İyi Bir İnsan Olmak, Çocuğunun Bahçesine Diktiğin Bir Ağaç Mıdır? Mutlu Son Dedikleri, Yaşarken Görmesek De, Diktiğimiz O Ağacın Bizden Sonrakilere Kalan Meyvesi Mi?
Bir zamanlar, bir ülkenin en güzel denizine bakan bir evde üç kız kardeş yaşardı. İsimleri Türkân, Dönüş ve Derya idi. Babaları Sadık Bey ve anneleri Nesrin Hanım’la birlikte geceleri kucak kucağa oturur, gelecekte onları bekleyen şahane yılların hayallerini kurarlardı.
Türkân, Dönüş ve Derya’nın, Ayvalık’ın çam kokulu sokaklarında geçen masal gibi çocukluğu, onları yetişkin dünyasının acımasızlığına hazırlamamıştı belki. Hiçbir hayatın, hiçbir seçimin göründüğü kadar kolay olmadığını, bazen en büyük, en akla gelmeyecek sırların en güvendiklerimizin kalbinde saklandığını, en korkulacak hastalıkların gün gelip geçmişi derleyip toplayabileceğini anlamak zaman istiyordu.
Ve zamanın ilaç olmadığı bir yara var mıydı dünyada?
Ayvalık’ın denize uzanan taş sokaklarından, nice yaşamlar görüp geçirmiş zeytin ağaçlarından, hayatın kaynağından akan suyundan, eski evlerinden doğmuş bir aile hikâyesi Üç Kız Kardeş. Bir mutsuzluk hikâyesi değil; neşeli günleri yâd ede ede iyiliğe dönüşün hikâyesi. İyileşmenin yolculuğu…
PROLOG
Defne telefonu kapadı.
Kendini zorlayarak yaptığı telefon konuşmasının ardından sanki üzerine demirden bir pelerin bırakmışlar gibi bir ağırlık hissetti. Kürek kemiğinden göğsüne doğru bir ağrı saplandı. Derin bir nefes aldı.
Evet… Bu gece, nihayet o büyük yüzleşme yaşanacaktı. Hayır… Korkmuyordu. Derin bir nefes daha aldı. Korkması gereken biri varsa o, Defne değildi! Yine de bu gece o restorana gitmek, o kadınla o masaya oturmak, yıllardır içini kemiren o öfkeyi bastırarak o konuşmaları yapmaktansa hiçbir şey düşünmeden derin bir uykuda kaybolmayı tercih ederdi.
Bir süre boş gözlerle etrafına baktı. Küçük odası, masasının üzerindeki kitapları, yatağının yanında yerde duran su bardağı, hepsi sanki bir başkasına aitmiş, orada, o mekânda bir yabancıymış gibi hissetti kendini bir an.
O demirden pelerin sanki daha da ağırlaştı. Büyük bir bezginlik çöktü üzerine. Bu saatte teyzesi, Türkiye’de derin uykudaydı muhtemelen. Oysa o anda onu arayıp içini
dökmeyi, gece kiminle buluşacağını söylemeyi ve “Neden son anda verdin bana bu emaneti?” diye sormayı, onunla konuşup rahatlamayı çok istiyordu.
Boynunu sağa sola çevirdi, sırtını rahatlatmaya çalıştı. Teyzesi ve emaneti aklından çıkmıyordu.
“Belki vazgeçecekti, belki vazgeçmekten korktu, belki de en çok bana güvendi,” dedi kendi kendine.
Aslında biliyordu. Nedenini, nasılını, sonucunu… Yok, olmuyordu. Evde duramayacaktı. Oturduğu yerden kalktı. Birkaç haftadır yazmakta olduğu defteri çantasına atıp dışarı çıktı.
Oturduğu sokağın köşesindeki kahve dükkânına doğru yürümeye başladı. Aslında gelir gelmez, kendi dilinde konuşup dertleşebileceği, içini dökebileceği iki iyi dost edinmişti. Fakat şu dakika, içinden geçenleri, öfkesini, biriktirdiklerini yeni tanıdığı birileriyle konuşacak hâlde değildi…
Birkaç saat kimseyle konuşmasın, kimse ona bir şey sormasın, bir köşeye kıvrılıp uyur gibi, kendi dünyası içinde kaybolsun, yazsın, yazarken tıpkı teyzesi gibi kendi şifasını bulsun istiyordu.
Kahve dükkânı tenhaydı. Kahvesini aldı ve 2. Cadde’ye bakan masalardan birine oturdu. Çantasından defteri çıkardı. Daha önce yazdığı sayfalara hızlıca bir göz attı. Anlattıkları ya çok zamansızdı ya da sırasız. Hayır, hayır, böyle başlamamalıydı… Yazdığı sayfaları yırttı, defterin dikiş yerindeki küçük kâğıt parçalarını temizledi, birkaç kez kalemiyle masaya vurdu ve yazmaya başladı.
