Dönemin kadın okurlarını, aydınlarını etkileyen; yıllarca aile ve kadın toplantılarında zevkle, merakla, hatta gözyaşları dökülerek okunan Fatma Aliye’nin Udi romanı müziğe yetenekli bir kız çocuğunun aldığı eğitim sayesinde yetişkinliğinde ayakta kalmasının serüvenidir. Fatma Aliye, kadınların yaşamın değişen koşullarında her an güvencesiz kalabilme ihtimalini göstererek, kimseye muhtaç olmadan, iyi koşullarda yaşayabilmesine çözümler sunmak üzere yola çıkar. Aşk duygusu ile ihanet deneyiminin arasında kalan bir kadının benliğinde meydana gelen çatışmaları başarıyla sergiler.
Fatma Aliye (Topuz) (1862-1936) 1889’da “Bir Kadın” imzasıyla çevirdiği, George Ohnet’den Meram romanıyla edebiyat dünyasına ilk adımını atar. İkinci yapıtı Hayal ve Hakikat’i Ahmet Mithat’la yazar. Çok geçmeden sırasıyla Muhadarat, Refet, Levayih-i Hayat, Udi ve Enin romanları kendi adıyla yayımlanır. Refet ve Udi Türk edebiyatının çalışıp ayakları üzerinde duran ilk kadın karakterlerini anlatır. Romanlarındaki başkarakterlerin hepsi mücadeleci ve güçlü kadınlardır. Udi romanı Fransızcaya çevrilir. Ev ziyaretleri yapan Avrupalı kadın gezginlerin Osmanlı kadını hakkındaki yanlış izlenimlerini değiştirmek için kaleme aldığı Nisvan-ı İslam Fransızcaya ve Arapçaya çevrilir. 1893 Chicago Kitap Fuarı için hazırlanan The Woman’s Library of The World’s Fair kataloğunda biyografisi ve kitapları yer alır. Filozofların biyografilerinden oluşan Teracim-i Ahval-i Felasife adlı yapıtıyla felsefi bir deneme olan Tedkik-i Ecsam Türkiye’de bir kadın kaleminden çıkan ilk felsefe yapıtlarıdır. Kosova Zaferi ve Ankara Hezimeti ile yarım kalan Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı bir kadın yazara ait ilk tarih yapıtlarıdır. İslam’ın ilk zamanlarında yaşamış kadınların biyografilerini yazdığı Nâmdârân-ı Zenân-ı İslâmiyân çalışması ise bugün yeni yeni oluşmaya başlayan feminist tarih bilincinin erken örneğidir. Kadınlara ait en uzun süreli yayın olan Hanımlara Mahsus Gazete’nin ilk günden itibaren etkin bir kalemi olan Fatma Aliye, makalelerinde İslam’ı ataerkil yorumlarından sıyırarak yorumlamayı önerir ve çokeşliliği, evlilik ve örtünmeyi bu yaklaşımla ele alır. Fatma Aliye, döneminde büyük bir cesaret, inat ve direniş sergileyerek kalemi elinden bırakmamış, kendinden sonra gelen kadın edebiyatçıları da yazılarıyla desteklemiştir.
Sunuş
Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi’nde, Udi romanının yıllarca aile ve kadın toplantılarında, zevkle, merakla, hatta gözyaşları dökülerek okunduğunu söyler; buna dair Reşat Nuri Güntekin’in bir anısını aktarır:
Çanakkale’de kış gecelerinde, komşu hanımların okuryazarları toplanarak roman okurlardı. Fatma Aliye Hanım’ın Udi diye bir romanını okumuşlardı. O kitabı o vakitten beri görmediğim halde hâlâ bütün teferruatıyla ve hayatımda tanıdığım en büyük bir zevk heyecanıyla hatırlarım. Buna nazaran bu eser bende büyük bir tesir yapmıştır.1
Dönemin kadın okurlarını, aydınlarını etkileyen Fatma Aliye’nin Udi romanı, 1899 yılında önce İkdam gazetesinde tefrika edilir, ardından İkdam Matbaası’nda kitap olarak yayımlanır. Elinizdeki bu kitap, Udi’nin kitap basımının, Latin harflerine aktarıldıktan sonra günümüz Türkçesine çevrilmiş halidir. Ancak kitapta eksik ya da okunmayan sözcükler için tefrikaya başvurdum. Udi, 1900 yılında Gustave Séon tarafından Fransızcaya çevrilmiş, Oudi: La joueuse de luth adıyla, Mehmet Tahir Bey Matbaası’nda basılmıştır. Böylece Avrupalı okurla buluşma şansına kavuşmuştur.
Fatma Aliye’nin 1897 yılında yayımlanan romanı Refet, yoksul bir kız çocuğunun öğretmen okuluna giderek öğretmen olması, kendi ayakları üzerinde durabilmesinin hikâyesiydi. Udi ise müziğe yetenekli bir kız çocuğunun aldığı müzik eğitimi sayesinde yetişkinliğinde ayakta kalmasının serüvenidir.
Fatma Aliye, kadınların yaşamın değişen koşullarında her an güvencesiz kalabilme ihtimalini göstererek, kimseye muhtaç olmadan, erkek şiddetine ve istismarına maruz kalmadan, iyi koşullarda yaşayabilmesine kadınlık onuru ve “iffet” çerçevesinde çözümler sunmak üzere yola çıkmıştır. Evlilik kurumu ve olumsuz erkeklik biçimlerini tartışmaya açar, aşk duygusu ile haysiyetini zedeleyen ihanet dene- yiminin arasında kalan bir kadının benliğinde meydana gelen çatışmaları başarıyla sergiler. Fatma Aliye, Bedia’nın ağzından, kadınlık haysiyeti üzerine felsefi açıdan bir etik tartışması yürütür. Kadınların, ekonomik açıdan erkeklere mecbur bırakıldığı toplumsal koşullarda, kendi ayakları üzerinde haysiyetleriyle durabilme olanaklarını araştırırken, erdem ve iffet kavramlarını farklı kadınlık deneyimlerini ortaya koyarak sorgular, tartışmaya açar. Bunu, felsefi tartışma yöntemiyle, diyalektik bir biçimde, kadınlar arasında geçen diyaloglar aracılığıyla yürütür.
Romanlarında farklı kadınlık deneyimlerine yer veren yazar, bu sefer toplum tarafından şeytanlaştırılan, “makbul olmayan”, kocasının kendisini aldattığı üçüncü kadına, geçimini “iffetsiz” yollarla sağlayan Yahudi bir dansçı olan Helula’ya söz hakkı verir. Bedia ile Helula’nın karşılaşması, birbirlerini dinlemeleri ve deneyim paylaşımlarının her iki kadında yarattığı dönüşüm, ataerkinin kadınları bölen anlayışına karşı bir tutum, önyargılardan uzak, önemli bir temastır.
Fatma Aliye, bir kız çocuğunun kimseye muhtaç olma- dan bağımsız bir birey olarak yaşayabilecek duruma gelmesinde, ailenin baba ve ağabey gibi erkeklerine sorumluluk düştüğünü özellikle vurgulamaktadır. Okura, kız çocuğuna yetenekleri doğrultusunda zaman, emek ve değer verilmesi- nin kadınların bir iş kolunda uzmanlaşmasını sağlayacağını, özdeğer duygusu gelişmiş bir kadının ekonomik bağımsızlığını eline alarak her tür şiddet ve istismara karşı durabilecek gücü kendinde bulup kendi çıkış yolunu çizebileceğini göstermektedir.
Şam, Beyrut ve İstanbul’da geçen romanda, dönemin mimarisi, kadınların giyim, yeme içme, eğlence ve müzik kültürü üzerine ayrıntılı bilgiye ulaşabiliyoruz. Özellikle yazarın önem verdiği eğitim konusu, romanda ayrıntılı bir müzik eğitimi programıyla titizlikle okura veriliyor. Fatma Aliye, Udi romanıyla, kadınların müzikle ilişkisini başka bir boyuta taşır. Erkeklerin eğlencesine hizmet etmeye indirgenen bu ilişki, sadece kendisi için, kendi yeteneği ve merakı için bir müzik aleti çalan ve icra ettiği sanatı erkek üstatlara dahi öğretecek düzeye getirebilen bir kadın karakterle dönüşür. Böylece Fatma Aliye, bir kız çocuğunun nasıl yetiştirilmesi gerektiği, yetenek ve dehasının nasıl işlenmesi gerektiği konusunu irdelemiş, tartışmış ve kendi önerileri, plan ve programını tarihe bırakmış oluyor. Bize düşense yeni nesillerle Udi’yi buluşturmak. İyi okumalar!
Senem Timuroğlu
1
Mehtabın yansımasıyla parlak bir ayna biçimini alan havuza mermerden, somakiden yapılmış ve nakışlarla süslenmiş şadırvandan dökülen suları, ayın on dördüncü gecesindeki nur ve parıltıları elektrikle ışıklandırılan fıskiyelerden daha güzel yaldızlayıp aydınlatmıştı. Şam’ın en güzel binalarından biri olan bu konağın geniş mermer avlusu gündüze yakın bir biçimde yahut şafaktan parlak bir haldeydi. O geniş mermer zeminin ötesinde berisinde, bahçe çimenlerinin arasında çiçekler için bırakılan yerlerde- ki gül ve ful ağaçları bazı yerlere gölgeler yahut beyaz zemin üzerine bulut gibi lekeler vermekteydi. Yeryüzü gökyüzünü, gökyüzü yeri andırmakta, ağaçların diplerindeki bahçecik- lerde bulunan çiçeklerin hoş kokuları, gül ve ful kokularına karışarak gökten nurlar yağmakta, yerden doğal kokular yayılmaktaydı. Havuzun başında sandalyeye yaslanmış birkaç genç kadın, bu letafete hayranlık duyarak sohbet meclisinde söyleşmekteydiler. Bunların arasında:
– Sitti1 Bedia bu geceye davetli değil mi acaba?
– Davetlidir, dün gördüm, gelecekti.
-Ah! Ne olur mümkün olsa da şurada bize bir ut din- letse… Bak ne letafet!
– Ne beyhude söz! Çalmayacağını bilmez misin?
– Evet ama ben onun yerinde olsam pekâlâ çalarım. Onun bu halini doğrusu anlamıyorum.
– Anlamayacak ne var? Kendisini çalgıcı haline koymaktan korkuyor demek.
– Ne büyük kibirlenme!
– Ben öyle diyemem! Biz bizeyken bize udunu dinletiyor. Düğünde, gecelerde çalmayınca böyle bir hükme varmak gerekir mi? sözleri geçiyordu.
İçlerinden biri:
-İşte geliyor! dedi.
Avlunun ta öbür ucundan gelen üç kişi o tarafa doğru yol almakta, bir iki zenci cariye1 de çarşafları almak üzere onları takip etmekteydi. Genç kadınların hepsi birden kalktılar.
— Kardeşim! Bu gece gözlerimizi ne kadar yollarda bıraktın. Az kaldı gelmeyeceksin diye endişeleniyorduk, dediler.
Bedia, güvez canfes kılaptanlı çarşafı sırtından attı. Belindeki etek bağını çözmesiyle bürümcük entarinin kır- malı etekleri, beyaz mermer zemin üzerine düştü.
– O kadar geç mi? dedi.
Herkes kendi sandalyesini takdim ediyordu.
– Biraz oturur musunuz? dediler.
Bedia onların arasına oturdu. Yazlık sofanın, büyük konakların salonu yerine geçen yazlık sofanın, avluya bakan pencerelerinden içeride yanan birçok mumun ışığı dışarıya vuruyor, içerinin çok kalabalık olduğu görülüyor- du. Bedia’nın bakışı bir panorama seyreder gibi sofanın pencerelerine dalmış, allı yeşilli avizeleri, fanusları, pembeli sarılı elbiseleri seyrediyordu. O esnada kanuna ahenk verilmekte olduğu, perdeler üzerinde mızrabın gezdirilmesiyle meydana gelen sesten anlaşıldı.
Birisi Bedia’nın dalgınlığını görüp:
dedi.
Bizimle söyleşiyorsun ama gözlerin sofaya dalmış,
Bedia:
– Saz neredeyse gözüm gönlüm oradadır. İşte ben gidiyorum, diyerek kalktı. Hızlı bir edayla salınarak sofa kapısına doğru yürüdü.
Yazlık sofanın ortası geniş mermerlik, iki tarafı enli setler… Mermerliğin ortasındaki havuza şadırvandan durmaksızın sular dökülüyordu. Havuzun öbür tarafında, avludan girilen kapıya karşı olan diğer bir kapıyla bir odaya giriliyor; kapının mavi kadife üzerine sarı sırmayla işlenmiş perdeleri, iki yana sırma püsküllü bağlarla kaldırılmış, içerideki değerli mefruşat görülüyordu. Sofanın setleri yine sırma işlemeli mavi kadifeyle döşenmiş, iki yanda da rengarenk ipekle karışık pamuk kumaştan şiltecikler dizilmiş, duvarlar yaldızlarla süslenmiş, yaldızlı raflar tavanlara kadar kıymetli tabaklarla donanmıştı.
Bedia sofaya girdiğinde seddin üzerine oturmuş, yerleşmiş olan kalabalığın ortasındaki Musevi şarkıcı mavala1 başlamış, gözleri kapalı, elleri kanun üzerinde, sahiden iç gıcıklayan sesiyle koca sofayı çınlatıyordu. Yanağında allıklar, kaşlarında rastıklar, başında iki renk birbirine karıştırılarak sivri bükülüp külahımsı bir halde başına geçirilmiş tülden hotoz,2 boynunda bir sıra sarı kehribar, bir sıra beyaz boncuk, bir sıra elvan boncuk, parmaklarının her birinde, evet yalnız başparmak hariç, dörder parmağında rengarenk yüzükler, sivri hotozunun üzerinde bir elmas iğne, sırtında pembe canfes hırka, üstünde sarı canfes entari olan şarkıcı, bu kıyafetini görmeye alışkın olmayan bir yabancıyı bile şu hale gülmeye bırakmayarak, hüzünlü sesiyle ağlatan kırk beşlik bu kadın, kendisi dahi nağmelerinden kederli, “Ya leyli! Ya kalbi! Ya ruhi! Ya ciğerim!” diyerek okuyordu. Sürmelerin ucu ta şakaklara kadar vardığından kapalıyken büyüklüğü belli olmayan gözlerini arada açıp, nağmelerinin dinleyicisine yaptığı tesiri görmek üzere manalı manalı bakışından, rastık yerine çektiği siyah boyadan asıl biçimi fark edilmeyen kaşlarıyla, beyaz ve al boyalardan doğal rengi anlaşılmayan yüzüyle, imalı tebessümünün göründüğü ufak ve ince dudaklı ağzıyla, orta boyuyla bu kadının ne kadar canlar yakmış, ne kadar haneler söndürmüş, nice evler barklar yıkmış olduğunu keşfetmemek ince fikirli biri için mümkün olamazdı. O ele geçiren kıyafetiyle, boyalar içindeki suratıyla kanunu kucağında şarkı söylerken bu kadın pek güzel görünüyordu. Güzellik namına kendisinde bir şey bulunamadığı halde o hali, o vaziyeti, o bakışı, o çağırışı, o hallerinin hepsi ona bir güzellik veriyordu. Naume’nin, bu kadın şarkıcının hokkabazı, cambazı, kuklası, her neyse işte o, oynattığı şey, yani kızı Helula da Naume’nin mavalları, peşrevleri,1 ağır havaları bitirip oyun havalarına başlamasını beklemek üzere yanı başında oturuyordu. Akrabalarından olan bir kadın da Naume’nin bir yanında oturmuş, sedefli ufak tefini yanına bırakmış, onu eline almak, çalmak için Naume’nin mavalları bitirip peşreve başlamasını bekliyordu. Bedia da ahbaplarının arasında, onlarla beraber arada Naume’ye alkışlar fırlatıyordu. Naume oyun havalarına girişti. Sedefli tef havada çırpınmaya, Helula da ortada kırılmaya başladı. Kısaya yakın, orta boylu, tombalak, yuvarlak, ufak ağızlı, kara gözlü, biçimi boyanın altında fark olunmayan enli boyanmış kaşlı, boyalı yüzlü, yirmi dört yirmi beş yaşlarında olan bu kızın beyaz muslinden entarisi üzerinde kırmızı güller, mavi kurdelelerden fiyonklar, beyaz dantelalar bulunuyordu. Ayağında al atlas üzerine sırma işlemeli bir iskarpin, beyaz pamuk çorap vardı. Göğsünde birkaç tane elmas broş, parmaklarında üçer dörder tane yüzük, kollarında dirseklere kadar varan elmaslı, altınlı ve renkli camdan birçok bilezik, boynunda inciden, elmastan gerdanlıklar, başında kırmızı, beyaz ve sarı tüyler, çiçekler, onların arasında elmas iğneler, broşlar, kollar dirseklere kadar açık, göğüs meydanda, titredikçe etleri de titriyordu. Sofada yanan mumların, avizelerin ışığı altında eğilip bükülen, titreyen, hoplayan bu mahluk uzaktan ne kadar hoş görünüyordu. O beyaz badana kalınlığında sıvanmış boyanın, üstübecin1 altında ne renk bulunduğunu düşündürmüyordu bile. Parmak gibi çekilmiş kaşlarının üstündeki kara boyanın altındaki kaşlar enli midir, ince midir, kavisli midir, düz müdür, meraka bile gelmiyordu. Hopladıkça başındaki tüyler, entarisinde güller sallanıyor, kırıldıkça kollarında bilezikler şangırdıyordu. Etrafa manidar tebessümler, baygın bakışlarla işveler, cilveler saçıyor, çapkınlıklar fırlatıyordu.
Şu halle biraz oyalanmak, kendi halini unutmak iste- yen Bedia da rakkaseyi gülümseyerek seyrediyordu. Lakin bir hayli zaman izledikten sonra Bedia’nın rengi uçmaya, dudakları titremeye başladı. Helula’nın bir taraftan öbür tarafa havada dalgalanırcasına kırıtarak, titreterek salladığı kollara Bedia gözlerini dikmiş, o kollarda gördüğüne inanmak istemiyormuş gibi bakıyordu. Lakin artık rüya olmadığını anladı. Bu anlayış üzerine halinde tavrında pek büyük öfke alametleri ortaya çıkmışsa da kendini tutmaya, etrafa bir şey sezdirmemeye çalışıyordu. Lakin Bedia’nın bu hali, bu kadar fenalaşması yanındakilerden gizli kalamadığı gibi, ta karşı taraftan bir hanım ona doğru eğilip, “Sitti Bedia! Bileziklerinizi tanıdınız mı?” deyince iş büsbütün başka bir renk aldı. Eyvah! Demek bunu herkes biliyormuş, iş herkesin ağzındaymış da Bedia çekmecesinde zannettiği bileziklerin kaybolduğundan bile habersizken onun izini şimdi bulmaya başlamış. Bir zamandan beri kocasının geceleri niçin gelmediğini şimdi anlamaya başlıyordu. Biraz gönlünü eğlendirmek üzere deminden beri seyretmek istediği bu çengi, demek onun bunca gönül azaplarına sebep olan uğursuzmuş. O, onun için ağlatılıyor, yalnız bırakılıyor, hatta soyuluyormuş. Bedia, artık oradan nasıl kalkacağını bilemedi. Kendisini evine atmak, odasına düşmek istiyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli) Türk Klasikleri
- Kitap AdıUdi
- Sayfa Sayısı112
- YazarFatma Aliye
- ISBN9786254292668
- Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hep Sondan Başlar ~ Taçlı Yazıcıoğlu
Hep Sondan Başlar
Taçlı Yazıcıoğlu
“Yaşamıma şöyle bir baktığımda sürekli hikâye içinde hikâyeler görüyorum. Hangisi yan, hangisi ön? Birinden daha az söz edince, sansürlemiş gibi mi olur insan? Karar...
- Kar Kokusu ~ Ahmet Ümit
Kar Kokusu
Ahmet Ümit
“Kar Kokusu” Dünya fikirlerle bölünmüş bir halde. Derin bir şüphe, korku, ajanlar, köstebekler, yasaklanmış fikirler… Hayallerinin ülkesinde acı bir gerçekle karşılaşan idealist insanlar. Devrim...
- Sadece Başbakan Okusun ~ Erdal Demirkıran
Sadece Başbakan Okusun
Erdal Demirkıran
Hayatı boyunca hiç kaybetmeyen tek adamım ben. Bir ölümsüz gibi yaşamayı başardığımı düşünüyorum ve öleceğime hiç inanmıyorum; ama olur da bir gün ölürsem, benden...