Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ulak – Çelik Hilalin Gölgesinde
Ulak – Çelik Hilalin Gölgesinde

Ulak – Çelik Hilalin Gölgesinde

Okay Tiryakioğlu

Nuri, henüz daha on iki yaşında bir çocuk. Kahraman bir şehidin oğlu, eski bir savaşçının torunu. Büyüyor Nuri; yalnızlığıyla, hayalleriyle, gerçeklerin acımasızlığıyla büyüyor… Ve…

Nuri, henüz daha on iki yaşında bir çocuk. Kahraman bir şehidin oğlu, eski bir savaşçının torunu. Büyüyor Nuri; yalnızlığıyla, hayalleriyle, gerçeklerin acımasızlığıyla büyüyor…

Ve bir gün…

“Çelik Hilal” namlı teşkilatın efsaneleri dilden dile dolaşan reisi Vehimi Orhun Çelebi ile karşılaşır Nuri. Bu, hayatının geri kalanını sonsuza dek etkileyecek bir tanışmadır. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır…

ULAK serisinin ilk kitabı olan Çelik Hilal’in Gölgesinde ile devlerin savaşındaki bir çocuğun hikâyesine merakla katılacak, birbirinden heyecanlı maceralarına ortak olacaksınız.

I

Bu dünya ne tuhaf
Alışamadım bir türlü denize
Beş kıtaya, insan sesine
Melih Cevdet ANDAY – (Alışamadım)

17 Mart 1526 – Beykoz

Nuri, yağmur öncesi kararan gökleri izlerken mor bir şimşek çaktı. Ardından yığın yığın boz bulutların derinliklerine doğru uzanan uğultuyu duyunca ürperdi. Oturduğu kuru, toprak zeminin üzerinde büzüldü ve bedenindeki bereli yerlerin derin sızısıyla dişlerini sıktı. Yağmurun bastıracağı kesindi artık. Hem de ne yağmur… Mor şimşeğin getirdiği ağır bir koku çöktü ansızın vadiye. Ama en kötüsü, yaklaşan geceyi katlanılmaz bir hale getirecek olan gök gürültüleriydi. Bahar aylarından bu yüzden çekindiğini kimse bilmiyordu henüz. On iki yaşındaydı Nuri; ama bugünkü yiğitliğine ve apansız belirmiş liderlik vasıflarına rağmen, gök gürültüsüyle başı hâlâ hoş değildi. Burada, ormanlık araziye uzanan küçük koruluğun yaslandığı yamaçtaki kayalık kuytuda, güvendeydi. Etrafında ağır ağır kımıldanan tabiatın sessiz telaşını izlemek sakinleştiriyordu onu. Güzel havalarda, ardındaki tepeyi aşıp Boğaz’ın garip akıntılarını ve Sarıyer’in koca çınarlar ve uzun serviler altında uyuklayan yeşil güzelliğini izlemek de. Bugün öğle ezanından evvel Boğaz’ın, Beykoz ve Poyraz Kalesi civarındaki köylerin balıkçı çocuklarıyla, sırtlardaki Yoros Kalesi ve Dereseki dolaylarında bostancılıkla uğraşan ailelerin çocukları arasında müthiş bir kavga yaşanmıştı. Mesele, çocukların kendi oyun ve av bölgelerindeki hâkimiyetin paylaşılamamasıydı. Nuri, bunun gerçekte aklıselim ile kolayca çözülebileceğini biliyordu. İki tarafın da gereksiz bir heyecan arayışında olduklarını da kestirebiliyordu. Bu yüzden yakın arkadaşları İhsan ve Mehmet’e, bu muhtemel dövüşten uzak durmalarını salık vermişti. Arkadaşlarının ikisi de uzak köylerdendiler. Nuri gibi bir asker çocuğu olmadıklarından, onları doğrudan ilgilendirmeyen bir meselenin içinde yer almaları da gerekmiyordu. Nuri ise bu mevzuda tarafsız kalamazdı. Beykozlu, üstelik bölgenin medarıiftiharı bir şehidin evladıydı. Kendi bölgesinde ve akranları arasında cereyan edecek bir hadiseden kaçınması demek, o zayıf itibarını tümden yitirmesi, üstelik babasının ruhunu da incitmesi anlamına gelirdi. Ancak ikisi de mert delikanlılar olan, üstelik bu türden eski usul kavgalarda ustalaşmış on dördündeki İhsan ve neredeyse on altısına gelmiş olan Mehmet için yoldaşlarını böyle sonu meçhul bir hengâmenin içine tek başına salmak düşünülemezdi.