Annem ve teyzelerim…
Üçüne de hep çok hayrandım. Birbirlerine benzemezlerdi. Farklı karakterleri vardı. Fakat buna rağmen bir araya geldiklerine sanki tek bir bedende yaşarlardı.
Kişiliklerindeki zıtlıklar onlar bir araya geldiğinde kaybolurdu. O zıtlıklarla birbirlerini tamamlar, bir bütün olurlardı.
Gündüz ve gecenin birbiriyle kavuşup bir tam gün etmesi gibi…
Buraya, New York’a geleceğim gün Dönüş teyzem, uçağa binmeden önce sırt çantama bir defter sıkıştırdı. Annem görmesin diye çok özen gösterdi. Ne annem ne de ailemin diğer fertleri fark etti. Teyzem çantamın fermuarını kapattı ve “Artık hepsi sana emanet,” dedi.
Ayrılık vakti gelmişti. Dedem ve babam, iki koca adam birbirlerine tutunarak ağlıyordu. Annem ve teyzelerim onları teselli etmeye çalışırken hiç ağlamadılar, ağlayamadılar. Tam da kendilerine yaraşır bir güç, dirayet içinde, aynı anda arka arkaya tembihlerini sıralıyorlardı:
“Aman yavrum, kimseye güvenme oralarda. Soğuk olurmuş aniden. Sıkı giyin. Yemeğini ihmal etme. Bilmediğin yerlere gitme. Kimseden çanta, paket, bir şey alma. Bizi sık sık ara. Hem ara hem de yaz. Gider gitmez haber ver. Geceleri sokağa çıkma. Sağlığına çok dikkat et. Evine kimseyi çağırma. Orada Türk arkadaşlarınla buluşunca da haber ver bize. Onların numaralarını da gönder.”
Onlar gülümsüyor diye ben de tebessüm ediyordum ama boğazımda giderek büyüyen bir yumru vardı.
Pasaport kuyruğuna girmeden önce dedem, “Bir kez daha öpeyim seni… Belki döndüğünde artık burada olmam,” dedi ve kalbime öyle bir sızı bıraktı ki…
Hiçbir şey söyleyemiyordum. Dedem bana sarılıp saçlarımı koklayarak defalarca öperken babam hıçkırarak ağlamaya başladı. Annem, “Ama yeter hayatım, çocuk altı ay sonra dönecek, yapma şöyle!” diye fırça attı babama.
“Ama ya dönmezse, ya birini severse, ya orada kalırsa?” dedi babam, bir çocuk gibi.
“Kaç kere söyleyeceğim babacığım, söz sana, döneceğim,” dedim sarılıp. Sonra hepsini bir kez daha öpüp sıraya girdim. “Haydi gidin artık,” dedim ama boşuna.
Giderler mi hiç? O uzun kuyruk boyunca, güvenlik kordonunun dışında beklediler.
Sonra pasaport polisi pasaportumu uzatıp “Güle güle, iyi yolculuklar,” dedi.
İşte gidiyordum.
Dönüp bir kez daha baktım arkama.
Kalabalığın içinde, beni görmek için uğraşan annem, babam, teyzelerim, büyük halam, eniştelerim, kuzenlerim…
Hem el sallıyor hem de “Güle güle git, çabuk dön, bizi unutma!” diye bağrışıyorlardı.
Hayatımın en unutulmaz fotoğraf karesi oldular o anda. Kalbimde asılı kaldılar.
Ağladığımı görmesinler diye başımı eğdim, uçağa bineceğim kapıya koşmaya başladım.
Sonra doya doya ağladım. Uçağa bindiğimde ağlamaktan yorgun düşmüştüm.
Oysa sevinçli bir yolculuktu bu. Kısa bir süre için bile olsa ilk defa hepsinden bu kadar ayrı kalacaktım. Zor kazanılan bir sınav sonucunda hak ettiğim ve çok istediğim bir eğitime gidiyordum.
Uçakta anladım neden o kadar ağladığımı. Dedemin vedasıydı gözyaşlarımın sebebi. “Belki seni bir daha göremem,” deyişi…
Sonra teyzemin çantama sıkıştırdığı defter geldi aklıma. Okumak için çıkardım. Rastgele bir sayfa açtım.
“Herkes kendi yolunun işçisi. Kabul et artık. İstediğin gibi olmadı işte. Edebiyat okuyamadın. Hayal ettiğin hayatı yaşayamadın. Annem öldü. Ayvalık yok artık. Bir çocukluk aşkıydı Serdar. Belki onu sen terk edecektin. Belki bambaşka birini sevecektin. Belki hayatının zindanı olacaktı. Belki en büyük hayal kırıklığın olacaktı. Annem yaşasa belki ondan kaçmak için hiç sevmediğin biriyle evlenecektin. Yaşayamadıkların, arkanda kalanlar, ölenler için güzelleme yapmayı bırak…”
İşte bu satırlardı ilk karşıma çıkan. Sonra bir başka sayfa açtım.
