fakat iki tarafta da disiplin ve sessizlik asla bozulmuyordu. Bir Hilalî fedaisini yenebilmenin ebedî onuru peşindeki akıncı yiğitleri, parça parça ağır bulutların toplandığı ikindi göklerine doğru naralar savuruyorlardı bazen. Gösterdikleri o takdire şayan gayret, bir zamanlar pek çoğu kanunsuz olan bu adamların akıncı beylerinin kamçısı altında nasıl yola getirildiklerinin de bir deliliydi. Çelik Hilal fedailerinin en yaşlısı, otuz dokuz yaşındaki Vehimi Orhun Çelebi dahi kispet giymişti bugün. Büyük boyda, kendinden çok daha ağır iki akıncıyı peş peşe devirirken zorlanmamıştı bile. Şimdiyse Drava tarafından kampın bulunduğu söğüt ve meşe ormanına doğru esen serin rüzgâra karşı terini kurutuyor, müthiş bir gayretle boğuşan özel ulağı Nuri’ye de talimatlar yağdırıyordu. “Dikkat Nuri! Rakibinin kazkanadına dikkat et oğul!” Bir ara elindeki peşkiri kenara savurarak ayaklandı Vehimi. Lif life gerilmiş adalelerinde tomurcuklanmayı sürdüren, kanla karışmış ter damlaları saçıldı etrafa.
“Bre çocuk!” diye kükredi, “Adamın boyu uzun olduğu için ensene ve paçana aynı anda uzanabiliyor, görmez misin? Dövüşteki temelini Halil dedenden aldın madem, aylardır bizden gördüğün eğitimin de tamamını getir bakalım!” Fasılasız talimler ve düzenli beslenmeyle birkaç ay içinde güçlenmiş, boyu uzamış, zayıf bedeni de belirgin şekilde kalıplanmıştı Nuri’nin. Vehimi’nin kışkırtan sözleri, yepyeni bir gücün kıvılcımı oldu kaslarında. Zaten ilk günden itibaren talimlerde ve bilhassa güreş idmanlarında bir fırtına gibi estiği biliniyordu. Okkaca kendinden çok daha üstün görünen deste güreşçilerini bohçalayıp meydan boyunca taşıdığına yüzlerce göz şahitti. Özünde mevcut o şefkatli sertliği itinayla işleyen Hilalîleri hiç yanıltmamıştı bugüne kadar Nuri. Şimdi de rakibi olan akıncı delikanlısını ummadığı bir anda dizleyerek şaşırtmayı başardı. Fakat Vehimi’nin sesini duyunca yine ağırdan aldı ve incecik bir tebessüm belirdi dudaklarında. “Bekle, bekle Nuri! Rakibin daha güçlü ve iri… Yavaş gitmezsen yorulursun. Düşünmeden harekete geçme.” Oysa yorulmuyordu Nuri. Yalnızca vazife esnası ve talim alanında ruhunun erişebildiğini hissettiği o muhteşem özgürlük, dahası arınmışlık duygusunun tadını çıkarıyordu. Vehimi, çocuğun bu sert ve özgüvenli halinin farkındaydı. Bunun kısa süre evvel Beykoz Çayırı’ndaki mahalle kavgasında kazandığı o kayda değer başarıyla başlayan olgunlaşma sürecinin bir devamı olduğunu da görebiliyordu. Ardından, aseslerin dahi ismini duyunca titredikleri Odesalı Mirza denen o namlı serseriyi yaralaması ve esir Macar Şövalye Zoltan ile korkusuzca kurduğu irtibatın neticesinde Ordu-yu Hümâyun’un pek büyük bir tehlikeden kurtulması vardı elbette. Tüm bunlar, küçük ulağa ihtiyacı olan o emniyet hissini vermişti belli ki. Fakat hayallerini süsleyen Hilalîlerin arasına giren en genç fedai adayı olarak asla kibirli bir havaya da bürünmemişti Nuri. Vehimi açıkça sormuyordu, ama tahminlerinde pek yanılmazdı. Nuri muhtemelen onu çok bunaltan, belki de ölümüne bezdirmiş bir hayatın kısır döngüsünden kurtulmanın minnetiyle, olması gerekenden çok daha çabuk ulaşmıştı bu ruh haline. Aslına bakılacak olursa, adamlarının