Şiir yüklü bir masal havası içinde anlatılan, inceliklerle dolu, birbirine bağlı bu öykülerde; karşılaştığı ve kendisine anlatılan her şeyin gerçekliğini kavramaya çalışan, alabildiğine duyarlı küçük bir çocukla tanışıyoruz. Kahramanımız, karşısındaki bu kocaman dünyanın, anlaşılmaz evrenin olanca karmaşasını, çocuk yüreğiyle kavrayıp anlamaya çalışıyor.
Yapıtlarında çocukların iç dünyasına ve heyecanlarına eğilen Dora Gabe’nin “Ufacıktım”da kaleme aldığı bu yalın öykülerde doğa olayları, yıldızlar, Güneş, Ay, rüzgâr, çevredeki insanlar ve onların davranışları küçük bir çocuğun alabildiğine zengin, uçsuz bucaksız düş dünyasının içinde, birer canlı kişilik, yepyeni bir gerçeklik kazanıyor.
İçindekiler
Dünyaya Gelmeden Önce ………………………………………………… 7
Bekleme ………………………………………………………………………..13
Şeytanlar………………………………………………………………………. 17
Karanlık ………………………………………………………………………..23
Yalnızlık ………………………………………………………………………..28
Kurt……………………………………………………………………………… 34
Akdikenler…………………………………………………………………….39
En Yaşlı Meşe……………………………………………………………….. 45
Kötülük………………………………………………………………………… 50
Korkunç Bir Bayram………………………………………………………55
Düş………………………………………………………………………………. 60
Sonbahar……………………………………………………………………….65
Akşam ………………………………………………………………………….. 71
Yıldızlar…………………………………………………………………………74
Dünyaya Gelmeden
Önce
“Ana babası kutsamıştı onu, hizmetçiler elini öpmüştü. O genç adamla birlikte faytona binmiş, yola çıkmışlardı. Doğduğu evden ayrılmak çok acı gelmiş, arabanın açık penceresinden eğilerek gerilere bakmıştı: Ev görünmüyordu artık. O zaman gözlerine yaş dolmuş, kolları dizlerinin üzerinde öylece kalmıştı. Oturduğu yerden hiç kalkmamış, yolun taşları üzerinde seken araba tekerleğinin sesini dinlemiş, arabanın iki yanındaki pencere camlarından bir görünüp bir kaybolan ağaçlara bakmıştı. Uzun süre yol almışlardı. Arabacı birden arabayı durdurmuştu. Atların dinlenmesi gerekiyordu. Gölgelik bir meşenin altına oturup karşıdaki manzaraya bakmışlardı. Tepelerin üzerinde koruluklar vardı, arkalarında mavi mavi köyler görünüyordu. Çevrelerindeki kırlar hışırdıyordu… Altın renkli dalgalar onlara doğru koşuyordu. Sanki bir süre sonra dalgaların içinde yiteceklerdi. Ama dalgalar onları yutmadı. Bir başak deniziydi gördükleri…
Akşam olunca yine durmuşlardı. Arabacı ateş yakmıştı. Birlikte ırmak kıyısına gitmişlerdi. Irmak boyunca dizilmiş kavak ağaçları vardı. Kavak ağaçları yüksekti, çok yüksekti, sanki gökyüzüne tırmanıyordu. Arkalarında kocaman bir ay duruyordu. Bir kurbağa ayak seslerinden korkup kendini suya atmış, sanki yoğun, simsiyah bir mürekkebin içinde bata çıka uzaklaşmıştı. Sonra ay birden kavak ağaçlarının arkasından ortaya çıkmış, ırmak gümüş rengine bürünmüştü. Suyun yüzeyinden yükselen buhar ışıkta titreşiyordu. Ay ipek bir şala bürünmüştü. Işığın altında kadın ve erkek kocamandı, kolları uzadıkça uzuyordu. Başları dönüyordu. Gözlerini kapattılar. Kadının gözleri açıktı, bir yol görüyordu ve bu yolun sonu yoktu. Yolun sonuna geldiklerini sandıkları oluyordu ama yol tekrar uzuyor, yerle göğün birleştiği noktaya kadar gidiyordu. Yol kıvrıldıkça kıvrılıyor, beyaz çizgisinin önlerinden akıp gittiğini görüyorlardı. Bir dönemeçten kıvrılıyor, bütün dünyanın çevresini dolanıyordu. Onların bu yolu aşması gerekiyordu.” “Yolun sonuna kadar gittiler mi anne?” “Sadece bir düştü bu! Günlerce, günlerce yol aldılar. Tarlalardan ekinler çoktan kaldırılmıştı.
