Ulak Nuri’nin macerası Viyana’nın tekinsiz ve derin ormanlarında devam ediyor! Viyana kuşatması sırasında yeni görevi için, yalnızca bir rehber eşliğinde içinden çıkılabilecek gizemli ve devasa Mayerling Ormanlarına gönderilen Nuri, bir çeşit tekinsizliğin bir parçası oluverir… Vehimi Orhun Çelebi’nin güvendiği Ulak Nuri, şehrin kuşatılabilmesi için görevini yerine getire bilecek mi?
I
“Bedbaht kimdir? diye soracak olursanız,mutluluğunu,
insanların mutsuzluğunda arayandır, derim.”
Sadi Şirazi (Bostan)
26 Eylül 1529, Viyana, Albern’in bir buçuk mil doğusu, Adalwolf Köyü, Tuna Kıyısı
İhtiyar kayıkçı, çığlıklar işitiyordu… Kadın, çocuk ve kimi zaman yetişkin erkek çığlıkları. Ve kâh kılıç şakırtıları geliyordu kulağına, kâh mızrak temrenlerinin derhâl ayırt edilen tok takırtıları. Surların, is vurmuş yüzünü alevler yalıyordu. Kendisinden çok daha yaşlı, başka bir adamın yüzüydü sanki kale. Bu topraklara, bu dünyaya tamamen yabancı bir adamın yüzü… Yalımların şavkı, henüz karanlık batı göklerine kan gibi yayılıyordu. Sadece sur dibindeki mahalleler değil, ufka doğru uzanıp giden tarlalar da yanıyordu çünkü. Kızıl alevler… Serpilen kükürt ve güherçile yüzünden turuncu-mavi alevler…
İhtiyar kayıkçı ağlamaya başladı. Gözpınarlarında biriken yaşlar, dünyanın açılarını, renklerini bozuyor, görüntüleri çarpıtıyor; ama içinde bulunduğu dehşeti değiştiremiyordu. Üstelik, bu manzaranın gerisinde, belleğini ve ruhunu da aynı anda tırmalayan bir ürperti vardı. Muhtemelen bir kız çocuğunun, sabahın alacasını yırtan çığlığıyla irkildi. Çığlık o denli uzun sürdü ki, kandan, kızıl bir şerit çekti sanki gökyüzüne. Yaşlı adam, midesinin bulandığını, gözlerinin karardığını hissetti. Uzanıp, ucunda durdukları iskelenin dubalarından birine tutundu. “Bilerek yapıyorlar çocuk,” diye homurdandı yarı Türkçe, yarı Almanca… “Kararlılıklarını göstermek için… Ama neye yarar? Neye yarar, bu vahşet? Hem de kendi halkına…” Derin bir iç geçirdi. Havanın gitgide ağarmasıyla, etraftaki yıkımın büyüklüğüne şahit oluyordu ister istemez. Az ötesinde, küçük nakil iskelesinin diğer yanında dikilmekte olan delikanlının dikkatini çekebilmek için, birkaç kez öksürdü. Ama çocuk aldırmadı. Yer yer yeşermiş, eğri büğrü tahtaların üzerinde dikilmeyi sürdürdü. Nehrin pusu arasından çıkan bir hayaletti sanki. Bunun üzerine, ağır ağır akan Tuna’ya ve az ötelerinde, nehrin üzerine seyyar bir köprü kurmaya çalışan Osmanlı istihkâmcılarına baktı ihtiyar. Sonbahar sıcağıyla birlikte çamur ve sis kokuyordu su. Kan ve barut; bir de keder kokuyordu. Tuna bile bir yabancıydı bu sabah ona. Suyun yüzünde, sabahın ışığıyla yakutlanan şu tanıdık kızıl ve sarıkanatlar bile birer yabancı…
***
Viyana taşrasından yükselen tüm bu çığlıklar ve kılıç şakırtıları dindi bir an. Ne var ki hemen peşi sıra, sur yakınlarından bir patlama işitildi. Olduğu yerde büzülüp kaldı ihtiyar kayıkçı. Az ötesindeki delikanlı yine oralı olmamıştı. Canı sıkıldı. Gürültüyle boğazını temizledi. Olduğundan küçük görünmesine rağmen, fazlasıyla deneyimli bir hâli vardı bu çocuğun. Tüylü deri şapkasının siperliği altından uzanan kumral saçları, fazlaca uzamıştı. Sert ve kuvvetli olduğu belli bedeni, ince uzundu. Yüzünün hatları, sonradan kazanıldığı belli olan bir sertlikle derinleşmişti. Osmanlı ordusundan bir ay kadar önce, başlarında Vehimi Orhun Çelebi’nin bulunduğu birkaç Osmanlı çaşıdıyla birlikte gelmişlerdi bölgeye. Ordunun yerleşeceği muhtemel konumların