“Tek başıma değilim,” diye üstelemişti yine de Nuri. Ama kararsız, üstelik tuhaf bir dinginlikle derinleşmiş tavırları arkadaşlarını huzursuz etmişti. “Ne olursa olsun, biz yine de yanında olacağız,” demişti Mehmet, şimşek çakıntısı gibi ani ve kesin bir tavırla. “Aynı şeyi sen de bizim için yapardın.” Uzun boyu ve geniş omuzlarıyla, gerçek bir savaşçı namzediydi Aydınoğlu Mehmet. Nuri, onun günün birinde mühim bir asker ya da hayal ettikleri gibi namlı bir Hilalî olabileceğini görebiliyordu. Ak kıvılcımlarla yongalanan, canlı, ölümsüz bir şey vardı delikanlının gözlerinde ve Nuri diğerlerinin aksine bunun farkındaydı. “Bu işlerin nereye varacağı belli olmaz karındaşım,” diyerek devam etti Mehmet. “Hem sen bugüne kadar hiç böyle bir meydan kavgasına katılmadın. Ben de İhsan da senden yaşça büyük ve tecrübeliyiz.” Nuri ikaz etti: “Asesler girerse işin içine, mekteplerimizden bile atılabiliriz; biliyorsunuz.” İhsan, daimi iyimserliğiyle omuzlarını silkmişti o zaman: “Aseslere ilk yakalanışımız olmaz bu Nuri. Hem gerçek bir erkek, yoldaşını terk etmez. Çelik Hilal’in Kâğıthane Deresi’nde, Beykoz Çayırı ve tepelerinde yaptıkları talimleri izlerken nelere tanık olduk bir düşünün hele. Ağır yaralansalar bile, hiçbir Hilalî’nin silah arkadaşlarını terk etmemesi temel bir kuraldı. Unuttunuz mu yoksa? Eğer bir gün bizler de tüm dünyanın isimlerinden dahi ürktüğü Çelik Hilal’e katılacaksak, gerçek birer Hilalî gibi davranmayı öğrenmeliyiz.”

“Fakat gerekmedikçe sizi ilgilendirmeyen bir mesele için ortalığa atılmayacağınıza dair söz verin bana,” dedi Nuri emin bir tavırla. “Biz çayırda yalnızca birbirimizi kollayacağız ve sonuna kadar uzlaştırıcı olmaya çalışacağız.” “Söz!” diye bir ağızdan karşılık verdiler çocukların ikisi de. “Tamam o halde. Açıkçası sizlerden farklı bir davranış da beklemezdim zaten. Gidiyoruz…”