kendine gönül borcu duymalarından memnun olurdu Vehimi. Temel düsturu “bağlılık” olan bunca etkin ve doğrudan padişaha karşı sorumlu bir teşkilat için başka türlüsü de düşünülemezdi şüphesiz; ama her nedense, bu küçük ve cesur çocuğun bu şekilde hissetmesine yüreği razı gelmiyordu. Usul usul, belki de hiç farkında olmadan, evladı yerine tutmaya başladığı bu çocuğu seviyordu Vehimi. Her şey yolunda giderse, Nuri bu sert eğitim potasının alevleri arasından pırıl pırıl bir elmas olarak sıyrılacaktı. Vehimi’nin göğsü daha da kabaracaktı o zaman. Belki de sırf bu yüzden erişebileceği haddin çok daha ötelerine doğru zorluyordu çocuğu. Tekrar bağırdı: “Yavaş ol oğul! Ne güreşte, ne de hayatta tedbiri elden bırakma. Acele şeytandandır, unutma!” “Sen endişelenme Reis,” diye seslendi Nuri, akıncı delikanlısının omzu üzerinden. “Bugüne kadar ne zaman telaşa kapıldığımı gördün?” “Cevap verme bre densiz!” diye bağırdı Vehimi tatlı sert. “İşine ver dikkatini. Bence biraz sonra seni çiğ çiğ yiyecek şu delikanlı…” “Boş yere dert çekersin Ustam, hele iyi izle beni!”
Nuri’nin eski bir Çelik Hilal fedaisi olan dedesinden aldığı ince dövüş teknikleri bir yana, kavga esnasında nadir rastlanacak bir sezgiye sahip olduğunun da farkındaydı Vehimi. İlkin payitahttaki talimlerde fark ettiği ve mühim bir kusur olarak gördüğü bu garip tutumun daha sonra Nuri’yi güreşe odaklayan ince bir detay olduğunu anlamıştı. “Boğuşurken senin kadar boşboğazlık eden bir başka kimseye rastlamadım ben çocuk… Rakibini değil, kendini yoruyorsun. Bak, yine başka bir şeyler var sanki zihninde…” Nuri, sağ kolu rakibin omzu ya da ensesindeyken, bakışlarını boş bir ifadeyle yere eğiyor ve bazen dalgın bir tavırla sağı solu izliyordu. Hatta daha da tuhafı, kimi zaman gözlerini kapayarak öylece bekliyordu. Vehimi, bu halin hasmını umutlandıran ve zamansız harekete geçiren bir tuzak olduğunu biliyordu gerçekte. Ama bu hakikati kabullenmesi uzun sürmüştü. Sağ kolu diğer güreşçinin bedenine değdiği müddetçe gözlerine ihtiyaç duymuyordu Nuri. Daha önce böyle bir durumla hiç karşılaşmamıştı Çaşıtlarbaşı. Çocuğun eli, üçüncü bir gözdü âdeta. Hasmının bir sonraki hamlesini bu sayede hissedebiliyor, âdeta zihnini okuyordu. Rakipleri ise çok geçmeden karşılarındaki bu nispeten çelimsiz ve dikkatsiz çocuğa karşı hamle önceliğinin kendilerine geçtiğine inanıyorlardı. Bunun üzerine ya paçalara dalıyor ya da baldırlarına indirecekleri sert bir darbeyle tırpanlamaya kalkıyorlardı. İşte o zaman bir şimşek hızıyla harekete geçiyordu Nuri. Bir an önceki ilgisizlik maskesi ansızın düşüyordu yüzünden. Tebessümü siliniyor, koyu gözlerinde çelikten bir pırıltı beliriyordu. Peş peşe yetiştirdiği boyunduruk, köstek, ayak kündesi ya da müthiş bir kazkanadıyla karşılık veriyordu rakibine. Cevabını ummadığı kadar sert alan hasmı ise işte bu noktada, adı sanı her kim olursa olsun, şaşkına dönüyor ve yanıldığını anlıyordu. Gücünden ziyade, hızı sayesinde gerilemeye başlayan rakibini bir şekilde bastırmanın yolunu da buluyordu Nuri. Çünkü kavga esnasında hasmını şaşırtmanın, ona en baştan itibaren üstün gelmekten daha tesirli olduğunu bir şekilde kavramıştı.