tespitini yapmış, yerli çaşıtların yardımıyla da olası tehlikelerin bir dökümünü çıkarmışlardı. Bu süreç boyunca, Ulak Nuri neredeyse bütünüyle sessizdi. Almancası yeterli olmadığı için, saf ve suskun bir çocuk rolünü oynamıştı. Ancak ustasının zorlamasıyla, kısa sürede, inanılmaz bir süratle kavramıştı Alman lisanını. Akılda kalıcı olmayan görüntüsü de, hiç kuşkusuz, rolünü başarıyla oynamasında ona yardımcı oluyordu. Uzaktan bakıldığında, sıradan bir Avusturya köylüsünden farkı yoktu Nuri’nin. Dizlerinden yukarısı hafifçe bollaşan pamuklu pantolonu, uzun konçlu çorapları, yakaları geniş gömleği ve yünlü ceketiyle, yaşıtı diğer Alman çocuklardan ayrılması güçtü. Biraz fazlaca kavruktu teni belki, ama kötü zamanlardı bunlar. Yazı korkunç bir çalışmayla geçiren tüm köylüler, hayatlarında hiç olmadıkları kadar esmerleşmişlerdi.
II
Asillerin birçoğu, Avusturya Kralı Ferdinand ve ailesi gibi Viyana’yı terk etmiş, öncesinde, sahipleri oldukları topraklardaki köylüleri, üç ay fasılasız angaryaya koşmuşlardı. Osmanlıların Budin’i tekrar ele geçirmeleri, beklenmedik bir durum değildi aslında. Ne var ki onları şaşırtan, yeniden fethin bu kadar çabuk gerçekleşmesiydi. Madem öyle, 1526 Mohaç sonrası yaşanan Osmanlı fethinin ardından, Budin’e tekrar girme riskini neden göze almıştı Kral Ferdinand? Madrid sarayındaki, Kutsal Roma İmparatoru ağabeyi Şarlken’e bir şekilde olsun yaranmak, “İşte, ben elimden geleni yaptım, ama Türklerin önünde durmak imkânsız!” mı demek istemişti? Ancak her ne olursa olsun, Tokaj Meydan Muharebesi’nde, Erdel Voyvodası Janos Zapolya’yı yenerek ele geçirdiği Budin’in tekrar kaybedilmesi, Ferdinand’ın gururunu fena hâlde kırmış durumdaydı. Ardından Kral, uzun süren yaz mevsimi boyunca, tüm köylülerin tarlalarda yatıp kalkmalarını emretmişti. Viyana’nın, bu sayede, muhasaraya direnecek yeterli erzaka sahip olabileceğini hesap ediyordu. Doğru bir stratejiydi bu. Ancak esnaf ve tüccardan alınan vergiler ve ağır çalışma saatleri, köylülere yapılan eziyetten daha az değildi. İşliklerini hiç kapatmadan, ocaklarını dahi söndürüp soğutmalarına müsaade edilmeden çalıştırılan şehrin ünlü demircilerinden üçünün, ki bir tanesi kralın hususi demircisiydi, yazı çıkaramadıklarını yazıyor tarihler. Geceler sıcak ve sonsuzdu. Ordu için üretilmesi gereken kılıç, mızrak ve ok temreni yığınları biriktikçe birikiyor, ancak Kral asla tatmin olmuyordu. Dökümhanelerinde peş peşe fenalaşan meşhur demircilerden ikisi, İmparator tabiplerinin müdahalelerine rağmen ölüp gitmişlerdi. Bir diğeriyse, gece boyunca imalatını yaptığı bir araba tekerlek çemberi ve ağır dingil göbeğini boynuna asarak, kendini Tuna’ya atmıştı. Kaybedilen çırak sayısı, muhtemelen yarım düzineden fazlaydı. Kral bu duruma pek öfkeleniyordu ama, yavaşlamaktan başka çare olmadığını o da görebiliyordu. Nihayet, o korkunç çalışma gecelerinden birinde, Kral, muhafızlarıyla birlikte, Schotten Kapısı yakınındaki demir atölyelerini tetkike gitti. Aşırı çalışmaktan fazlasıyla hararet yapmış kapalı bir ocağın, Kral’ın yolu üzerinde infilak edeceğini kim bilebilirdi? Kral Ferdinand, uçuşan parçacıklardan zor kurtulmuş, bunun üzerine demir ocaklarının haftada iki kez soğutulmasına karar verilmişti. Tabii bu kararlar, ocak sahiplerinin idamlarının peşi sıraydı. Avusturyalı çağdaş tarihçi Brynner’in anlattıklarıysa, farklı ve çok daha dehşet verici bir boyutun varlığına işaret ediyordu. İddiaya göre, çalıştırılan çocuk