***

Yukarı Boğaz’ın en görkemli mesire alanı olan Beykoz Çayırı, o sabah pek ıssızdı. Karşıdaki, önleri dikkatle istiflenmiş inşaat malzemesi, cam ve bakır mutfak eşyası ve rengârenk kumaş toplarıyla dolu bezzazların bulunduğu parke taş döşeli cadde terk edilmiş gibiydi. Gerideki sırtlara doğru sıralanan diğer küçük esnafın daracık cam vitrinleriyse halen karanlıktı. Bu sabah miskinlik, Beykoz’un üzerini ağır ve yağlı bir duman gibi kaplamıştı âdeta. Hemen her dükkânın ve imalathanenin önünde kaynayan bakır ibriklerde bolca tarçınlanmış meyan kökü, kızılcık ve keçiboynuzu şerbetleri fokurdayıp duruyordu. Bu kapanık sabahın ağırlığından kurtulmanın en iyi yolu, bol şifalı şerbetlerdi şüphesiz. Nuri ve iki arkadaşı, esnafı başlarıyla selamlayarak caminin yanındaki daha çok günlük erzak satan küçük bedestenin içinden geçtiler. Çayıra açılan dar yolun başında, hangi taraftan olduklarını kestiremedikleri bir grup çocuğun arasına karıştılar. Ana yola açılan köşedeki işliğinin içinden mis gibi şekerli darı kokuları yükselen bir bozacı, “Tepişecek olursanız kafalarınızı koparırım sizin!” diye çıkışacak oldu; ama Nuri’nin daha önce civarda hiç görmediği iri kıyım çocuklardan biri istifini bozmadan, “Kes sesini de işine bak sen!” diye homurdandı. “Darıyı yakacak olursan, o pis kazanlarına işerim senin.”

Bozacı, allak bullak olmuş bir ifadeyle geriledi. İşte o zaman, balıkçı çocuklarının arasına karıştıklarını anladı Nuri. Onlardan çok daha bıçkın, iri ve yaşça da büyüklerdi. Yüreğinden soğuk bir ürperti geçti. Yazları, başta güreş ve okçuluk turnuvaları olmak üzere, pek çok spor müsabakasının tertip edildiği Beykoz Çayırı, özellikle Ramazan aylarında son derece cümbüşlü olurdu. Ne var ki kimi zaman, bu türden külhani genç ve çocuk dövüşlerine sahne olduğu da vakiydi… Ama bu işler daha çok akşam ezanından sonra ya da geceleri, birkaç dakika içinde olup biter, kimsenin de canı fazla yanmazdı. Gece gündüz hatimler indirilen cami ve mescitleri, geç saatlere kadar açık hamamı, başları daima kalabalık çerçilerin gezindiği dar ve yokuş sokakları, hareketli çarşı ve pazarıyla hemen her zaman huzurlu bir beldeydi Beykoz. Üstelik yeniçeri ve ases devriyeleri yüzünden, Çelik Hilal talimlerinin olduğu günler haricinde, çayır bu saatlerde daima sessiz olurdu. Dereseki, Akbaba Sultan, Ali Bahadır, Tokat Köy, Koyun Korusu ve Yuşa Nebi gibi mesirelerden çok, Beykoz limanının insan çektiği günlerdeydiler; ama saat henüz erken, hava ise çok ağırdı. Çayırda her zamankinden büyük bir karmaşa olacağını kesinlikle sezmişti artık Nuri. Belki bunda günlerdir biriken, ama sonra ağır ağır dağılan yağmur bulutlarıyla yüklü havadaki sıkıntının da etkisi vardı. Arkadaşlarını son bir kez daha ikaz etti: “Unutmayın, zorunlu kalmadıkça kimseye vurmak yok.” Şimdi oturduğu ve tabiatın dingin seslerini dinlediği bu kuytulukta, o dakikaları anımsadıkça ürperiyordu hala Nuri…

II

Nuri ve iki arkadaşının, hatta diğerlerinin dahi beklemediği bir şiddette gelişti olaylar. Hakikat şu ki, Nuri’nin de içlerinde bulunduğu çiftçi çocuklarının yaş ortalaması en fazla on üçtü. Nuri hem yaşça, hem de cüsse manasında en küçüklerinden biri kalıyordu. Üstelik birkaçı hariç, çocukların elinde tek bir sopa dahi yoktu. Nuri, Tokat Köy istikametinden gelen ve bir kısmını mektepten iyi tanıdığı bu çocukların sayılarının on beş olduğunu gördü. Karşıdakiler ise iri kıyım ve en az yirmi beş kişilik bir güruhtu. Üstelik sopa ve sapanlarla da donanmışlardı. Aradaki farkı gördüğünde, siyer dersinde Molla Kemal’in anlattığı, Eriha’da yerleşmiş dev Amâlika halkı geldi Nuri’nin aklına. “Bu dövüşün galibi şimdiden belli,” dedi Mehmet çayırın ortasına doğru yürürlerken, on beş yaşın tecrübesiyle. “Seninkiler ne yapıp edip uzlaşmaya bakmalı Nuri. Zaten buraya ahmakça bir umutla ve elleri de boş gelmişler baksana. Belli ki, bunlar da ne yapıp edip anlaşmanın bir yolunu bulacak ya da burada bizi un ufak edecekmiş gibi duruyorlar.”