II
Bugün rakibi olan şu akıncı delikanlısı ise tam bir çetin cevizdi işte. Terli yüzü ve bedenindeki yara izlerine bakılacak olursa, eski serserilerden biriydi. Nuri’nin henüz yetişkin bir Hilalî’nin gücünden uzak kollarının boyunduruğundan tek kol çapraz vurarak kurtulması güç olmamıştı. Ardından çocuğu çim alan boyunca büyük boyların güreştiği merkeze doğru sürmeye, bir yandan da amansızca el ense ve çengel yetiştirmeye başladı. Şaşırmış bir hasmın kolay öfkelendiğini, öfkenin ise onları daha kolay bir ava dönüştürdüğünün farkındaydı Nuri. Fakat bu delikanlının göründüğü gibi biri olmadığını anlaması da uzun sürmemişti. Kolayca tuzağa düşürülecek biri olmadığı gibi, dalga geçilecek biri hiç değildi. Fakat bir anda diz üstü çökerek rakibine iki paçasından birden köstek vurmayı becerdi Nuri. Eğer doğal yeteneği olmasa, karşısındaki genci bu şekilde gaflete düşürmesi pek güçtü. Yakalandığını hisseden akıncı, bu sefer daha beter gazaplandı ve kurtulmak için Nuri’ye müthiş el enseler indirmeye başladı.
Gerçekte bunların her biri gerçek birer tokat hükmündeydi. Vehimi, hakeme itiraz edecek oldu; ancak Nuri buna gerek bırakmadı. Rakibini paçalarından zorlayıp omuzlayınca, ağırlık dengesini kendi lehine değiştiriverdi. Artık karşısındaki ejderha olsa kurtulamazdı. Muhtemel bir kündenin gelmekte olduğunu anlayan akıncının hiddetli haykırışından büyük bir mutluluk duyarak bir hamlede diğer tarafa aşırdı ve kündeyi vurup kilitledi Nuri. Kısa süre sonra güreşi kazanmıştı. “Ne o Reis?” diye seslendi gülerek. “Hayal kırıklığına uğramış gibisin!” Vehimi, memnuniyetini gizlemeye çalışarak: “Talih her zaman yanında olmaz Nuri,” diye yanıtladı. “Ama bugün dünden daha iyisin oğul.” İşte şimdiye kadar Vehimi’den aldığı iltifatlar ancak bu kadarla sınırlıydı Nuri’nin. Fakat namlı casus, bu defa kendi kendine konuşur gibi ağzında bir şeyler geveleyerek rakibini tebrik eden çocuğa yaklaştı. “Görünüşün deste pehlivanları kadar; ama sendeki hünere tanık olanlar, bir nicedir, en azından küçük ortaya soyunman için sıkıştırır oldular beni.” Nuri, peşkirini omuzlarına sararken hevesle sordu: “Ya sen ne düşünürsün Reis?” “Bence de haklı bir talep bu. O boydaki erlerin sertliğini bildiğimden, bugüne kadar seni sakınmak istemiştim. Ama az önce kapıştığın şu yiğit, Kavala ve civarının meşhur küçük ortalarından Mehmet pehlivandır ki seni bizzat tecrübe etmek isteyen de oydu.”
“Ciddi mi söylersin Reis?” diyerek döndü ve uzaklaşmakta olan genç adama baktı Nuri. “Ben onu eski kopuklardan biri sanmıştım.” Güldü Vehimi: “Evet oğul, Mehmet pehlivanın ta kendisi. Aynı zamanda namlı bir akıncı eridir kendisi.” “O halde ben…” “Evet, küçük ortadan namlı bir pehlivanı devirdin ve benden de tebriki hak ettin. Günü geldiğinde bu durumu Pargalı İbrahim Paşa ve Hünkâr’ın bizzat kendisine dahi bildireceğim. Sende iş var çocuk. Yeter ki halini muhafaza et. Belki de hiçbir zaman ağabeyin Çakırca Hasan kadar gösterişli bir delikanlıya dönüşmeyeceksin; ama gerçek bir Çelik Hilal fedaisi olman uzun sürmeyecek. Hem ağabeyin gibi hafızada hemen yer eden biri olmak, bu meslek için bir engeldir gerçekte. Ne kadar az anımsanırsan o kadar başarılı olursun.”
III
Büyük boyların güreşleri de çok geçmeden tamamlandı. Bugün için müsabakalar sona ermişti ve Hilalîlerden sadece bir mağlup vardı. O da hileyle altta kaldığına dair yeminler ediyordu. Ancak işi büyütmek ve tekinsiz, çabuk alevlenen bir yapıya sahip olan akıncılarla bir tatsızlığa sebebiyet vermek istemeyen Vehimi tarafından teselli edildi. Vehimi’nin planına göre üç gün daha bu ıssız mevkide konaklayacaklarına göre, güreşler yarın akşama kadar tamamlanırdı. Fakat ardından son derece tehlikeli bir görev bekliyordu Hilalîleri. Aklının bir yanı, bu zorlu işin muhtemel çözümleriyle meşguldü Vehimi’nin. Çaşıtlarbaşı, yanında Nuri ve Delice Salih olduğu halde, yıkanmak için Drava’ya doğru dar bir kavis çizen kolun kıyısına doğru yürürken, cazgırın kalan son güreşçiler için yeni bir salavat okumaya başladığını işittiler.
Allah, Allah, İllallah
Hayırlar gele İnşallah
Pirimiz Hamza Pehlivan
Aslımız, neslimiz, pehlivan
Vur sarmayı, kündeden at
Gönder Muhammed’e salavat
Seğirttim gittim pınara
Allah ikinizin de işin onara…
Çelik Hilal fedaileri, Drava’nın Hırvatistan hududundan kuzeye, Macaristan topraklarına uzanan en ıssız noktalarından birindeki bu söğüt ve meşe ormanlarının içinde dört gündür konaklıyorlardı. Bulundukları bölge, Drava Nehri’nin Tuna’dan ayrıldığı, muhkem Aljmas Kalesi’nin gözetimi altındaki havalinin altı buçuk mil kuzeybatısında, ürkütücü derecede yabanıl bir mıntıka olan Bjelo Brdo bataklıklarının sınırları dâhilindeydi. Tuna’nın ana gövdesi, bulundukları mevkiden dört mil kadar güneydoğuda yer alıyordu. Drava ise, yetmiş arşın kadar uzaklarında fasılasız gürlemekteydi. Hünkâr’ın idaresindeki Ordu-yu Hümâyun, henüz Sofya’daydı; fakat her an Belgrad’a doğru harekete geçebileceğinin haberleri geliyordu. Süleyman Han, Hilalîlerden gelen istihbarata göre en emniyetli güzergâhı tespit ediyor, gerektiği takdirde rotasında küçük değişiklikler yapıyordu. Vehimi ve kurmayları, akıncı birliğinin getirdiği son haberler hususunda önceki gece akıncı kumandanı Mihaloğlu Mehmet Bey’in de katıldığı bir toplantı yapmış ve sabaha kadar muhtemel tüm seçenekleri değerlendirmişlerdi. Artık geriye bir tek Vehimi’nin nihai kararını beklemek kalıyordu. Vehimi’nin zihnini bir an olsun serbest bırakmayan bu tehlikeli durum, Aljmas müstahkem mevkiinin bundan yirmi gün önce işgal edilmesiyle ortaya çıkmıştı. 