“Keşke onun gibi, ‘Yaralı mısın kardeşim, acıdı mı canın? İyi misin? Sen iyi ol kardeşim,’ diyebilseydim. Keşke onun gibi ağzımdan bir kardeşim çıktığında kelebekler uçurup kuşlar cıvıldatabilseydim. Keşke onun gibi günahsız olabilseydim… Benim ‘keşke’lerim zift gibi bir yol kalbimde. Ve biliyorum ki, yaşadığımca duracak o yol…”
Bu satırları okuduğumda anladım ki, teyzem bana itiraflarını, hayallerini, hayal kırıklıklarını ve belki de bütün hayatını emanet etmiş. Bu defter herhangi bir defter değil yani…
Benim bir kardeşim olmadı. Bir acıyı, bir sevinci benim kadar, benim gibi yaşayabilecek bir hayat ortağım olmadı.
“Beni bırakıp gitme bir yere,” diyecek kadar seveceğim bir can parçam olmadı… Belki biraz da bu yüzden annem ve kız kardeşlerinin hayatını anlatan bu hatıra defteri benim için çok kıymetli.
O yolculuk boyunca defteri okudum. Ağladım, güldüm, özendim, heyecanladım.
Emaneti aldım, kalbime sakladım. O son fotoğrafın yanına koydum…
Ne güzel ki, ben de Türkân, Dönüş ve Derya’nın öyküsünün bir parçası oldum. Teyzemin defteri ve bizim güzel hikâyemiz:
Ayvalık’ta başlayan çocukluğun İstanbul kıyılarına vuran hüznü…
BİRİNCİ BÖLÜM
MAVİ YILLAR
Gençlik…
Zamanın ağır ve uzun uykusuyla buruşan ipek bir çarşaf. Bu yüzden, aynaya baktığımda şimdi gördüğüm, vaktiyle pürüzsüz bir suretin kırık, buruk, yorgun yansıması sadece. Gençlik hikayemiz değil kırık olan, bizdeki anısı.
***
“Anne bir daha anlatsana, Mesut paraları nasıl yaktı?” “Yaktı işte oğlum, biliyorsun ya. Anlattım kaç kere.” “Olsun, sen bir daha anlat.”
“İşte, bir sabah uyandık ki, bütün paramızı yakmış.” “Ya anne, öyle değil. Nasıl yakmış? Zarftan başla anlatmaya.”
“Mesut zarf biriktirirdi. Zarfı her zamankilerden büyük görünce, zarfı almış, parayı da yakmış.”
“Ama anne… Güzel anlat. Evinizi, dedemi anlat. Mesut’a kızmadığını anlat. Ne olur anne, hadi… Paraların nasıl yandığını, İstanbul’a nasıl geldiğinizi, bana nasıl kavuştuğunu anlat…”
“Peki… Bir zamanlar, bir ülkenin en güzel denizine bakan bir evde üç kız kardeş yaşarmış. İsimleri Türkân, Dönüş ve Derya imiş. Babaları Sadık Bey ve anneleri Nesrin Hanım’la birlikte geceleri kucak kucağa oturur, gelecekte onları bekleyen şahane yılların hayallerini kurarlarmış.”
“Masal gibi anlatma anne… Gerçek gibi anlat…”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıÜç Kız Kardeş
- Sayfa Sayısı372
- Yazarİclal Aydın
- ISBN9786053043249
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mavi Gece ~ K. Kübra Berk
Mavi Gece
K. Kübra Berk
Emir ve Gece… İki hırçın ve asi âşık. Babasının ölümünün ardından hayattan bir beklentisi kalmayan Gece, yaz tatilini annesinin ve üvey babasının zoruyla bir...
- Sürüklenme ~ Latife Tekin
Sürüklenme
Latife Tekin
Yüzümüze ölümün gölgesi düştüğünde hayat ısrarla yaşama şansı tanımak istiyor bize, türlü biçimlerde uyarıp tekrar tekrar sınıyor bunun için. Sürüklenme’nin isimsiz anlatıcısı görünüşte sivil...
- Unuttuğum Bütün Akşamlar ~ Ethem Baran
Unuttuğum Bütün Akşamlar
Ethem Baran
Oğlan, kızın yolunu bekliyordu pencerenin önünde. Kız, susuz toprakların hiç tanımadığı, alışınca da vazgeçemediği bir su gibi akarak geliyor; pencereye, gün boyu beklenmiş bir...