işçilerden en az iki tanesi kendilerini asmış, bir daha hiç bulunamayan diğer dördü ise, aileleriyle birlikte sırra kadem basmıştı. Daha utanç verici olanı, bunların Bosna Beylerbeyi’ne sığındıkları söylentisiydi. Ancak Kral ve asiller konseyinin, kararlılıklarını duraksatacak hiçbir gelişmeye tahammülleri yoktu. Viyana, asla İstanbul’un kaderini paylaşmayacak, bunun için gereken tüm tedbirleri acımasızca alacaklardı. Birer cehennem fırınına dönüşmüş o demir atölyeleri ve cehennemin ta kendisi tarlalarda ölesiye çalıştırmak için, ülkenin diğer kısımlarından ve Alman prensliklerinden çocukların getirilmesine devam ediliyordu. Eli silah tutabilecek tüm erkekler, günün yarısını talim alanı, diğer yarısını da işliklerde geçiriyor; çocuklar ve kadınlar ise, tarla ve imalathanelerde tükenip gidiyorlardı. Söylentilere bakılırsa, Ferdinand’ın aklında, çocuklardan oluşan savunma kıtaları kurmak ve sur dışında, Osmanlı birliklerine karşı savaştırmak bile vardı. Ferdinand aklı başında ve vicdanı kurumamış hiç kimsenin, küçük çocuklardan oluşan birliklere silah çekemeyeceğinin farkındaydı. Viyana halkı için, Türklere karşı alınacak muhtemel bir yenilgi ve merhameti dillere destan Süleyman Han’ın af ve lütuflarına erişmek, çok daha isabetli görünüyordu artık. Hem ihtiyar kayıkçı çok iyi biliyordu ki, Türkler; az bir vergi karşılığı, köylünün toprağı özgürce işlemesine izin veriyor ve angaryaları da tümden kaldırıyorlardı. Hatta kimi zaman, yeni fethedilen ülkelerden yıllarca vergi almadıklarını dahi işitmişti. Toprağı, yalnızca kendi hesabına işletmenin düşüncesi bile, fakir Avrupa köylüsünün düşlerini süslüyordu şimdi.
***
Kayıkçı, ‘Ulak Nuri’ denilen bu çocukla ilgili anlatılan kimi öyküleri duymuştu. Ne var ki bunların tamamına inanmak gelmiyordu içinden. Doğuluların meseleleri bire bin katarak anlattıklarını bilirdi. Ama çocuğun henüz bu yaşında, Padişah’ın huzurunda nice övgülere erdiği, dahası, Hünkar’ın ona almandin taş oturtma bir yüzük hediye ettiği ve Çelik Hilal’in en genç bağlısı olduğu, bizzat Vehimi Orhun Çelebi tarafından doğrulanıyordu. O hâlde söylenenlerin hepsi de mübalağa olamazdı. Anadoluhisarı’nda, tutsak bir Macar şövalyeden aldığı bilgilerle, Osmanlı ordularını büyük bir tuzaktan kurtarmıştı Nuri. Bu sayede bulduğu gizli bir hazineyi dostlarına dağıtmış; sıska, ufak tefek bir çocukken, kısa zamanda güçlenip toparlanarak, namlı pehlivanları yenmeye başlamıştı. Sonra Tuna’da dolaşan dev yayınbalıklarından biriyle boğuşmuş, Hırvatistan madenlerinin gizli geçitlerinde cehennemi varlıklarla karşılaşmış; üstelik, Avusturya’ya doğru ilerlerken, yeraltı nehirlerinden ulaştığı bir cephaneliği havaya uçurmayı da başarmıştı. İşte bunların ne kadarına inanabileceğinden emin değildi ihtiyar kayıkçı. Ama şurası gerçekti ki, anlatılan bunun gibi nice maceraların bir kısmı dahi doğru olsa, Vehimi Orhun Çelebi, kendine iyi bir halef bulmuş demekti. Üstelik geçtiğimiz yıllarda, birkaç kere daha görmüşlüğü vardı bu Nuri’yi. O zaman da, ustası Vehimi Orhun Çelebi gibi az konuşan, bir hayalet kadar sessiz ve tekinsiz biriydi çocuk. Yanında bulunan bir insan, kısa süre içinde, onun o kapkara suskunluğundan kurtulmak telaşına düşüyordu. Bunun için de ya sıradan birkaç kelimeyle havadan sudan konuşmaya, ya da fırsatını bulup uzaklaşmaya ihtiyaç vardı. Ama hem usta, hem de çırak, muhataplarının bu ürkek hâllerini umursamazlar, tüyler ürperten sükunetlerini muhafaza ederlerdi.