23 Nisan 1526 tarihinde Macaristan üzerine başlayan Sefer-i Hümâyun’u haber alan Macar Kralı II. Lajos, eniştesi Kutsal Roma İmparatoru ve İspanya Kralı Şarlken’in de desteğiyle, ağır süvarilerden oluşan bir kolordusunu bölgenin işgaliyle görevlendirmişti. Macar Kralı, Tuna ve Drava kollarının birleştiği bu mühim bölgenin Osmanlı ince donanması için önemini bildiğinden, akıllıca bir hamleyle Türk ordusunun bu ana ikmal güzergâhını ele geçirmişti. Seferin gecikmemesi adına, mevcut durumun her ne pahasına olsun düzeltilmesi şarttı ve elbette vazifenin sorumluluğu Çelik Hilal’deydi. Küçük Aljmas Kalesi’nin, içindeki yeniçeri ve azap birliklerinin bir tekinin bile esir alınmadan kılıçtan geçirildiği de acı bir hakikatti. Bu durum Macarların kararlılığını gösteriyordu ve Türk tarafının maneviyatını sarsması bakımından oldukça tesirliydi. Üstelik kalenin civarındaki Sırp ve Müslüman yerleşkeleri vahşice yağmalanmış, sivil halkın neredeyse tamamı esir alınmıştı. Bunlar muhtemelen köle olarak satışa çıkarılarak Avrupa’nın uzunca bir süredir Afrika ve Amerika üzerinden canlı tuttuğu esir piyasasında yeni bir kaynak ve denge vesilesi olacaklardı. Ancak Hilalî ve akıncıların kaleyi yeniden ele geçirmek üzere incelikle tertip edilmiş bir planları vardı. Henüz yüksek rütbelilerin dışında kimsenin ayrıntılarına vakıf olmadığı, her aşaması gizlilikle yürütülen ve bilhassa düşmanın taktiğine göre geliştirilmiş bir karşı plandı bu.
***
Genelde sakin akan ve yüksek debisi sebebiyle ticarete müsait olan muhteşem Tuna, geçtiği ülkelerde, bilhassa Macar ve Sırp bölgelerinde, hırçın ve derinliği belirsiz onlarca küçük dala ayrılıyordu. Bu dalların hemen her birinde, üzerleri söğüt kaplı kumul adacıklar göze çarpardı. Sava’dan sonra en büyük kolu olan Drava için de aynı durum söz konusuydu. Taşlık ve kimi yerde bataklık araziyi kaplayan sık yeşilliklere huzursuz bir ifadeyle bakan Nuri, “Burası tam bir söğüt ülkesi Reis…” dedi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıUlak - Tuna'nın Sırrı
- Sayfa Sayısı176
- YazarOkay Tiryakioğlu
- ISBN9786050822441
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviGenç Timaş / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ateşpare 2 ~ Ceren Melek
Ateşpare 2
Ceren Melek
Vahşi katil Aşkın’ın ve gizli örgüt lideri Ateş’in yolları bir girdabın içinde kesişmiştir. Aşkın ilk defa Ateş’e yenilmiştir ancak Ateş daha büyük bir yenilginin...
- Sarı ~ Ahmet Tezcan
Sarı
Ahmet Tezcan
Ahmet Tezcan, Kâfirûn’dan sonra Sarı’da bu sefer 1970’lerin Türkiye’sini resmediyor. Yine Anadolu’nun sıradan insanları ve sıracalı şaplak, Sarı Mahmut eşliğinde. Sarı Mahmut büyüdü, İmam...
- Polisiye Yazarının Ölümü ~ Armağan Tunaboylu
Polisiye Yazarının Ölümü
Armağan Tunaboylu
“Adam son sözünü nefretle tükürür gibi söylemişti. Arkasını dönüp yürümeye başlayınca diğeri fırsatı kaçırmadı, ceketinin iç cebinde saklı duran bıçağı çıkarıp korkunç bir hınçla...