“İsrailoğulları da, sırf iri ve güçlü göründükleri için Amâlikalılardan korkmuşlardı…” dedi Nuri. Arkadaşları anlamadan baktılar yüzüne. Nuri, çiftçi grubunun lideri olan iri kıyım oduncu yamağı Yozgatlı Nasuh’u çok iyi olmasa da tanıyordu. Henüz on yedisindeki bu çocuk, gözünü budaktan sakınmaz tabiatıyla daha şimdiden nam salmış bir dilaverdi. Karadeniz’e uzanan ormanların en geniş kuturlu yaş ağaçlarını dahi, koca baltasıyla iki saat içinde devirebilecek acı bir kuvveti vardı. İki yakanın Arap Hüsnü, Odesalı Mirza, Aram Serhat ve Karamani Namık gibi namlı kabadayıları bile Nasuh’u tanır ve övgüyle bahsederlerdi ondan. Mehmet’e dönerek, “Ne bizim Nasuh, ne de karşı tarafın elebaşı Hamdi bu işten vazgeçerler,” dedi Nuri usulca. “Bugün yapılacak en iyi iş, liderlerin eski usul teke tek dövüşmeleri ve yenilenin arkadaşlarıyla birlikte çekilmesi.” “Ama bunu da Hamdi’nin tarafı kabul etmeyecektir,” dedi İhsan. “Bu Hamdi’yi bilirim. Göstermese de yaşı buradaki herkesten büyüktür. Belki yirmisindedir ve su katılmamış serserinin tekidir. Görünüşü de namına uyuyor. Kafası o kalın boynuyla birleşmiş gibi, baksana şuna. Çene kemiği üç defa aynı yerden kırıldığı için, ağzının çarpıklığı ve hırıltılı sesiyle tam bir kâbus kaçkını. Nasuh’un yarısı kadar bile güçlü değildir esasında, ama sinsi tarafı baskındır. Bak, bu sözümü unutma Nuri: Bu herifler, kim bilir belki de hepimiz, pek kısa sürede bir baltaya sap olamazsak, Çelik Hilal tarafından uçlara sürülürüz. Orada akıncı beylerinin emrine girdik mi bizi muma çevirirler. Uçlarda akıncılara ait olandan başka kanun, nizam yoktur. Payitaht, beş senede bir, şu Çelik Hilal seçmeleri bahanesiyle temizlenir. Bu yüzden elimizi çabuk tutmalıyız…”

“Bunları nereden duydun?” diye sordu birden tedirgin olan Nuri. “Ohoo, sen çocuksun daha karındaş. Çelik Hilal öncesinde, Karatuğlar zamanından beri her yıl fedai seçmeleri yapılır; ama beş senede bir. Şehrin külhan takımı da seçmelere girmeye zorlanır ve elenenler arasından şehirden topluca ‘çıkma’ yapılır… Halil deden nasıl anlatmadı bunları sana?” Mehmet konuşmasına devam ederek, “Çıkma dediğin, kopuk takımının sürülmesi demek,” diye açıkladı. Sonra yaşına uygun bilgiç bir edayla güldü, “‘Çıkma’ gibi kibar bir tabir kullanmışlar; ama bu, saray cariyelerinin Enderun beyleriyle evliliklerinin ‘çıkma’sına benzemez. Çünkü bu ‘çıkma’da, şehir hayatında iş ve düzen tutamamış asalak takımı, hatta zindandaki katiller ve serseriler dahi seçmelere katılmaya mecbur edilir. Başarısız olanlar da uçlara sürülüp, korkunç akıncı beylerinin insafına terk edilirler.” Bir an adımlarının kurşun gibi ağırlaştığını hissetti Nuri. Ama onun dersleri iyiydi ve Sahn-ı Semân’da iyi bir danişmend, sonra da âlim olabilirdi… Ya da bir Azap askeri… Şehit babasının ve eski bir Çelik Hilal olan dedesinin itibarı yeterdi bunun için. Tek yapması gereken, artık bir karar vermekti. Mehmet devam ediyordu: “Şimdi mutlak bir galibiyet fırsatı yakalamışlarken, Hamdi ve itleri geri adım atmazlar. Bunlar pek yakında şehirden sürülecek olan zalim takımıdır. Ama içimizden biri, henüz vakit varken, sıyrılıp asesbaşına durumu haber verebilir. O zaman kimsenin canı yanmadan bu işten sıyrılabiliriz.”

“Hayır!” dedi Nuri sertçe. “Bu şerefsizlik olur. Bizim töremizde hasmından yüz geri etmek ve güçlünün arkasına sığınmak yoktur. Babamın kemiklerini sızlatamam, dedeme de daha fazla utanç olamam ben. Bugün burada ölmeye razıyım…” Nuri, ömründe ilk defa yüzleşeceği böylesine bir sertliğe alışkın olmadığından, bir an evini, kardeşlerini, halasını, annesini ve hatta aralarındaki didişmenin hiç bitmediği Halil Dedesini dahi özlediğini hissetti. Tabii üvey babası İbrahim hariç… Şurası bir gerçekti ki on iki yaşına gelmiş hiçbir genç, artık küçük bir çocuk sayılmazdı buralarda. Kendilerinden önce geçip giden nice nesil gibi onuruyla dövüşmeden bu meydandan çekilecek olursa, bir daha asla gerçek bir erkek olarak kabul edilmezdi.

***

Gençler, çayır boyunca iki uzun hat halinde karşılıklı dizildiler ve yakınlardaki esnafın meraklı bakışları altında liderlerinin konuşmalarını dinlediler. Hamdi, o ürpertici ifadesinden hiçbir şey değiştirmeden, tüm avlakların ve oyun sahalarının kayıtsız şartsız kendilerine bırakılmasını talep etti. Herhangi bir uzlaşma teklifini de kabul etmeyecekti. Bunun üzerine Nasuh, gömleğinin yenleri altından uzanan kalın kollarındaki damarları daha da kabartan yumruklarını sıkarak diklendi ve zaten sayıca üstün rakiplerinin, ellerindeki sopaları ve sapanları bırakmaları gerektiğinde ısrar etti. Aksi şerefsizlikti. Yakın bir galibiyetin eşiğinde olduklarını bilen Hamdi, buna razı geldi. Ama yine de iki tarafın durumlarında bir eşitlikten bahsedilemezdi. Zaten bundan sonrası, bölgede o güne kadar yaşanan çocuk ve genç kavgalarının en şiddetlisiydi… Dövüş başlar başlamaz, daha iki menzil yayı çekimi sürede, Nuri’nin bulunduğu gruptan en az dört çocuk arkalarına dahi bakmadan koşarak kaçmaya başladılar. Bu acı durum, bir daha arkadaşları arasında hiçbir zaman itibar ve mevkii sahibi olamayacaklarının da bir deliliydi. Civardaki esnaf, dövüşün şiddetinden büyülenmişçesine yol kenarlarında toplanmıştı. Aralarında durmaları için bağırıp çağıranlar, tehditler savuranlar olduğu gibi yerlerinden kıpırdayamadan olan biteni dehşet dolu gözlerle takip edenler de vardı. Korkuyordu Nuri. Dizlerinin bağı çözülüyor, görüşü bulanıyordu. Midesi ağzına kadar yükselmişti adeta, neredeyse kusacaktı. Küçük yumruklarını kaldırmış, o dehşetli bağrışların ve küfürleşmelerin arasından karşısına çıkacak ilk rakibini bekliyor, aynı esnada da dişlerinin arasından boğuk bir sesle haykırdığının farkına varamıyordu. Nasıl olduğunu anlayamadan, dost mu düşman mı olduğunu fark edemediği bir güruhun arasında kaldı bir ara. O zaman önüne çıkan tüm suratlara bastı yumruğu. Sağlı sollu birkaç darbenin tesiriyle dizüstü düştüğü oldu; ama her defasında tekrar doğrulmayı başardı. Bir ara Mehmet, fil gibi cüssesiyle Nuri’yi bir köşeye savurup, yumruklarıyla tepesine çöken bir hasmının altından arkadaşını kurtarırken, çocuğun, “İhsan’ı bul ve beni takip et!” dediğini işitti. “Neden?” diye bağırdı Mehmet, “Fikrini mi değiştirdin yoksa Nuri? Sen haklıydın karındaşım, bugün burada kaderimize razı geleceğiz. Sakın gayrını düşünmeye başlama… Ben seni sonuna kadar korurum.” Nuri, kan içindeki ağzını mintanının yenine kurularken, halindeki artmış sükûnet Mehmet’in gözünden kaçmadı: “Sen İhsan’ı bul yeter! Tez ol yoldaşım!”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıUlak - Çelik Hilalin Gölgesinde
  • Sayfa Sayısı176
  • YazarOkay Tiryakioğlu
  • ISBN9786050822199
  • Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
  • YayıneviGenç Timaş / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Ulak – Akıncı Fırtınası ~ Okay TiryakioğluUlak – Akıncı Fırtınası