III
Gün gitgide ağarırken, Viyana’nın gri surları ötesindeki köyler ve tarlalardan yükselen dumanlar daha görünür bir hâl aldı. Doğudan esen rüzgâr kimi zaman durunca, ateş ve duman kokusu, alacakaranlık gökyüzünde ağır ağır yayılıyordu. İhtiyar kayıkçının genzi karıncalanıyordu o zaman. Yağmur mevsimiydi hâlbuki. Ah ne de uzun sürmüştü bu yaz… Avusturya askerlerinin, ateşe verdikleri köylerden alelacele kaçanları görebiliyorlardı şimdi. Kadınlı çocuklu topluluklar, çaresiz ve savunmaya muhtaçtılar. Askerler, gece yarısından itibaren yakmaya başladıkları tüm bu irili ufaklı yerleşimlerin ardından, Osmanlı öncü birliklerinin görülmeye başlamasıyla kaleye çekilmişlerdi. Ancak, geride bırakmak zorunda kaldıkları mallarını yağmalayanlara karşı direnen bölge halkıyla, yağmacı Cermen gruplar arasında geceden beri süren çatışmalar, günün ışımasıyla birlikte sertleşmişti. Tuna boyunca yayılan ve ordugâhını kurmaya başlayan Osmanlı ordusuna güvenle bakarak, “Tam zamanında geldiniz çocuk,” dedi kayıkçı, yine yarı Türkçe yarı Almanca. “Ben doğma büyüme buralıyım. Yetmiş yaşındayım ve ömrümde böyle bir yıkım görmedim. Üstelik bunun suçunu da siz Türklere yıkacaklar, emin ol. “Tıpkı İstanbul’un fethi esnasında, şehirde oluşan zarardan doğrudan sizin sorumlu tutulmanız gibi. Hâlbuki o günlerde, şehrin savunması için gerekli yapı malzemesi ve cephanenin, bilhassa surlara yakın mahallerin yıkılmasıyla temin edildiğini ve bunun bizzat İmparator XI. Konstantin’in emriyle yapıldığını insaf sahibi herkes biliyor… Eh, pek konuşkan biri değilsin sen Nuri. Eskiden de böyleydin. Ustana benziyorsun. Bu hâlinle gurur duyuyor olmalı… Omuzlarını silkerek devam etti ihtiyar, “Kısacası, yetişmeseydiniz eğer, Viyana’nın batısı ve kuzeyinde olduğu gibi, güney ve doğusundaki tüm bu köyleri de yaktıracaktı Kral Ferdinand. Ama onu böylesine geciktiren ve acımasız kararlara iten, yanlış istihbaratlardır… “Budin’i geri almanızın ardından, geriye döndüğünüzün haberleri yayılmıştı oysa. Ama şu işe bak ki, dün akşam saatlerinde aniden belirdi ordularınız. Şu meşhur Türk Çan’ı, sabaha kadar bu yüzden çalındıkça çalındı…” Boğulur gibi kısık bir sesle öksürdü yeniden. Rüzgârın her duraklamasında artan duman kokusu boğazını tahriş ediyordu. Bir grup Alman yağmacı fark ettiler o esnada. Tuna’nın karşı kıyısında, üç yüz arşın kadar ötedeki küçük bir tepenin üzerinde bulunan, az sayıda köy evinin bulunduğu mevkie saldırmaya hazırlanıyorlardı. Ancak daire şeklinde, derme çatma bir barikat kurmuş köy erkeklerinin kolayca teslim olmaya niyetleri olmadığı ortadaydı.
Batı kanadındaki dağınık saldırı hattının önünde, iki yanından dörder kişinin ittiği, alelacele yapılmış bir koçbaşı vardı. Baş tarafı, kükürt ve nefte bulanarak yakılmış bu koçbaşının, barikatları kısa sürede ateşe verip, yıkacağı da şüphe götürmezdi. Kayıkçı, az önceki emniyetli tavırlarından uzak bir sesle konuştu, “Sizinkiler ellerini çabuk tutmazlarsa, buralarda, kendilerine ‘tebaa’ diyebilecekleri kimseyi bulamayacaklar Nuri. Neden bu kadar ağırdan alıyorlar sence?” Çocuk yine konuşmadı. Omzunun üzerinden, hemen yirmi arşın berilerinde, Tuna’nın karşısına, yan yana bağlanan dubalar ve kalaslarla uzun bir seyyar köprü inşa etmekte olan istihkâmcılara baktı. Atlarının üzerinde sakince dikilen sipahiler de, onlar gibi yarım mil kadar ötelerinde süren çarpışmayı izliyorlardı. Hilalîler ise, şu anda nakliye erlerinin emniyetiyle ilgili tedbirleri düzenleyen Yanyalı Halis ve Dimetokalı Sinan haricinde, tam tekmil Padişah’ın yanında olmalıydılar. Bu acı vakaya en yakından şahit olan tek Hilalî, Nuri’ydi belki de. Fakat ihtiyar kayıkçı haklıydı. Müdahale edilmezse eğer, birkaç yüz arşın berisinde bulundukları köyün içinde büyük bir katliamın gerçekleşmesi işten bile değildi. Onca kadın ve çocuğun çığlıkları Nuri’nin asabını bozuyordu artık.
IV
Koçbaşının şiddetine rağmen, kararlı ve cesurca savaşan köylüleri izlerken, “…Asıl gücümüze giden, asil kralımızın bizi terk etmesidir,” diyerek homurdanmayı sürdürdü ihtiyar kayıkçı. “Ferdinand, şehri, kurmaylarından Kont Nicolos von Salm ve General Peter Wilhelm’e bırakıp Linz’e çekildi. Orada, Alman prensliklerinden ve Vatikan’ın emriyle diğer Avrupa ülkelerinden toplanacak büyük bir orduyla dönecek sözüm ona. “Hatta Papa Hazretleri, özel muhafızları olan İsviçre mızrakçılarının tamamını bu harp için sevk edecekmiş… Şarlken’in kardeşini kaçarken görmek öyle mi? Hah ha… Duy da inanma çocuk… Önce kendi köylerini ve sur dışında kalan mahalleleri yaktırdı, sonra da, civardaki soyguncuların, katillerin, sürgünlerin, kısacası tüm kanunsuzların, savunmasız sivillerin başlarına musallat olmalarına izin verdi. Delirmiş ve tebaasını terk etmiş bir kralın saygınlığı kalır mı?” O ana kadar ilk defa konuştu Nuri. Sesi yağsız bir zırh mafsalı kadar kuruydu, “Neden ahaliyi surların içine almadı Kralınız?
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıUlak - Mayerling Ormanları Derinliklerinde
- Sayfa Sayısı192
- YazarOkay Tiryakioğlu
- ISBN9786050823998
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviGenç Timaş / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Pembe ve Yusuf ~ Canan Tan
Pembe ve Yusuf
Canan Tan
Ne benim sözüm geçer bu iklimde Ne de senin Böyle gelmiş böyle gider Son söz TÖRE’nin! Birbirlerine delicesine düşkün iki kardeşin, Pembe ile Yusuf’un...
- Eylül’ü Beklemek ~ Ercan Kaya
Eylül’ü Beklemek
Ercan Kaya
Her şey zamanın içinde savrulup gider. Unutulur mu? Asla unutulmamalı. Değerli olan yalnızca zamandır. Geçmiş ise geçmişin olmalıdır. Yükleri ağır olur. Onları bırakın. Size...
- Kulaksız’ın Romanı ~ Figen Gülü
Kulaksız’ın Romanı
Figen Gülü
Amber’in Zaman Kapsülü’yle geniş kitlelere ulaşan genç yazar Figen Gülü’nün merakla beklenen yeni kitabı Kulaksız’ın Romanı, ailesinin beklentilerini karşılamakla kendisi olmak arasında sıkışıp kalan bir...