Saman yığınlarının arasında leylekler geziniyordu. Masmaviydi gökyüzü, tek bir bulut bile yoktu. Hepsi ufkun çevresine yığılmıştı. Güneşin bir yandan aydınlatmasından olacak, bulutlar çığ gibi parıldıyordu. Az sonra tüm gökyüzü parıl parıl parlamaya başladı. Bulutlar kıpkırmızıydı. Yol parıldayan kabuklarla kaplanmıştı. Sabahleyin rüzgâr esmeye başladı. Bütün bulutları bir araya toplamış, birbirine karıştırıp duruyordu. Bulutların hepsi sessizce yol alıp uzaklaşıyordu. Arabaları bu bulut kubbesinin altında küçücüktü, sanki kaybolup gitmişti. İncecik, ipek gibi bir yağmur yağıyordu. Yol çamurla kaplanmış, çevrelerini bir sis perdesi sarmıştı. Atlar zorlanıyordu. Yorulmuş; başları, kulakları düşmüştü. Arabacı başını sarmıştı. Yol görünmüyordu. Yer ve gök sis içinde belirsizleşiyordu. Saatler tembel tembel ilerliyor, zaman çok ağır akıyordu. Kadının gözleri yarı yarıya kapanmıştı. Erkek onun düş gördüğünü sanıyordu. ‘Nereye gidiyoruz?’ diye sormuştu kadın. Erkek ona, ‘Uzaklara, çok uzaklara… Dobruca’ya. Gittiğimiz yerin adı Dobruca,’ diye karşılık vermişti. Yağmurlu ve uzun günler birbirini izliyordu. Atlar çamurların içinde bata çıka güçlükle ilerliyordu. Arabacı tekerleklerin çamurlarını temizlemek için sık sık duruyordu. Yağmur ve sis arabacının görüşünü engelliyordu. Her gün bir önceki güne benziyordu. Sonsuz ve sisli bir yolu oluşturmak için birbirlerine karışıyordu. Güneş bir sabah tüm görkemiyle tekrar ortaya çıktı. Arabanın bir camını indirmişlerdi. Yüzlerine serin bir esinti geliyordu. Gökyüzü tertemiz, pırıl pırıldı.
Ama çevreleri tamamıyla değişmişti. Ah, nasıl da değişmişti her şey! Ormanlar sararmış, ağaçlar yapraklarını dökmüştü. Ağaçların arasından parlak gökyüzü görünüyordu. Kırlar solup kurumuş, bir çöl görünümü almıştı. Akşamleyin batmadan önce güneş, ormanın kırmızı ve sarı benekleriyle oynaşıp oyalandı. Dalların arasından ışık demetleri sızıyordu. Güneş gözden kaybolunca bir yıldız çıkmıştı. Pırıl pırıldı, ışığı öteki yıldızların ışığına benzemiyordu, başkaydı, çok güçlüydü. Bu aydınlığın altında tepeler karınlarını şişirmişti, kapkara ağaçlar birbirini izliyordu. Kocamandılar, gökyüzünün derinliklerine kadar yükseliyorlardı. Sarı renkli gökte en ince dalları bile belli oluyordu. Araba durmuştu. Yıldızlar birbiri ardınca yükseliyordu. Gökyüzü, dört bir yana serpilmiş, dört bir yanı kaplamış yıldızlarla dolup taşıyordu. Her şey uyuyup ateş sönünce yıldızlar yeryüzüne daha da yaklaşmış, daha kocaman, daha parlak olmuştu. Ertesi sabah kuş sesleriyle uyandılar. Mutluluktan yerlerinde duramıyorlardı. Tekrar yola koyulduklarında peşlerinden serçeler ötüyordu.” “Anne yeni dünyanın kapılarını onlara kim gösterdi?”
“Kendileri buldu. Kırlardan esen rüzgâr kapılarından içeri giriyordu, yeni dünyanın kırları sınırsızdı. Üzerlerinde böğürtlenler yuvarlanıyordu. Bilyelere benziyordu bu böğürtlenler. Bütün ovayı kaplamış, rüzgârın önünde yuvarlanıp gidiyorlardı. Ova sanki uzaklara kaçıyor gibiydi. Araba sanki güçlükle ona yetişmeye çalışıyordu. Arabanın üstünden turnalar uçuyordu. Turna sürüleri gökyüzünü karartmıştı sanki kanatları uğulduyordu. ‘Kuşlar geçiyor,’ demişti kadın, beyaz eliyle gökyüzünü göstererek. ‘İşte,’ demişti adam, ‘yeni dünyanın kapılarından içeri giriyoruz. Ama kuşlar ayrılıyor buradan. Sonbahar şimdiden gelmiş. Bak aşağıda, uzakta küçük bir beyaz ev var, bacasından duman tütüyor. Küçücük bir ev. Yeni sahiplerini bekliyor. Kapılar, pencereler kilitli ama rüzgârın içeri girmesine engel olamazlar. Rüzgâr çatının otlarını yerinden oynatır, tutam tutam alıp götürür. Çatının pervazlarında boş kırlangıç yuvaları göreceksin.’” “Kırlangıçlar nereye gitmişti anne?” “Hepsi sıcak ülkelere uçmuştu! Rüzgâr, evin kapısını zorlayıp sormuştu, ‘Evin yeni hanımına kapıyı kim açacak?’ Pencereler gıcırdıyor ve soruyordu, ‘İçeri rüzgâr girmemesi için bizi kim onaracak alçıyla?’ Ocak bacayla konuşuyordu, ‘Duman odanın içini doldurup gözlerini yaşarttığında evin yeni hanımına ateş yakmayı kim öğretecek?’ Ama araba eve çoktan yaklaşmıştı. Bahçe çitinin yanında iki kocaman çoban köpeği yatıyordu. Araba tekerleklerinin sesini duyar duymaz ayağa fırlayıp karşılamaya koştular…” “Niçin susuyorsun anne?” “İlkbaharda kırlangıçlar geri gelince evin çevresinde uzun süre cıvıldamıştı. Duvarlar boyanırken yuvaları da kirece bulandığı için evi tanıyamamışlardı. Avludaki beşiğin içinde bir çocuk uyuyordu.”
“Ben miydim?”
“Hayır!”
“Sahi ben miydim?”
“Sen doğmamıştın daha.”
“Peki daha doğmadığımda ben neredeydim?”
“Hiçbir yerdeydin.”
“Neresi orası?”
“Ama söyledim, hiçbir yer!”
Ocağın ateşi sönmüştü. Annem kalkıp bizi yatırdı.
Uykum yoktu.
Doğmadan önce nerede olduğumu neden anlayamayacaktım sanki?
Bekleme
“Uyuyor musun?” “Uyumuyorum.” “Ben de uyumuyorum.” Ballan, ambarların yanında havlıyor. Annem biraz sonra dönecek. Başımı yorganın altına sokuyorum. Soluk bile almıyorum. Korkuyorum. Az sonra kapı açılacak, annem içeri girecek. Ama ben yine de korkuyorum. Dışarıdan, karanlıktan gelmiyor mu? Eve döndüğünde artık eski annem gibi olmayacak. Boyu daha uzun, gözleri daha büyük, sesi de daha başka olacak…
“Karanlık neye benziyor? Ne dersin? Karanlığın içi boş mudur acaba?” “Bilmem!” “Boş olduğunu sanıyorsan aptalın birisin! İçinde canlı, cansız bir yığın şey var.” Yorganı tekrar başıma çekiyorum. Titriyorum. Ama annem ne yapıyor acaba karanlıkta, niçin çiftlikte dolaşıp duruyor? “İnsan karanlıkta yürürken başını bir yere çarpıp çarpmayacağını önceden bilemez. Bu şeyin ucunda çivi vardır. Karanlıkta her şey sivridir. İnsanın gözüne batar.” “Peki annem neden çarpmıyor?” “Ne aptalsın! Annem büyük olduğu için her şey dizine kadar geliyor. Ayağını dokundurur dokundurmaz yuvarlanıp gidiyorlar.” Annem gerçekten büyük. Korkunç şeyleri ezebilir. Örneğin, şimdi yürüyor ve önünde kocaman, sivri dallar var. Kendisine yol açmak için eliyle dokunması yetiyor… Kara, karanlıktan daha kara bir şey yaklaşıyor ona. Dizlerimin bağı çözülüyor, ayaklarım tutmuyor. Ballan tekrar havlıyor, ama bu kez sesi avlunun öteki yanından geliyor. “Peki karanlıkta yürümek için Ballan ne yapıyor?” “Seninle konuşmak olanaksız. Kendiliğinden hiçbir şey anlamıyorsun!” Susuyorum. Hiçbir şey duyulmuyor. Çarpan yüreğimin sesini dinliyorum. “Karanlıkta yürüyünce dünyanın öbür ucuna varır ve kafa üstü düşersin…”
“Nereye düşerim?” “Toprağın altına!” Pencere camlarından yıldızlar bakıyor. Ama odanın içi karanlık. Kapının arkasında gürültü var. Tekrar titremeye başlıyorum. “Karanlığın da senin gibi iki eli olduğunu mu sanıyorsun?” “Peki, kaç eli var öyleyse?” “Bin eli var! Anlıyor musun? Peki kaç parmağı var sence?” “Bilmiyorum.” “Bin kere bin parmağı var. Parmaklarıyla yakalar.” Susuyoruz. Çıt yok. Bir şey dokunuyor, parmakların dokunuşunu hissediyorum. “An-ne-eee!” Birden Ballan çok yakınımızda havlıyor. Annemin sesini duyuyorum. Yatağın üzerine oturup gözlerimizi açıyoruz. Sesler kesiliyor. Tekrar sessizlik. “Gözleri pırıl pırıl yanan şey nedir biliyor musun?” Yerimden kımıldamaktan korkuyorum. Yorganı tutup başıma çekmekten korkuyorum. Dişlerim birbirine çarpıyor.
“Nereye gidersen git o da seninle gelir hep parlar. Gözlerini kapatsan içeri girip orada parlar!” Odanın içinde kıvılcımlar uçuşuyor. Ağabeyim yorganın altına giriyor. Ben de sokuluyorum. Bakmıyorum, soluk bile almıyorum. Göz kapaklarımı sıkabildiğim kadar sıkıyorum, sonra kıvılcımları görüyorum. Tıpkı arılar gibi. Annem kıvılcımların arasında yürüyor. Elleriyle gözlerini kapatıyor. Ballan’ın giysisi alev alıp yanıyor. Ballan hiçbir şey görmeden annemin yanında yürüyor. Onlara seslenmek istiyorum. Ama önlerinde yeryüzü birdenbire sona eriyor. Annem hiçbir şey görmüyor. Ballan hiçbir şey görmüyor. Yürüyorlar… Arkalarından bağırmak istesem de bağıramıyorum. Bir şey ıslık çalarak geçiyor. Korkudan elim ayağım kesiliyor. Bağırıyorum. Biri yakalıyor beni, kendimi savunuyorum. Birden gözlerimi açıyorum, annem yanımda. Boynuna atılıyorum. Sıkı sıkı sarılıp ağlıyorum. Annem lambayı yakıyor. Tekrar yanıma geliyor. Elini alnıma koyuyor. Ağabeyim pijamasını giymiş yanımda duruyor. “Hadi, yatın artık yarın erken kalkacaksınız!” “Niçin?” “Yarın söylerim.” Annem gülümsüyor. Hemen yatağa giriyoruz. Yorganımızı iyice örtüp yine yanıma oturuyor. Annem her şey yapabilir, her şeyi bilir, hiçbir şeyden korkmaz. “Beni hiç yalnız bırakmayacaksın değil mi anne?” “Hayır!” Gözlerimi kapatıp yeniden açıyorum. Annem başucumda durmuş bana bakıyor. Bir şey dönüyor önümde, yanıyor, titriyor ve kayboluyor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Serap ~ Mehmet Rauf
Serap
Mehmet Rauf
“O zaman boynunu bükerek bütün bu parlak hülyaları, bütün muhteşem emelleri doğuran gençliğin sırf bir yalandan ibaret olduğunu tasdik ediyordu: serap, serap… Bütün gençlik...
- 12 Yıllık Esaret ~ Solomon Northup
12 Yıllık Esaret
Solomon Northup
1841de New Yorkta yaşayan Solomon Northup, kendisini müziğe adamış siyahi bir adamdır. Ailesiyle birlikte yaşayan Solomon, özgür yaşayan ve istediği şeyleri yapabildiği için mutlu...
- Perili Köşk ve Seçme Hikâyeler ~ Ömer Seyfettin
Perili Köşk ve Seçme Hikâyeler
Ömer Seyfettin
O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor, “İftiracı, iftiracı!” diye karşımda ağlıyordu. Küçük hayal gücüm o vakitki dinî terbiyenin dehşetleriyle...