Ölüyorum.
Bu kez sahiden ölüyorum.
Gelecek misin yasıma?
Boz Atlı Hızır gibi son nefesime yetişecek misin?
Ucunda ölüm var Heves Ali’m, ucunda elbette ölüm var.
Gelmeyeceksen, elini son kez omzuma koymayacak, alnımı öpüp yolculamayacaksan, bağışlanma dilemeyeceksen; adını aldığın Ali hakkına söyle bari: Sahiden sevdin mi beni?
Kederli sözlerin, kurumuş gözlerin, tozlu yolların, saklanan mendillerin, içli kıpırdanmaların misafiri, cenazelerin duacısı, hikâyelerin sırdaşı… Dünya ölümlü, gün akşamlı… Son Ağıtçı, Heves Ali’yi arıyor. Evlerde, sokaklarda, dere boylarında, raylarda, uzayıp giden bozkırda… Heveeeessss diyerek susuyor. Bana hikâyeni anlat, ağıdını yakacağım.
Ucunda Ölüm Var, yarım asır süren bir aşk hikâyesi. Yalpalayan, şehirden şehire gezinen, derman arayan, sayıklayan, hatırlayan, rüya çağıran ince bir ah!
Kemal Varol, maharetle memleketi anlatıyor, güneşin içinde doğup battığı bir roman anlatıyor. Masalsı, gürül gürül, ölmeye yatan.
İçindekiler
BİRİNCİ BÖLÜM
GÖZ SİLİMLİĞİ…………………………………………………………………………………………………………..11
İKİNCİ BÖLÜM
KURSAK………………………………………………………………………………………………………………………………23
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KONYA…………………………………………………………………………………………………………………………………31
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BİR TEKAÜDÜN AĞIDI………………………………………………………………………………………47
BEŞİNCİ BÖLÜM
İLK YARA…………………………………………………………………………………………………………………………..59
ALTINCI BÖLÜM
BURSA…………………………………………………………………………………………………………………………………..65
YEDİNCİ BÖLÜM
YER DEĞİŞTİREN BİR MEZARIN AĞIDI…………………………………………..81
SEKİZİNCİ BÖLÜM
DÖNÜŞ…………………………………………………………………………………………………………………………………97
DOKUZUNCU BÖLÜM
İSTANBUL………………………………………………………………………………………………………………………101
ONUNCU BÖLÜM
BİR KAHRAMANIN AĞIDI…………………………………………………………………………….117
ON BİRİNCİ BÖLÜM
SAHİDEN ORADA MISIN?……………………………………………………………………………..129
ON İKİNCİ BÖLÜM
ERZURUM………………………………………………………………………………………………………………………133
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ALTIN YÜZÜK AĞIDI…………………………………………………………………………………………149
ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SENDEN SONRA……………………………………………………………………………………………………..163
ON BEŞİNCİ BÖLÜM
ARKANYA……………………………………………………………………………………………………………………….169
ON ALTINCI BÖLÜM
TÜKENMİŞ BİR ÜMİDİN AĞIDI……………………………………………………………..183
ON YEDİNCİ BÖLÜM
YOL………………………………………………………………………………………………………………………………………..197
ON SEKİZİNCİ BÖLÜM
MEMLEKET…………………………………………………………………………………………………………………..201
ON DOKUZUNCU BÖLÜM
ARGUVAN………………………………………………………………………………………………………………………217
“Zannederdim aşkımı bir şûha bağlarsam geçer [….]
Bitmiyor hüznüm gülmekle, belki ağlarsam geçer.”
Hafız Kemâl
BİRİNCİ BÖLÜM
GÖZ SİLİMLİĞİ
“Bir insan çok şerefli olabilir ama cenazesine kimin
geldiği hava durumuna bağlıdır!”
Rud Lurie
Ağıtçı Kadın, yerleri süpüren yırtık kara elbiseleri, bu yırtıklara düğümlediği renk renk çaputları, başına sardığı kara yazmaları, aslanağızlı asası, beline kemer niyetine doladığı kurt ve çakal kuyrukları, iki kaşının ortasıyla elinin tersindeki dövmeleri, bileklerine geçirdiği stres bileziği ve yırtık ayakkabılarıyla elli yıl boyunca kim nereden çağırdı, hangi evden bir cenaze kalktıysa vakit sektirmeden ayaklanıp yollara düştü. Sanki dünyaya sadece ölülerin ruhunun selamete ermesi için gelen bu kadın, yıllarca denize kıyısı olan şehirlerden uzak dağ köylerine, kışların bir leke gibi yapışıp kaldığı diyarlardan kar yüzü görmemiş ovalara, bayındır ormanların çepeçevre sardığı nemli yurtlardan bir ejderha gibi alev kusan bozkır illerine varana değin cümle memleketi gezerken ne yollardan erindi, ne de artık takati kalmayan ayaklarından dert yandı. Kendisi gibi zamanla yaşlanan aslanağızlı asasına tutunup bir kiraz yaprağı gibi rüzgârın önüne düşerken, çoktandır bir mezar yerine dönmüş Anadolu’nun kasaba ve şehirlerinde ağıtlar yaktı, senelerce ölülerin ruhlarına gül suyu ferahlığı verip kalanların kalplerinde biriken, âdeta bir irin halini alan acılarını akıtmalarına yardım etti. Anadolu’nun bu son ağıtçısı, her seferinde ölünün kapıdaki ayakkabılarına bakarak iç geçirdi, rahmetlinin henüz yorgan döşek gezen kokusunu içine çekti, mevtanın elbiselerini kucaklayıp bir yakınından hikâyesini dinledi. Ölenin kim olduğunu, neler yaşadığını, hangi zorluklarla büyüdüğünü, neden öldüğünü, hangi muradını tamamlamadığını, içinde hangi ukdenin çözülmediğini, bu dünyadan göçerek kimleri yalnız başına koyduğunu, son anlarında neler söylediğini, arkasında hangi boşluğu bıraktığını öğrendikten sonra kendisini bekleyen kederli kalabalığın tam ortasına kurulup üç gün üç gece boyunca devamlı ağıt yaktı. Gömlekler, ceketler, çorap ve mendiller, yazma ve kasketlerle allı pullu elbiseler yaşlı kadının ellerinde havaya yükseldi ve ağzının içinde bekleyen kederli kelimeler odanın içinde bir o yana bir bu yana döndü. Gözleri kurumuşların, içine atmışların, ağlamayacağım diye bin yemin etmişler ile taş kalplilerin bile gözlerini bir pınar gibi akıtıp senelerce cümle memleketin acısını aldı. Ağıtçı Kadın’ı dinleyenler sinelerini dövüp tırnaklarını yüzlerine geçirirken, o sadece Allah’ın sevgili kullarını değil, düzenbaz, hilebaz, nebbaş, katil ve cinsî sapıklar gibi cehennem ateşiyle yanmaya layık olan en kirli kulları bile feraha çıkarıp onları mahkeme-i kübraya temiz hal kâğıdıyla yolladı. Yaktığı ağıtlar yardımıyla, faydasız bir hayat yaşayan en sütü bozuk ölüyü dahi benzerine evliya tezkirelerinde bile rastlanmayan bir mertebeye çıkardı. Kahveye giderken yere yığılan birini sanki Kâbe’ye varamamış bir mümin ya da fazla içtiği için ölen bir başkasını zemzem suyunun hasretiyle ölmüş bir tarikat ehli gibi tasvir etti. Düzenbazları itikatlı, hilebazları emin, cinsî sapıkları pirüpak, birbirinden fena huyları olan en işe yaramaz hovardaları bile hak yolunda birer veli olarak çizdi. Haliyle, bulutların üzerinde ölünün amel defterini karıştıran melekler bile, herhalde bir yanlışlık yaptık diye ellerindeki eskimiş defterin tozlu sayfalarını çevirerek yazdıklarını yeniden incelemek zorunda kaldı. Böylece, kırışmış yüzü dövmelerle kaplı olan Ağıtçı Kadın yüzünden ölümün tozlu yolları tastamam elli yıl boyunca gözyaşlarıyla sulandı durdu Anadolu’da. Onun iç parçalayan ağıtları sayesinde, herkes şer tarafına doğru hareket eden teraziyi dengeleme, cennetteki on sekiz ırmakta şen şakrak bir halde yıkanma fırsatı buldu. Mendiller, yazma kenarları, tülbent ve kurumuş yanaklar hep onun sayesinde ıslandı. Mezarlarında huzursuzca dönüp duran ölüler, ruhlarını arkalarından yakılan bu içli ağıtlarla teslim etti. Yaşlı kadın ise, her ağıt bitiminde görevini layıkıyla yaptığına kanaat getirip kara elbisesinin sağlam bir yerini yırtarak, ölülerin elbisesinden kopardığı bir parça çaputu o söküğe düğümledi ve yeniden tozlu yollara koyuldu. Otobüslere, tren ve vapurlara binip her seferinde başka bir ölünün ruhu için ağıt yaktı. Günler, aylar geçtikten sonra, ölümün arada bir soluklanmasını fırsat bilip birbirinden maharetli saz âşıklarının ıssız vadi ve gözelerde kederli türküler yaktığı eski Arguvan’daki yıkık dökük evine döndü. Gece boyu buz gibi dut rakısı içip durmalarına rağmen, rakıdan değil de yaktıkları türkülerden sarhoş olan âşıkları dinleyip yorgun başını kir pas içindeki döşeğine koydu. Bir kulağı vadide yankılanan türkülerde, bir kulağı yoldan gelecek hışırtıda, yatağında öylece uyuyup kaldı günlerce. Lakin hastalıktı, savaştı, kazaydı, Allah’ın emriydi, oydu buydu derken Anadolu’da ölümün mesaisi hiç sona ermediği için, bir zaman sonra yeniden taziye evleri, seneidevriye ve hatimlerin yolunu tuttu yaşlı kadın. Üç gün üç gece boyunca yaktığı ağıtlara karşılık kendisine ödenen göz silimliği parasını boynundaki keseye sıkıştırıp o diyar senin bu diyar benim demeden elli yıl boyunca sadece geride kalanların değil, gözü bu dünyada kalan ölülerin ruhunu da ferahlattı. Fakat zaman denen illet hep aynı düzende geçip gitmezdi. Zamanın bazen durması, işlerin durduk yere sarpa sarması, o sonsuz gibi görünen akışın bir yerde kesilmesi gerekirdi. Nihayet, onca vakit zamanın o çok kıymetli kanatları altında bir gün bile gıkını çıkarmadan ömür tüketen yaşlı kadına günün birinde nedenini kimselerin bilemediği bir hal oldu. Her ne olduysa, uğursuz bir senenin gelip memleketin üzerine çöreklendiği, kar kıyamet bir kışın yaşandığı o yılın baharında yaşandı. O yıl hayli zorlu geçen kış nihayet bitti ve Arguvan’daki dereler çağlayıp ağaçlar yeniden yaprağa durdu. Lakin memleketin her tarafından durmaksızın ölüm haberlerinin geldiği o bahar, Ağıtçı Kadın bir gün ansızın tek göz odalı evine kapandı ve o zamana kadar herkese araladığı kırık dökük kapısını bir daha kimseye açmaz oldu. Yıllar yılı başkalarının hayatı hakkında acı dolu destanlar düzerken, o günden sonra kimseye kendi ömrüne dair bir cümle dahi kurmadı. Arguvanlılar, toprak kayması sonucu eski kasabalarını terk edip doğuda yeni bir şehir kurmuşlardı. Ama herkes evini barkını bırakıp bu yeni kasabanın yolunu tutarken, yaşlı kadın susuz ve elektriksiz bu eski yerde bir başına yaşamayı yeğlemişti. İşi gücü olmazsa yeni Arguvan’a pek inmezdi. Kendisine hürmette kusur göstermeyen kasabalıların bakışları altında tütünü bitmişse tütün alır, radyo pili, tuz, şeker, yağ alır; onun bunun fiyatını sorup zamandan geri kalmamaya çalışır, sonra da gerisin geri evine dönerdi. Bu yüzden kasabalı, yaşlı kadının evine kapandığını, artık ağıda gitmediğini ilk başlarda bilemedi. Zaten ihtiyarlar o yılın yaman kışına karşı pek dayanıklı çıktığı için ölüm o bahar yanlarına pek uğramadı. O günlerde Arguvanlılar onun yokluğunu bir an bile hissetmeyip neşe içinde türkü ve boğma rakılarına gömüldüler. Ölümün her canlının başında salınıp durduğunu, er ya da geç kapılarını çalacağını unutup günlerini hayatın zevk ü sefasına harcadılar. Ağıtçı Kadın’sa, o bahar günlerinin birinde, odasının bir köşesinde kir pas içinde duran kap kacağa, çatlamış duvarlara astığı türlü renkteki tespihlerin dağınıklığına aldırmadan başını bağlayıp kendisini yataklara attı. O vakitten sonra, kimi zaman türkü ve ajans dinlemek için başucuna koyduğu küçük transistorlu radyoyu bile açmadı ve bir gözü pencerede, hep dışarıya baktı. Ne zaman geleceğini kimsenin bilemeyeceği ölüm, aniden ortaya çıkacakmış gibi yaşlı gözlerini evinin önünde uzayan ağaçlı vadiye, bu vadinin içinden akan dereye, sanki bin yıldır oradaymış gibi sallanan ağaçlara, yıkık dökük halde bekleyen eski kasabanın viranelerine dikti. Fakat dünya üzerindeki herkes ve her şeyin sonu beklemeye yazgılıyken, ölümün bir dakika bile beklemeye tahammülü yoktu. Anadolu’nun dört bir yanında güllük gülistanlık geçen bir-iki haftanın sonunda, baharın tadını henüz almış ihtiyarlar birer ikişer ölmeye, cami ve cemevlerinden yeniden dört kollular kalkmaya başladı. Ölüden geriye kalan biçare ve kederli insanlar da, biraz olsun ferahlamak için haliyle Arguvan’ın yolunu tuttu. Ama yaşlı kadın kederli ölü sahiplerini, seneidevriye ricacılarını, kendisine kasabanın ileri gelenleri vasıtasıyla haber gönderen varlıklı beylerin davetini dahi kabul etmedi. Kimine hastayım dedi, kimine başka bir yere davetli olduğunu söyledi, kimini düpedüz azarlayıp çürümüş ahşap kapısından kovdu. Böylece, birkaç zaman evine gelen giden olmadı. Fakat çok geçmeden, bu virane haldeki evin bulunduğu tepede soluklanan ricacılara yenileri eklendi. Fakat onlar da bir sonuç alamadılar.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıUcunda Ölüm Var
- Sayfa Sayısı227
- YazarKemal Varol
- ISBN9789750518799
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Modernlik Zemini: Barok Aşırılık ~ Mehtap Serim
Bir Modernlik Zemini: Barok Aşırılık
Mehtap Serim
Klasik mimarlık ve sanat tarihyazımında “barok” çokluk ya estetik bir kategori ya da bir dönem adı olarak anılır. Başlangıçta, alışıldık olanın dışındaki her şeyi...
- Unutursun ~ İclal Aydın
Unutursun
İclal Aydın
Bütün hayatlar birbirine çıkar. Büyük bir şehrin kimi sahile kimi yokuşa çıkan yolları gibidir ömürler. Bizi birbirimize düğümleyen yollar, derken tam da bunu söyler...
- Şahane Gelin ~ Fatih Murat Arsal
Şahane Gelin
Fatih Murat Arsal
Özelliklezengin ve yakışıklı bir erkek için bu zoraki evlilik dehşet vericiydi. Kısıldığı bu kapandan tüm kalbiyle nefret etti. Ama sürprizlerle dolu olan karısından değil!...