    Ulak – Akıncı Fırtınası

    Okay Tiryakioğlu

    Ulak Nuri ve Hilalilere yeni katılan Johan, başarısız geçen Viyana Kuşatması sonrasında Vehimi Orhun Çelebi’nin emriyle düşmanın arasına casus olarak karışmakla görevlendirilir. Kış tüm...

  2. Kuşatma 1453 ~ Okay TiryakioğluKuşatma 1453

    Kuşatma 1453

    Okay Tiryakioğlu

    Konstantiniyye şehri ile sınırlı hale gelen Doğu Roma İmparatorluğu’nun çaresizliği, Latin istilasının Bizans halkında bıraktığı nefret ve bezginlik, gökten inecek Meryem’in şehri koruyacağı efsaneleriyle...

  3. Jül Sezar ~ Okay TiryakioğluJül Sezar

    Jül Sezar

    Okay Tiryakioğlu

    Binanın içine ulaştığında derin bir soluk aldı nihayet, “Uçurumun kenarında kök salmış ve hayatını koruyabilmek için geriye doğru büyümüş bir ağaç gibiyim ben,” diye...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Sultan ve Dracula ~ Erhan AkhanSultan ve Dracula

    Sultan ve Dracula

    Erhan Akhan

    “Vlaaad!” “Kim var orada?” “Ben beklediğin kişiyim!” “Nasıl? Yani sen…” “Evet! Bana Şeytan diyebilirsin ya da İblis veya Lucifer! Pek çok diyarda pek çok...

  2. Fener Balığı ~ Nuray AtacıkFener Balığı

    Fener Balığı

    Nuray Atacık

    Gündelik alışkanlıklarında yaptığın küçücük bir değişiklik, hayatını adadığın zirveye giden yolu paramparça ederse… Başarma arzusunu, hırs, öfke ve tutkuyla besleyen iş adamı Barlas’ın tek...

  3. Gurbeti Ben Yaşadım ~ Ahmed Günbay YıldızGurbeti Ben Yaşadım

    Gurbeti Ben Yaşadım

    Ahmed Günbay Yıldız

    Savaş yıllarına dayanan, iman, sadakat ve hasrete dair, yürek dağlayan bir destan…

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur