Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Uçlarda Gezintiler & Tourette Sendromuyla Yaşamak
Uçlarda Gezintiler & Tourette Sendromuyla Yaşamak

Uçlarda Gezintiler & Tourette Sendromuyla Yaşamak

Gökçe Esen

Oliver Sacks, yaklaşık bin kişiden birinde Tourette Sendromu görüldüğünü söylüyor. Bu kaba bir hesapla, Türkiye’de 70000 Tourette Sendromlunun var olduğunu gösterir. Oysa bu sendrom…

Oliver Sacks, yaklaşık bin kişiden birinde Tourette Sendromu görüldüğünü söylüyor. Bu kaba bir hesapla, Türkiye’de 70000 Tourette Sendromlunun var olduğunu gösterir. Oysa bu sendrom toplumumuzda pek bilinmemektedir.
Sizin de çocuğunuzda tikler varsa, ona obsessif-kompulsif ve/veya hiperaktivite tanısı konmuşsa veya öğretmenleri tarafından çok yaramaz olduğu defalarca vurgulanmışsa bu kitabı okuyun.
Tourette Sendromuyla yaşayan ve üniversitede istediği fakülteden başarıyla mezun olan bir gencin gerçek yaşam öyküsüne şahit olacaksınız.

***

Teşekkür

Eşime bu kitabı yazmam için bana verdiği cesaretten ve oğluma da ben yazarken severek yaptığı müzikle verdiği destekten, Alp’e, kitapta onun yazılarını yayımlama isteğimi sevinçle karşılamasından,  görümcem A.U. ve kızı P.U.’ya da okuyup düzeltmelere katkıda bulunmalarından,

Pan ailesinin tüm sıcak insanlarına; kelimeleri ve cümleleri bir mühendis titizliğiyle analiz eden sevgili Işık-Ferruh Gençer’e, sevgili Fatma Tulum’a, yaklaşımları ve bu kitabın yayımlanmasında gösterdikleri sabır ve verdikleri destekten ötürü,

Ve de beni derinden etkileyerek kalemime sarılmama neden olan sevgili dostlarıma teşekkür ediyorum.

Gökçe Esen

Not: Bu kitaptaki kişiler ve olaylar gerçektir. Kişi isimleri, kişilerin gerçek isimleri olmayıp yazar tarafından değiştirilmiştir.

Giriş

Bu kitap Tourette Sendromu sayesinde yaşantımızı yeniden gözden geçirmemizi sağlayan, yaşama bakışımızı renklendiren olayları ve bunlara ilişkin yorumlarımı içermektedir. Kitabın taslağı, olayları çağrışımlar dizisi olarak zamanda ileri geri zıplamalarla ve aralarda yorumlarla aktaran; karmakarışık harmanlayıp sonra çözümleyen bir çalışmaydı. Işık Hanım’ın önerisi ile zamansal bir düzene oturtmaya çalıştım. Yaşamımız da bu kitabın taslağı gibi karmakarışık, bir o kadar da çok renklidir.

Bu kitap doğaçlama yazılmıştır. İçimden geldiğince… Herhangi bir başkasına benzetmeye çalışmadan. Günlük olayların kışkırtmasıyla anılarımıza yolculuk yaptım. Yaşamımızı irdeleyerek kendimizi yazdım. Aralarına eskiden beri sakladığım resim ve yazılardan ekledim. Okuduğum kitaplardan edindiğim bilgilerle yaşadıklarımızı ilişkilendirmeye çalıştım. Kendimce, geçmişimle bugünüm ve sürekli geliştirmeye çalıştığım bilgilerimle yaşadıklarım arasında ipuçları yakaladım. Başkalarını değiştirmek yerine kendimi geliştirebilme ve değiştirebilmenin daha kolay ve mümkün olabileceğini öğrendim. Üstelik gördüm ki bendeki gelişim çevremdekileri de olumlu etkiliyor ve mümkün olduğu ölçüde kendilerine çeki düzen vermelerini sağlayabiliyor. Pişmanlık duymak, suçlamak, şikâyet etmekle zaman kaybetmek yerine birbirimizi anlamaya çalışmak, iletişimimizi güçlendiriyor.

Yaşamımızdaki olayların nedenlerini irdelemek; geliştirdiğimiz bilgi, gözlem ve deneyimlerimizin ışığı altında yaşadıklarımızı “görebilmek” bizleri güçlendirdi. Bu “gücü” elde etmek için nasıl çabaladığımızı sizlerle paylaşabilmek için bu kitabı yazdım. Sevgili eşim bu konuda bana çok büyük bir destek verdi. Bu süreç her şeyden önce bana çok iyi geldi. Ben yazarken çok mutluydum. Beni gözlemlediğini hissettiğim oğlum da benim bu mutlu halimden etkilenip kendini daha iyi hissetmeye başladı. Bana müziği ile olabildiğince eşlik etti; piyano, klavye, kemençe çalarak veya sevdiğim müzikleri CD’lerden dinleterek… Bu iyi halimiz ve bu kitap sayesinde yaşamımızı gözden geçirmemiz, dış olayların etkisiyle karıştıysa da üretkenliğimizi etkilemedi. Birbirimizi daha iyi anlayabilmemizi sağladı.

Bu satırlarla ben sadece bizleri, kısmen etkileşim halinde olduğumuz kişi ve ortamları anlattım. Bizler için iyi bir şey yaptığımı, bu satırları okuyanlar için de kötü bir şey yapmadığımı varsayıyorum.

Hoş Geldin “Kağan”!

Yıl 1983, bir Pazar günüydü. Doğum zamanım hesaplanana göre bir haftaya yakın gecikmişti. O gece uyandığımda, belden aşağım ıslaktı. Annemin beni doğururken yaşadıkları aklıma geldi: “Seni doğururken suyum önceden geldi. Ablam hastaneye göndermek istemedi (O zamanlar teyzem eşini hastanede kaybettiği için doktorlara karşı güveni sarsılmıştı). Eve ebe çağırdık. Seni tam 8 saat sonra doğurabildim. Acıdan öyle bağırıyordum ki sokaktan geçen insanlar evin kapısını çalıp ‘içeride ne oluyor?’ diye soruyorlardı.”

Kadın doğum doktoru, acil bir şey olursa diye bize ev telefonunu vermişti. Can hemen doktoru aradı, o da bizi doğum yapacağım hastaneye yönlendirdi. Doğum normal gerçekleşti. Ancak, ek olarak sancı serumu verildi. Sancı serumu o an için bir işkence, sonrası için de tam bir komediydi benim için. Kalçadan iğneyle verilen serum öyle bir sancı yapıyordu ki, avazım çıktığınca “İmdat, doktorlar bana işkence yapıyorlar.” diye bağırıyordum; sesimi doğumhanenin üç kat aşağısından kayınvalidem duymuştu.

Ve öğleden sonra Kağan doğdu. Can da doğumhaneye benimle girmişti. Doğum bittiğinde o benden daha bitap bir haldeydi.

Kağan oldukça iyi görünüyordu. Çok keyifli bir duyguydu anne olmak. Ertesi gün eve döndük. Ben emzirebiliyordum. O da bir hafta içinde kafasını dimdik tutabiliyordu. Hemşire olan karşı komşumuz çok şaşırmıştı.

Kağan’ın Bebekliği

Karyolasına elini uzatınca tutabileceği bir halka asmıştım. Nerdeyse gözlerinin açılmasıyla o halkayı tutması aynı zamanda oldu. Hareketli, kıpır kıpır bir bebekti. Ama benim için bu hareketlilik normaldi. Ben de kendimi bildim bileli hareketli olduğum için sakin bebek gördüğümde “Acaba rahatsız mı?” diye düşünürdüm. Annem, yakınlarım benim bebekliğim için çok hareketli ve sonrası için “düz duvara tırmanan”, “telaşlı, merdivenlerden inerken kendini aşağıya bırakıveren”, Can için de kayınvalidem “yerinde duramaz, sıkılır” diye sözettiklerinden bizim normalimiz “bu”ydu. Ayrıca, düzgün aralıklarla kontrole götürdüğümüz çocuk doktoru da Kağan’ın gelişiminden çok memnundu.

Karşı komşumuz, annem, babam, eşimin annesi ve anneannesi, halası, herkes Kağan’ı neşeli ve hareketli olarak değerlendiriyorlardı. Kağan 4-5 aylık bebekken karşı komşumuz onun duygulardan etkilendiğini fark etmişti. Çünkü Kağan onun üzüntüsünü anlamıştı. Yine o zamanlar, Can’la aramızda geçen bir tartışma sırasında, Can’ın sesi yükselince Kağan’ın iç çeke çeke uzun süre ağladığını hatırlıyorum.

Kağan’la bebeğiyle oynayan küçük bir kız gibi oynuyor, ona saatlerce şarkılar söylüyordum. Can da Kağan’ı saatlerce kucağında gezdiriyor, hoplatarak, zıplatarak oyalıyordu. Şarkılar, sesler ve hareket üçümüzü de çok eğlendiriyordu.

Kağan 6 – 7 aylıkken anneannesinin evinde duvar saatinin her yarım saat ve saat başı çalma sesinin aynısını taklit ederdi:

–    Dannn, dannn, dannnn, …

Dedesinin komik bir şekilde söylediği “Bir sağa bir sola dön Timur ağa” şarkısını kahkahalar atarak dinlerdi.

1,5 yaş civarı mutfakta kırılan cam kabın sesine salondan verdiği tepki:

–    Kö nö nö nö nönnnn

1 – 1,5 yaşlarında, televizyon ekranını monitör olarak kullanan küçük bir bilgisayarı bize dikkat ederek öğrenmiş, değişik sesler çıkaran denemeler yapıyordu.

İstanbul’da akıp giden yaşamımız, Can’ın Danimarka’da bir işe girmek istemesiyle yön değişitirdi. Danimarka, bizler ve özellikle de Kağan için Danimarka öncesi ve sonrası diyeceğimiz bir dönemi başlatmıştır.

Kağan yurt dışına gitmeden önce de hareketliydi. Ama dede, büyükbaba, anneanne, babaanne, nine, hala, dayı ve komşularla yoğun iletişimi vardı. Gerçi genelde akrabalar da hep sıkıntılı ve takıntılıydılar. Ama yoğun ilgi ve sevgi ortamında tüm karmaşaya rağmen yine de sosyal bir şekilde büyüyordu. Ancak Can, eskiden beri hep görmek istediği kuzey ülkesine gitme fırsatını mutlaka değerlendireceğini söylüyordu. Evliliğimizin ikinci yılıydı ve ben Can’ın yalnız gitmesini istemiyordum. O sıralar normalin üstünde inatlaşma ve kıskançlık duygularım ön plandaydı. Can da inatlaşmada ve kışkırtmada benden geri kalmıyordu. Sık sık Kağan’ın yanında tartışıyorduk. Can önden gidip bir ay sonra da bizim gelmemizi istiyor, ben ise “gidilecekse hep birlikte” diye tutturuyordum. Ve hep birlikte gittik. İlk bir ay ev bulana dek otelde kaldık. Tabii ki hayat küçük çocukla pek kolay olmadı. Can, sürekli bana inatçı olduğumu söyledi durdu. Sonunda ev bulununca bir süreliğine sakinleştik. Ancak 3-4 haftada bir görüştüğümüz Türk arkadaşlarımız dışında hemen hemen hiç kimseyle görüşmüyorduk. Yaşantımız nerdeyse üçümüzle sınırlanmıştı. Ve ben çok bunalıyordum.

Danimarka’da insanlar esnek zamanlı çalışabiliyorlardı. Can, benim ev dışında bir ortama girme isteğimi anlayışla karşılayarak, haftada bir gün işyerinden birkaç saat erken çıkabileceğini ve Kağan’la ilgilenebileceğini söyledi. Ben de İngilizcemi ilerletmek ve sosyal bir ortamda bulunmak için kursa başladım. Ancak, bir iki ay sonra, haftada bir gün erken çıkmak Can’ın işi ile ilgili sıkıntı yarattığı için, kursu sürdüremedim.

Can, işinden ve Danimarka’dan beni şaşırtacak derecede çok şikâyet ediyordu. Onun da Kağan gibi çabuk sıkıldığını orada anlamıştım. Çok çabuk kavradığı Danca (Danimarka dili) sayesinde, sokaktaki yazıları kolaylıkla okuyordu. Bu yazılardan Danimarkalıların yabancıları sevmediklerini anlıyordu. Bu da onu çok rahatsız ediyordu. Ayrıca işyerindeki patronunun kendisine geri zekâlı gibi davranmasından ve daha nice olumsuzluktan yakınıyordu…

İstanbul’da çevresindekilerin sorunlarını dinlemekten bunaldığını sandığım Can, Danimarka’da nerdeyse daha da bunalımlı bir hale geldi. Ben de ruhsal olarak hiç iyi değildim; hem Can’ın mutsuzluğundan git gide hayal kırıklığına uğruyordum, hem de İstanbul’daki yakınlarımı, özellikle annemi ve renkli, üretken yaşamımı özlüyordum.

Bizim sıkıntılarımız; ses tonumuzdaki, yüzümüzdeki gerginlikler, sabrımızın yetersizliği, Kağan’ı iyice hareketlendirmişti. Hiç yerinde durmuyordu. Marketlerde koşturuyor, eline geçeni savuruyordu. Ancak açık alanlarda, uzun yürüyüşlerde sakindi. Dışarıda, kapalı ortam olarak sakin olduğu neredeyse tek yer; yap-boz yaptığı, kitaplara baktığı, çocuk kütüphanesiydi. Bir de evde ben ona şarkı söylerken, babası resim yaparken ve masal kitabı okurken çok huzurlu oluyordu. Bizim keyifle odaklanmış, ritmik şekilde kitap okuma, şarkı söyleme sesimiz ve çevreden duyduğu sesler Kağan’ın ilgisini çekiyordu.

Danimarka’da 1,5 – 2 yaşlarındayken lavabodan akan su sesine odadan verdiği tepki:

–    Raka raka olmaz.

Keyifsiz ve tartışmalı diyaloglarımızdan da hemen etkileniyor, hareketlilik ve huzursuzlukla tepkisini gösteriyordu. Bu şekilde, üçümüzün de yaşamı birbirimize bağlı olarak gelgitlerle doluydu. Danimarka’ya 9 ay dayanabildim. Daha önce, Türkiye’deyken yarım gün bir dershanede programlama dersi veriyor, ev işleri ve çocuk bakımını yakınlarım ile paylaşıyordum. Danimarka’da yaşamı paylaşacağım pek kimse yoktu. Hayal ettiğimiz gibi huzurlu olamadık.

Ayrıca, her ne kadar Can’ın işinden ve ortamdan sürekli şikâyetini öne sürsem de, ben de Türkiye’ye dönmek için bahane arıyordum. Annemin beni hep yakınında istemesi de Danimarka’daki yaşantımızı normalleştirmeye yönelik davranmamı engellemişti. Açıkçası, kolay pes etmiştim. Benim ısrarımla Türkiye’ye döndük; Can kendisi kararsızken benim kararımla dönülmüş olmasından hiç memnun değildi ve döndüğümüz için bana yıllarca söylendi durdu. Yarattığımız bu gerilimler Kağan’ı da etkiliyordu.

Yakınlarımız çok sevinçliydiler. Kağan, aşırı bir ilgi ortamına tekrar dönmüş oldu. Nerdeyse Türkiye’ye döndüğümüzün ertesi günü Can’la birlikte iş aramaya başladım. Bizi birlikte kabul eden bir işe girip sonra ertesi günü işten ayrıldık. Daha sonra Can ve ben farklı işler bulup çalışmaya başladık. Kağan’ın kafası bizim trafiğimizden iyice karışmıştı.

3 yaş civarındaydı. 9 ay kalabildiğimiz Danimarka’dan döneli 3 – 4 ay olmuştu. Hareketliliği doruk noktasındaydı. Bir hafta sonu benim liseden bir arkadaşımın evindeydik.

–    Çişim geldi!, dedi.

Kağan’ı tuvalete götürdüm, sonra sifonu çektim. Alaturka tuvaletin sifonu Kağan’ın şimdiye dek girdiği diğer tuvaletlerin sifonlarından çok daha fazla bir sesle suyu boşalttı. Tuvalete girene dek evin içinde dört dönen, yerinde oturamayan Kağan, tuvalet çıkışı ürkmüştü. Uslu bir şekilde yanıma oturdu ve bana iyice sokuldu. Salondaki herkes bu değişime şaşırmıştı. “Yaramazlık yapma sifonu çekeriz!” diye takılanlar bile oldu.

Ani sifon gürültüsünün ortaya çıkardığı korku, oğlumun aşırı hareketliliğini bastırmıştı. Şimdiye dek bir dış etkenin onu bu kadar korkuttuğunu gözlememiştim. Uzun süre klasik tuvaletlerin sifonlarından korktu. Acaba seslere olan duyarlılığı yaşıtlarından daha mı fazlaydı?

Danimarka dönüşü çok kısa zamanda tam gün bir işte çalışmaya başlamam Kağan için de benim için de ani bir geçiş oldu. Danimarka’da Kağan’la birbirimize aşırı bağlanmıştık. Ben kaygıyla işe gidiyordum. “Kağan’ı ve kendimi ortama yavaş yavaş alıştırmadan işe girerek doğru mu yapmıştım?” Emin değildim, içime sinmeyen bir şeyler vardı. Kağan da beni çok özlüyordu; akşam eve döndüğümde sürekli yanında olmamı istiyordu. Benim ona aldığım tüm kitaplara birlikte bakmak istiyor, hoşuna giden bir şey olursa da defalarca bakıyor ve baktırıyordu. “Buraya bak, bana bak, bana bak…”

Evde ben olmayınca annem daha çok yemek yapıyor, ev işlerimize destek oluyor, babam ise Kağan ile ilgileniyordu. Ayrıca hergün birlikte televizyonda çocuk programlarını seyrediyorlardı. O zamanların çocuk programları içinde Susam Sokağı, Kağan’ın en çok sevdiği programdı. Ayrıca dedesiyle birlikte değişik programlardan çocuk şarkıları öğreniyorlardı. Dedesi şarkı sözlerini deftere yazıyor, sonra birlikte tekrarlıyorlardı. Dedesinin, bazı zamanlar, çocuk programları dışında başka programları izlemesi, Kağan’ın canını sıkıp onu sinirlendiriyordu. Dedesi de Kağan sinirini içinden atsın diye saçını çekmesine bile izin veriyordu. Aynı saç çekme davranışını ben de küçükken yaparmışım! Ama Kağan’ınki daha aşırıya kaçıyor, benzer davranışı anneannesi ile birlikte gittiği komşulara da yapıyordu. Şaşıran hanımlar gülmeye başlıyorlar, onlar güldükçe Kağan da davranışını yineliyordu.

Kağan gün geçtikçe daha da hareketlendi. Otobüslerde bile sıkılınca koşturmaya, önünde oturanların saçını çekmeye başladı. Can ise bu durumdan çok rahatsızlık duyuyor; Kağan’a karşı dedesi, anneannesi ve bana göre daha sinirli davranıyordu. Şımartıldığı için Kağan’ın böyle aşırılık yaptığını söylüyordu. Gerçekte her birimizin tutumu o günkü ruh halimize göre dengesiz bir değişim gösteriyordu. Açıkçası herbirimizin davranışları için geçerli olan tanım “tutarsızlık”tı.

Babam bir keresinde “Kızım, sen de küçükken çok hareketliydin ama Kağan daha farklı. Babası da dayanamıyor, bak sinirleriniz bozuluyor. Çok zeki bir çocuk her şeyi çabuk kavrıyor. Ancak nörolojik bir problemi olduğunu sanıyorum. Bir hastaneye nöroloji bölümüne götürün. Bana sorarsan Kağan’la inatlaşmamalı, dikkatini başka konulara çekmelisiniz.” demişti.

Evet, babam bu konuda haklıydı. İstediği her şeyi bu kadar hızlı öğrenen bir çocuk kurallı, kalabalık ortamlarda ve sıkılınca neden bambaşka bir çocuk oluyor, hiç kimseyi dinlemeden koşturuyor, eline geçeni fırlatıyordu? Biz de bu davranışlar karşısında çok panik oluyorduk. Ayrıca Danimarka öncesi ve sonrası arasında herkesin fark edebileceği bir davranış değişikliği sözkonusu olmuştu.

Gelişim Nörolojisi

Can ile birlikte Kağan’ı bir üniversitenin Gelişim Nörolojisi bölümüne götürdük. Kağan yine sıkıntıdan yerinde duramıyordu. Doktorun sorularını hiç dinleyemedi. Odadaki tekerlekli sandalyeyi ittirdiği gibi koridora fırladı. Sandalyeyi iterek koridorda çok eğleniyordu. Ben bir taraftan doktorla konuşmaya çalışırken diğer taraftan gözüm hep Kağan ve Can’daydı. Can da Kağan’ı durduramadığı için sinirden kuduruyordu. Bu arada doktorun sorularını yanıtlıyordum:

–    1983 doğumlu, 40 günlükken yatağının tepesinden astığımız ipin ucundaki halkayı tutup sallıyordu.
–    Üç aylıkken eve ziyarete gelen her farklı misafire farklı sesler çıkararak tepki veriyordu.
–    4 – 5 aylıkken babası sinirlenirse alınıp içini çeke çeke ağlıyordu.
–    6 – 7 aylıkken duvar saatinin sesini taklit ediyordu.
–    8 – 9 aylıkken kelimeleri söylemeye, bahçesi içinde yürümeye, bir yaş civarında konuşmaya ve her yerde yürümeye başladı.
–    Yürümeye başladıktan kısa bir süre sonra pencereden dışarı anahtar atmaktan çok zevk alıyordu (metalin yere vurunca çıkardığı ses için attığını daha sonraları söyledi).
–    1,5 yaş civarı çocuk kitabındaki farklı geometrik şekilleri çok kolay ayırt ediyordu. Boynu bükük bir papatyayı sokak lambasına benzetmiş ve resmini çizmişti. Bir de kendi kendine armut resmi çizdi.
–    2 yaşlarında bilgisayarı çok rahat kullanıyor, oyunlardaki müzik seslerine, Chopin’in cenaze marşına kendine söylenen sözleri uyarlıyordu, “Naa – na – na – naa – na – ton ton adam.” Müzik eşliğinde benimle dans etmeyi de çok seviyordu.
–    3 yaş civarı okumanın mantığını anlamıştı. Canı isteyince okuyordu. Sayı saymayı çok çabuk kavramıştı.
–    Şimdi (3,5 yaş), dikkatini verebilse, örneğin, “1099’dan sonra kaç gelir?” sorusuna “1100” yanıtını verir, istediği kadar sayabilir.

Doktor bunları bu hareketlikle nasıl öğrenebildiğini sorunca, devam ettim:

–    Sokakta, ayakta, yürürken. Ayrıca bilgisayarda müzikli oyunları seviyor ve oturuyor. Mesela saymayı merdiven çıkarken açıkladım; ikişer, üçer, dörder, beşer… Hemen kavradı. Baktım, yeni bir şeyler öğrenmek iyi geliyor; ben de odasının duvarlarına ilgisini çekecek şekilde yazılar, şiirler, resimler yapıştırdım. Bir de oyuncakçıdan bir sayı terazisi bulmuştum; Kağan onunla oynamayı çok seviyor. Bir de legolarla oynamak, onları gruplamak çok ilgisini çekiyor.

Nörolog bizi hastanede bir psikologla görüştürdü. Ancak psikolog da Kağan’la iletişim kuramadı. Kağan sıkıntıdan yerinde duramıyordu. O etrafı karıştırmakla meşgulken, ben de Danimarka öncesi, Danimarka ve sonrası yaşantımızı özetlemeye çalıştım.

Hastanede, daha sonraki günlerde Kağan’a oldukça zeki, hiperaktif çocuk tanısı konuldu. Ailecek bir psikolog ile görüşmemiz önerildi.

Aile Danışmanı Psikolog ve Pedagog

Psikoloğa haftada bir gün gitmeye başladık. Ama aile içi çekişmelerimiz devam ediyordu. Can ile ben, aile danışmanı psikolog ile görüşürken Kağan bir pedagog ile oyun oynuyordu. Pedagog, Kağan’ın bir çubuğun üstüne farklı yarıçaplardaki çemberleri hızla geçirdiği halde benzer deneyimi birkaç kez yinelemek istemesini takıntı (obsesyon) olarak değerlendirmişti.

Yine ailecek psikoloğa randevumuz olduğu bir gün ben Kağan ile önden gitmiştim. Daha sonra işyerinden gelen Can’a psikolog “Nasılsınız?” deyince Can “Her zamanki gibi kötüyüm?” diye yanıtlamıştı. Ben hep duyduğum bu “kötüyüm” kelimesine tepki vererek “Dışarıdan çok iyi görünüyorsun!” deyince psikolog da beni onaylamıştı. Bunun üzerine Can iyi göründüğüne çok şaşırmıştı! Ben de onun şaşırmasına şaşırmıştım.

Can bir süre sonra “Karşımızda esneyip duran bu adamdan bana ne hayır gelebilir ki?” diyerek psikoloğa gitmekten vazgeçti. Kağan’la ben biraz daha pedagoğa gitmeye devam ettik. Çünkü Kağan orada resim yapmayı ve oyun oynamayı seviyordu. Ancak, yolun pek yakın olmamasını bahane ederek biz de pedagoğu bıraktık. Evde, pedagoğun yaptığı faaliyetleri, Kağan’ın ilgisini çeken her şeyle çeşnilendirerek sürdürmeye devam ettik.

Dedesi resimle ilgilendiğini görünce, bir süre Kağan’ı bir üniversitenin çocuklar için açtığı resim kursuna götürdü. Kursta genelde gezegenlerle ilgili çizimler yaptı .

Hafta sonları sık sık üçümüz birlikte (İstanbul’daki) Adalar’a gidiyorduk. Doğal ortam üçümüze de iyi geliyordu. Bir taraftan da gezdiğimiz yerlerin coğrafi özelliklerini, şekillerini inceliyorduk. Bu geziler Kağan’ın resimlerine de yansıyordu; tüm adaların üstten, yandan görünüşlerini babası ile birlikte çiziyorlardı. 5 – 6 yaşlarındayken Kağan, babasının tekstilde kalıp çizme ve yerleştirme için yazdığı programı, ada çizimleri için kullanmaktan çok keyif alıyordu. Ben de büyük kağıtlara dev labirentler çiziyordum, birlikte bu labirentlerden doğru yolu izleyerek adalara ulaşma oyunu oynuyorduk.

Kağan’ın televizyonda, bilgisayarlarda, radyoda, kasette çalan müziğe ilgisini görünce, eve elektronik klavye aldık. Çok kısa sürede kendi kendine klavyenin inceliklerini keşfetti. Birçok çocuk şarkısını ve sevdiği popüler şarkıyı çalmaya başladı.

Kağan o sıralar yemek yerken çok seçici davranmaya başlayınca ona basit bir kitaptan “Neden çeşnili ve dengeli beslenmemiz gerekir?” diye bir yazı okumuştum. Bu kitap çok ilgisini çekmiş ve tek türlü beslenmekten vazgeçmişti. Her yediğinin içindeki vitaminleri ve ne işe yaradıklarını sorar hale gelmişti.

Çok küçük yaşlarından beri ona aldığım her türlü kitap ile (Canlılar; Evren; Vücudumuz; Makineler; Kara, Hava, Deniz Taşıtları; Hava Olayları; çeşitli masal kitapları gibi) severek ilgileniyor, resimlerine de ilgiyle bakarak sürekli bize sorular soruyordu. Oynadığımız sayı oyunlarından, aldığım çocuk gelişimi kitaplarından Kağan’ın sayılara ve matematiğe içten gelen bir ilgisi olduğunu anlamıştım.

Kağan çok küçük yaşta değişik konuları, okuma ve saymayı öğreniyor diye “Bu nedenle çok hareketleniyor, yükleme yapıyorsun.” diyenler oldu. Zorla öğretmiyordum ki, zorla öğretemezdim de. Ayrıca boşta kalınca sıkılıyor, aşırı hareketlilik başlıyordu.

Kağan’ın Yuva Süreci (1987-1989 İlkbahar)

Kağan için okul öncesi birçok yuva denedik; bir iki gün yuvada deneniyor, ancak, hareketliliği ve kurallara uyamaması nedeni ile kabul edilmiyordu. Diğer çocukları bir şekilde bastıran kurallar Kağan’ı son derece sıkıyordu. Sıkıldığı andan itibaren hareketleniyor, tam anlamıyla ele avuca sığmıyordu. Bu şekilde geçen 5 – 6 başarısız denemeden sonra, çareyi yarım günlük bir yuvada bulduk. Ben de çalışma süremi yarım güne indirdim. (O zamanlar belki de hiç olmayan bir uygulamaydı ve işyeri sahibi bu uygulamayı zoraki, işten atıp tazminat ödemek istemediği için kabul etmişti). Kağan’ı dedesi sabahları taksi ile 4 – 5 km uzaktaki yuvaya bırakıyor, ben de iş dönüşü öğleden hemen sonra yuvadan alıyordum. Bazen yürüyerek eve dönüyor, bazen de Kağan’ın çok sevdiği parka gidiyorduk. Yarım günlük yuvada bile zaman zaman çok sıkılan Kağan hızla bahçeye fırlıyor, kuralları hep zorluyordu. Yuvanın sahibi tam gün parası aldığı ve de yardımcı olmak istediği için ilkokul başlayana dek Kağan’ı bırakmamaya kararlıydı. İyi bir eğitmendi ve Kağan’ın sosyalleşmesine önem veriyordu.

Gerçekten anlayışlı bir yuva ortamı Kağan’a yaramıştı. Zaman zaman çocuklarla da oynuyordu. Sıkıldığı zaman, aşırı hareketlendiğinde çok üstüne varmıyorlardı. İlkokula başlaması yaklaştığı için okul araştırmaya başladım. Özellikle de devlet okulu olmasını istiyorduk. Özel okullar hem çok pahalıydı hem de ortamı karıştırabilen bir çocuk diğer müşterileri kaçırabileceğinden Kağan’ı almak istemiyorlardı. Bugünlerde okullar zinciri oluşturmuş olan bir özel okul, 1989’da, daha yeni kurulmuştu. Kağan için gittiğimizde okulun sahibi açıkça şöyle demişti:

“Çok zeki ve çok hareketli bir çocukla niye uğraşayım! Bu toplumun çok küçük bir yüzdesi değil benim hedefim. Hedef kitlem sakin ve normal çocuklar. Ben kazancımı düşünürüm.”

Böylece tek tek yakın çevredeki devlet okullarını gezmeye başladım. Kağan’ın okuma, yazma ve matematik bilgisini görebilen (sıkılınca asla gösteremezdi!) her okul onu kayıt etmeye hazırdı.

Kağan İlkokulda (1989 Güz-1990 Öğretim Yılı)

Okullarda sınıflar genelde 50-60 kişilikti. Kolejlere giriş için öğrencileri daha çok çalıştıran devlet okulları yoğun talep nedeni ile çok doluydular. Ben evimize en yakın olan ve çevrenin de aşırı ilgi göstermediği, sınıftaki öğrenci sayısı da 35-40’ı geçmeyen bir devlet okuluna Kağan’ın kaydını yaptırdım. İlk bir iki gün okul Kağan’a eğlenceli geldi. Ama derslerin başlaması ve katı kuralların devreye girmesiyle durum değişti: 45 dakika ders, 5-10 dakika teneffüs, öğrenciler bu merdiveni, öğretmenler şu merdiveni kullanacak gibi kurallar Kağan’a göre değildi. Sıkıldı mı dersten dışarı fırlıyor, o sırada da önündeki sıraların üzerindeki kitap, defter ne varsa yere savuruyordu. Öğretmen söz dinletemiyordu. Üstüne vardıkça daha da hareketleniyordu. Bu durumda ben, yarım gün devam ettiğim işten tamamıyla ayrıldım. Patronum tazminat ödemeden benden kurtulduğu için çok memnundu.

Bir keresinde ne yapacağını şaşıran öğretmen acaba etkili olur mu diye saçını çekmiş, Kağan da onun saçını çekmiş. Öğretmen sınıfın ortasında şaşırıp kalmış. “Bunca yıldır öğretmenim, hiç böyle bir öğrenci ile karşılaşmadım.” diyordu. Bir gün de Kağan sınıfta sıkılınca küfretmeye başlamış, öğretmeni ağzı yansın da küfretmemeyi öğrensin diye, bu kez ağzına karabiber sürmüş! Başkası olsa tükürür, Kağan ise ağzı yanıp sulandığı halde tükürüp ziyan etmeyim diye yutunca öğretmen yine şok geçirmiş. Sonunda öğretmen, “Artık dayanamıyorum bu çocuğa, ya sınıftan alın ya annesi gelsin zaptetsin, ben beceremiyorum.” deyince, öğretmenlerin ve müdürün kararı ile ben ilkokul 1. sınıfı Kağan ile paylaşmaya başladım. Ama yine sıkılınca sınıfta duramıyordu; ben de Kağan’la dersten çıkıyor veya o önden fırlayınca otomatik olarak arkasından fırlıyordum. Kağan koştururken, o sıralar “co co şimşek” diye bağırırdı. Dersler ilgisini çekecek şekilde sürerse, oturmaya devam edebiliyordu. Özellikle matematikte, sınıfın en iyisiydi. Çünkü okul öncesindeki öğrenme merakı okula donanımlı başlamasını sağlamıştı. Bu yüzden dersleri dinleyemediği zaman derslerinden geri kalmıyordu. Ayrıca, evde birlikte çalışmaya devam ediyorduk.

Öğretmenin kafası allak bullaktı. Ama diğer çocuklar çok mutluydu. Başka sınıflarda görülmeyen bir hareketlilik vardı sınıfın içinde. Üstelik diğer çocuklar derslere katılmama çok seviniyorlardı. Ben hepsine ilgi göstermeye ve mümkün olduğunca Kağan’la oynamalarını sağlamaya çalışıyordum.

Derken sınıfa Ahmet katıldı. Ahmet’in, Kağan’dan da çok problemi vardı. Derslerle hiç ilgilenemiyor, geçimsiz ve hırçın görünüyordu. Söylentiye göre annesiyle babası ayrılmışlar ve Ahmet’i anneannesinin yanına vermişlerdi. Ahmet sınıfa geldikten sonra sanki Kağan uslandı. Belki de dikkatler Ahmet’in üzerine toplanınca sürekli izlenmenin verdiği stresten kurtuldu veya Ahmet’ten korktu.

Zavallı öğretmenin, evde küçük çocuğuyla, okulda ise çok değişik ve çok yorucu bir sınıfla işi zordu. Bu arada Ahmet, Kağan’ı kıskanmaya başlamıştı. Ben ona yaklaşmaya çalıştıkça bu sefer Kağan hareketleniyordu. Her şeye rağmen Kağan, sınıfta, ilgisini verip dersi dinlediğinde bir şeyler öğrenmeye başlamıştı. Ama hâlâ evde bizimle çalışmayı daha çok seviyordu.

Babasının İngilizce bir öykü kitabından kasete cümle cümle İngilizcesini ve çevirisini okuduğu Alice Harikalar Diyarında’yı Kağan önce dinliyor, sonra aklında kalanları yazıyordu.

Ben evde yapabileceği çalışmaları Kağan’ın istediği şekilde listeliyordum. Bu listeye uydukça ilgili maddelerin üzerine çarpı koyuyorduk. Uymamanın herhangi bir yaptırımı yoktu (Bkz. Şekil 3).

1991 yılında katıldığı yarışmalardan (öykü, şiir, resim) dereceler aldı. Özgürlüğünü Arayan Çocuk adlı öyküsü beden, resim gibi derslerin önemsenmeyip hep matematik çalışmak zorunda kalan bir çocuğun öyküsüydü.

Kağan dışarıda yürürken ilgisini çeken nesneleri dakikalarca inceliyordu. Hidroforlar, buzdolabı motorları gibi özellikle pervaneli, dönen nesneleri.

Bu gibi çeşitli nesnelerin özelliklerinden etkilenerek hayal gücüyle oluşturduğu yaratık için bkz..
Düzgün Aralıklarla Nörolog Kontrolü ve…

Nöroloğa onun gerekli gördüğü zaman aralıklarında devam ediyorduk. Ayrıca onun önerdiği bir başka psikologla görüşmelerimiz de sürüyordu.

O sıralar, nörolog davranış problemleri ve ateşliyken geçirdiği bir kaç havale nedeni ile bir ilaç yazdı (benim ve Can’ın ailesindeki bazı kişilerde çocukluk çağı havaleleri yaşandığını biliyorduk). Bu ilacı en az iki yıl kullanacaktık. Çekilen EEG’lere göre iki yıl sonra bırakılabilirdi. Büyük bir olasılıkla, genetik geçişli, çocukluk çağına özgü bir olaydı.

Kağan sıkıldıkça, evde ellerini sallayarak hoplama zıplama hareketleri yapıyordu. Nörolog bu hareketleri “motor tik” olarak değerlendirmişti. Ayrıca, göz kırpma tiki vardı ve arkadaşları ile oynadıkları “elim sende; ebe” oyununda ille de en son “ebe” demekle ortaya çıkan bir dokunma tiki vardı. (Teyzemin çocuklarından birinde de eline dokunuldu mu mutlaka dokunana dokunma tiki vardır).

Nörolog, “Kağan çevreye (ve size) uyamıyorsa çevre (ve siz) Kağan’a uyacak, sabırla çok ilerleme kaydedeceksiniz, zekâ düzeyi oldukça yüksek bir çocuk, gelgitler hepimizde var, anlamaya çalışılmalı.” demişti.

İlkokul Devam Ediyor…

Bu şekilde Kağan 1. sınıftan ikinci sınıfa geçti. 2. sınıf başladığında Ahmet’in başka bir okula gittiğini söylediler.

2. sınıfta, yandaki sınıfın (bir yıl sonra geçeceği Sevgi öğretmenin sınıfı) velilerinin çoğu emekli bir müzik öğretmeninden çocuklara klavye (elektronik org) dersleri aldırmak istediler. Ben de onlara katıldım. Kağan birkaç yıldır evde oldukça keyifli org çalıyordu. İlkokul öncesi orgu inceleyerek kendi kendine öğrenmişti. Tüm çocuk şarkılarını orgda ezbere çıkarabiliyordu. Artık notaları da öğrenmek istiyordu. Kendisini öğretmenin denetiminde geliştirmek için, müzik derslerine severek ve problem çıkarmadan devam etti. Dönem sonunda arkadaşları ile birlikte okulda konser verdi.

Ahmet gidince 2. sınıfta başrol tekrar Kağan’a geçmişti. Sıkılınca benzer davranışlar, sınıftan dışarı fırlamalar yeniden ortaya çıktığı için ben de Kağan’la 2. sınıfa devam ediyordum. Öğrenmeyi seviyor, ancak dersin sunuluşuna bağlı olarak dikkati dağılıp konuları kaçırırsa da sıkılıyordu. İlgi durumuna göre davranışları farklılık gösteriyordu. Yine çok hareketli geçen 2. sınıfın sonuna doğru öğretmen 3. sınıfta asla Kağan ile uğraşamayacağını söyledi. Yakında kolej sınavları yarışı başlayacağı için daha sakin bir sınıf istemek bu rekabet ortamında tüm öğretmenlerin hakkıydı ama… 1 – 2 hafta sonra okul kapanacaktı. 3. sınıf için çözüm arayacaktım. (Bkz. Şekil 7a ve 7b).

Bana “Bu çocuk böyle okuyamaz, okuldan alın.” diyenler oldu. Kağan’ın okuldan yani sosyal ortamdan uzaklaştırılmasına asla izin vermeyeceğimi söyledim. Eğitim tüm çocukların hakkıydı. Ancak öğretmen değişikliği gerekiyordu, Zerrin Hanım iki ders yılı boyunca çok yorulmuştu. Müdürle konuştum. Yaz tatili sonrası Kağan aynı okulda kalacak, öğretmen değişikliği olacaktı. Ve okul tatile girdi (Bkz. Şekil 8).

Üçüncü sınıf başladığında öğretmenler ve müdür, Kağan’ı başka bir öğretmenin sınıfına geçirmeye karar verdiler. Seçimi bana bıraktılar. Ben iki yıldır uzaktan izlediğim, Sevgi Hanım’ı seçtim. Tabii ki Kağan’ın onayıyla… Çünkü onun sınıfındaki geri zekâlı olduğu söylenen bir kızla yakından ilgilendiğini, kız altına çişini yaptığı zaman temizlediğini görmüştüm. Ayrıca Sevgi Hanım resim, beden ve müzik derslerini hakkıyla yapıyor, koleje girme yarışını çok da önemsemiyordu. Sevgi Hanım bize bir koşul koydu: “Ben derslerde anne istemem!” Bu istek beni çok sevindirdi (Bkz. Şekil 9 ve Şekil 10).

Yeni sınıfında arkadaşları da Kağan’ı seviyorlardı. Zaten onu iki yıldır tenefüslerden ve çoğunlukla birlikte aldıkları özel müzik dersinden tanıyorlardı. Kendi yapamadıklarını Kağan yapabiliyor diye hiç terslik çıkarmadılar. Öğretmen, “Çocuklar, arkadaşınız isteyerek yapmıyor, onun hareketliliğini kabul edeceğiz. Kağan, biz seni kabul ediyoruz. Ancak sen de bana söz ver. Dışarı çıkmak istediğinde benden izin alacaksın. Öyle aniden fırlayınca hepimiz ürküyoruz. Ayrıca sınıfta koşmak istersen de söyle bana, derste de izin vereceğim. Anlaştık mı?” dedi.

Kağan da “Tamam öğretmenim.” diye cevap verdi.

İzin çıkınca eskisi gibi habersiz ani fırlamalar gitgide azaldı. Ben artık derslere girmiyordum. Diğer anneler gibi sabahları Kağan’ı okula bırakıp öğleyin alıyordum. Her şey normalleşmeye başlamıştı. Kağan dersleri de çok daha iyi izliyordu. Sevgi öğretmen ile konuştum ve Kağan’a evde ödev yapma zorunluluğunu kaldırdık. Bu baskı da kalkınca Kağan’ın canı sık sık ödev yapmak istedi. Artık yazı yazmakta da eskisi kadar sıkıntı çekmiyordu. Derslerde daha az sıkılıyor ve arkadaşları ile daha çok oynuyordu. Sınıfın velileri de çok anlayışlıydılar.

Kağan mutlu bir şekilde 3. sınıfı bitirdi. Sevgi öğretmen ve tüm sınıf çok mutluydular. Bir yıl önce nerdeyse tüm okulun yaka silktiği Kağan şimdi en başarılı ve mutlu öğrencilerden birisi olmuştu.

O yıl tatilde uçakla Akdeniz kıyılarına gittik (Bkz. Şekil 11a, 11b ve Şekil 12).

4. sınıf da aynı güzellikte başladı. Kağan artık uyum sağlamıştı. Arada sınıfta fırlayıp koşsa da öğrenciler onunla hiç ilgilenmiyorlardı. Bir gün sınıfa müfettiş gelmiş. Sınıf her günküne göre gerginmiş. Müfettişe sınıfta hiperaktif ve tikli bir öğrencinin olduğunu okul müdürü söylemiş. Müfettiş sınıfa matematik sormuş. Konu; basit kesirlerde işlemler. Kağan hızla kafadan yapıp yanıtlamış. Biraz sonra da heyecandan sınıfta koşturmaya başlamış. Müfettiş Sevgi öğretmenin ve diğer öğrencilerin hiç umursamadığını görünce “Bu ne disiplinsizlik!” diye öğretmenin notunu düşük vermiş!

Kağan hem sınıfta dersleri daha iyi izliyor, hem de özel müzik derslerinde arkadaşları ile çok güzel çalışıyordu. 23 Nisan’da Gülhane Parkı’nda düzenlenen bir konserde org çaldı. Sınıfta öğretmen flüt çalmayı göstermiş ama Kağan hiç ilgilenmemiş. Bir ay sonra öğretmen bir de bakmış Kağan tüm şarkıları çalıyor. Öğretmen, “Bu çocuğu kendi haline bırakınca harikalar yaratıyor.” deyince, Kağan, “Öğretmenim, siz arkadaşlarıma gösterirken izledim.” demiş.

Bir taraftan okul iyi giderken, diğer taraftan evdeki diyaloğumuz da düzelmişti. Can’ın da morali çok daha iyiydi. Kağan’a istediği resimleri çizmeyi çok seviyordu.

Kağan da çok güzel konaklar hayal ediyor ve çizmek istiyordu. Babasına da anlattı. Planını yaptı. Kağan gezdiğimiz çevrelerdeki evlerin mimarilerini de ilgiyle inceliyordu (Bkz. Şekil 13).

Her ikisinin çizimlerinde de simetri önem taşıyagelmiştir. Kağan’ın ve babasının simetrik çizim örnekleri için bkz Şekil 14 ve Şekil 15.

5. sınıf daha tempoluydu. Kolej sınavlarına hazırlık vardı. Kağan’ı, kendi isteğiyle Cağaloğlu’nda bir hazırlık kursuna yazdırdık. Gidip gelmek baştan eğlenceli geliyordu. Yürüyerek veya dolmuşla Üsküdar’a iniyorduk. Oradan vapurla Sirkeci’ye geçip Cağaloğlu’na yürüyorduk. Enerjisini yollarda yakmaktan memnundu. Ancak bir süre sonra kursta dikkati dağılmaya başladı. Dersleri sıkıcı buluyor ve iyi izleyemiyordu. Derken sınavlarda test çözmek istemeyip sınıfı terk etmeye veya diğer çocukların da dikkatlerini dağıtan davranışlarda bulunmaya başladı. Sınıfta kalmaya zorlandığında sıkıntıdan karnında gaz birikiyordu. Bir süre sonra kendini tutamıyor, gerisi geliyor, gürültülü ve kokulu bir şekilde gaz çıkarıyordu. Kağan bu şekilde sınıftan dışarı çıkabilme özgürlüğünü elde ettiğini gördü. Bu davranışı sıkıldığında sınıftan dışarı çıkma yöntemine dönüştürdü.

Yine gerilmeye başlamıştık. Zaman zaman sinirlerime hakim olamayıp bir iki tokat yapıştırıp sonradan çok pişman oluyor ve aşırı sevgi göstererek telafi etmeye çalışıyordum. Benzer davranışlar Can’da daha da abartılıydı. Sinirlenince tam anlamıyla gözü dönüyor, sakinleşince müthiş bir pişmanlık duygusuyla doluyordu. Can’ın öfkeli davranışları bende Kağan’a karşı daha çok merhamet uyandırıyor ve aşırı duygusal davranmama neden oluyordu. Çocuk eğitimi konusunda Can ile bir türlü ortak strateji belirleyemiyorduk. Kaldı ki Kağan ile yakından ilgilenen anneanne, dede ve dayının da biribirleriyle ve Kağan’la ilişkileri tutarsızdı.

Kağan kısa bir süre sonra kursu bıraktı. Üzerinde aşırı baskı hissetmediği için okulda her şey çok iyiydi. Sınıftaki arkadaşları Kağan’dan çok memnundu. Kızlar “Bu yıl sınıftaki en iyi erkek arkadaşımız Kağan.” demeye başlamışlardı. Kağan kolej sınavları için evde benimle çalışıyor, ama daha çok kendi kendine kitaplardan çalışıp test çözüyordu. Okulu başarıyla bitirip kolej sınavlarına da girdi. Sınavlarda gözetmen öğretmenler sürekli kendi aralarında konuşup dikkatini dağıtsalar da dışarı fırlamadı. Sürenin bitiminden sadece yarım saat önce çıkarak sınavı tamamladı. Sonuçları hiç de fena değildi. Bir Fransız okuluna da girebilirdi. Ancak, aşırı disiplin hepimizin gözünü korkuttuğu için bir Türk okuluna yazdırmaya karar verdik.

Kağan’ın Ortaokul Macerası

Ortaokul, alıştığı ilkokul ortamından çok farklıydı. Okul çok büyüktü, çok katlıydı. Bahçe büyüktü ve çok sayıda bina vardı. Okulun bünyesinde anaokulu, ilkokul, ortaokul ve lise aynı bahçe içersindeydi. Dolayısıyla çok farklı yaş gruplarından çocuklar da bir aradaydı. Kağan’ın sınıfı 25-30 kişilikti ama çok sayıda orta bir hazırlık sınıfı aynı koridorda kümelenmişti. İlk yıl İngilizce dersleri son derece yoğundu. Sınıflar arasında ve özellikle de İngilizce sınıf öğretmenleri arasında yoğun bir rekabet vardı. Bu rekabet ortamı Kağan’ı çok bunaltıyordu. Sıkılınca ortaya çıkan davranış problemleri, sınıftan dışarı fırlamalar, okulun içinde saklanıp öğretmenlerin paniğe kapılmasına neden olmalar, küfürler başlamıştı. Bu arada ev ortamı da gergindi. Ben psikolojik olarak rahatsızlanan bir yakınım ile ilgileniyordum. Sinirlerim hiç iyi durumda değildi. Bendeki olumsuzluk Kağan’a da yansıyordu; sinirden üstümdeki tişörtü yırttığım bile oldu. Benzer davranışı, daha sonra Kağan’da da gözledim. Kağan kendisine gösterdiğim sabırsızlık ve hoşgörüsüzlüğü vurgulamıştı: “Varsay ki ben de Sinan Dayı gibi rahatsızım, bana da anlayış göster.” demişti. Bu söz hâlâ içimde derinlerde yankılanır. Bu sırada, okulda görevli bir psikolog ile görüştüm. Psikolog anlatıklarımdan bizlerdeki karmaşanın boyutlarını da gördü. “Kağan hepinizin kendinize gelmenizi de sağlayabilir. Sizler kendinize çeki düzen verebilirseniz o da kendisini toparlayabilir!” dedi.

Kağan bir taraftan İngilizce öğreniyordu, ama öğrenme temposu ve yöntemi ona çok sıkıcı ve usandırıcı geliyordu. Öte yandan Türkçe dersinde yazdığı bir kompozisyon çok beğenildi. Müzik derslerini veren öğretmen Selma Hanım çok duyarlı bir insandı. Kağan’ın çok hassas bir müzik kulağı olduğunu hemen anladı. Kağan, Selma Hanım’ı sevmekle birlikte ondan çekiniyordu da. Selma Hanım bana Kağan’ın sıranın altına girip flütte birçok parçayı çok iyi çaldığını söyledi.

Ancak Kağan okula da arkadaşlarına da uyum sağlayamadı. Sınıf öğretmeni de başlangıçta Kağan’ın sınıfa uyumu için çabalamasına rağmen artık bıkmış, Kağan’dan kurtulmayı aklına koymuştu. Bir gün bana, “Oğlunuz yüzünden kocamdan ayrılacağım. Evde bile etkisinden kurtulamıyorum. Sınıfta beni o kadar çok geriyor.” dedi. Çok üzüldüm. İnsanlar kendi özel problemlerinin yükünü de mi Kağan’a aktarıyorlardı? Öyle ya da değil, bu ruh halindeki bir öğretmenle Kağan aynı sınıfa devam edemezdi. Aynı okulun diğer sınıfları da kalabalıktı. Ayrıca diğer öğretmenler de Kağan’ı sınıflarına almak istemiyorlardı. Bu durumda okul müdiresinin önerisiyle Kağan’ı aynı okulun başka bir semtindeki bir sınıfa geçirdik. Ama artık Kağan’ın dikkati tamamen dağılmıştı. Derslerden nefret ediyordu. Ben sınıf önlerinde nöbet tutmaya başlamıştım.

Ve kısa bir süre içinde okuldan kaydını aldık. Daha birinci dönem bile bitmemişti.

Özel ortaokuldan Kağan’ın kaydını alırken okul müdiresi bana, “Kağan sizin projeniz. Biz beceremiyoruz. Ama siz bu projeyi başarıyla götüreceksiniz.” demişti. Projemden hiçbir zaman vazgeçmeyecektim. Kağan yetenekli ve zekiydi. Sık sık bozulan morali nedeni ile yaşadığı performans kaybı kendisini yetersiz hissetmesine neden olmamalı, yeteneklerini ön plana çıkarabildiği bir düzen kurabilmeliydi. Bu dünya sadece “normal” olduklarını sananlar için olmamalıydı. Farklı olanları anlamaya ve varoluşun altında yatan gizi görmeye çalışmalıydık. Kağan’da, Can’da ve nicelerimizde var olan her şey tüm insanlarda olabilen şeylerdi. Dozlar farklıydı.4 Nasıl ki müziğe ve matematiğe olan duyarlılıkları diğer bir çoğuna göre daha fazla ise gerilime olan duyarlılıkları da benzer biçimde daha fazlaydı.

Sonra, birçok okul araştırdım; bir iki gün Kağan’ı denedikten sonra kabul etmiyorlardı. Denediğimiz bir devlet ortaokulunda dersten sıkılıp dışarı fırlayarak bahçede bulduğu uzun saplı çalı süpürgesini, ilkokul bölümünün giriş penceresinden çocuklara göstermiş, çocuklar önce şaşırıp sonra gülerek “Oooo” sesini çıkarınca tekrar tekrar aynı hareketi yapıp çocukların daha uzun “Oooooooo” demelerini sağlayarak sıkıntısını eğlenceye dönüştürmüştü. Bu durum okulda panik yaratmıştı!

Bir başka özel okulda, ders sırasında sıkıntıdan dışarı fırladı. Bu davranışlar nedeni ile okul bulamaz olduk. O sıralar evde de balkon kenarında zıplayarak karşısındakilere, özellikle de kaygılı insanlara, çığlık attırmak için davranışını tekrarlıyordu.

İlkokul öğretmeni Sevgi Hanım’la ilişkimiz devam ediyordu. O da Kağan’ın durumuna çok üzülüyordu. Eşinin müdür olduğu, yoksul bir semtteki okula Kağan’ın kaydını yaptırabileceğimizi söyledi. Hiç değilse yaşıtlarından uzakta kalmayacaktı. Sonunda, müdür Kağan’ı tanıdığı için, bu okula kaydını yaptırdık. Ancak burada da bir uçtan başka bir uca geçiş oldu. Zenginlerin yoğun olduğu bir ortamdan yoksulların yoğun olduğu bir ortama geçince Kağan’ın uyum sağlaması daha da zorlaştı.

Bir gün okuldan dışarı sıkıntıyla fırlamış, gözden kaybolmuş. Okuldakiler onu aramışlar ama bulamamışlar. Ancak 11-12 yaşında olmasına rağmen eve geri dönebilmişti. Önce evdeki kedilerden birinin (Benli) ismini taşıyan bir otomobil satış galerisine kadar yürümüş, oradan da evi bulabilmişti. “Lan oğlu benlioğlu, bir miktar otomotiv çocuğu.” sözleri; o günden sonra Kağan’ın uzun bir süre dilinden düşürmeyeceği eğlenceli bir tekerlemeye dönüşmüştü.

Bu olaydan sonra okul yönetiminin kararıyla yine okula çağırıldım. Beni gören diğer ilgiye, sevgiye muhtaç çocuklar da benimle Kağan’ın peşindeydi. Kağan öyle sıkılmıştı ki bir gün özellikle okuldan atılmak için boş merdivenlerden tabure yuvarladı. Ve okuldan atıldı (Aralık 1995). Okul müdürü tekrar hastaneye gitmemizi önerdi.

Çocuk Psikiyatrisi bölümüne gittik. Bölüm başkanı profesör bizim bir günümüzü ayrıntılı ve yorumsuz, anne ve baba olarak ayrı ayrı yazmamızı istedi. Kağan’ı test için bir asistanına gönderdi.

Yapılan testlerde çok hassas bir yapısı olduğunu belirlemişlerdi. Gelgitler, sıkılmalara bağlı ani öfke patlamaları, sinirlenince iyice artan göz tikleri, hoplayıp zıplamalar; motor tikler, hiperaktivite… Bunlar mevcut sistemin baskıları ve evdeki karışık tutumlar nedeniyle iyice artmıştı.

Kağan haftada bir kez asistanla görüşecekti. Asistanın hobi olarak müziğe yoğun ilgi duyduğunu öğrenince, Kağan bu görüşmelerden hoşlandı. Ayrıca bölüm başkanı bizdeki aşırı gerginliği görünce, “Sevgi ve anlayışla yaklaşın. En iyi ilaç sevgidir.” diyerek bizi uyardı.

Çocukluğumdan beri önce aile içi sonra toplumsal ilişkilerde kafamı karıştıran “sevgi” kavramı bana aşağıdaki satırları yazdıracaktı.

Eklendi: Yayım tarihi

“Uçlarda Gezintiler & Tourette Sendromuyla Yaşamak” için bir yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Sağlık
  • Kitap AdıUçlarda Gezintiler & Tourette Sendromuyla Yaşamak
  • Sayfa Sayısı136
  • YazarGökçe Esen
  • ISBN97860545180403
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviPan Yayıncılık / 2011

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur