Klasik edebiyatın en büyük “deniz yazarı” olarak tanımlanan Joseph Conrad’ın bu kitabında yer alan “Tayfun”, “Falk” ve “Gölge Hattı” adlı öyküler, insanoğlu dünya denizlerine açıldığında, özellikle de yelkenli gemiler çağında rüzgârın da, rüzgârsızlığın da denizcileri nasıl aynı travmalara, aynı ölümcül koşullara göğüs germeye zorladığını örnekliyor. İnsanın doğayla savaşımını görsel bir şölen çarpıcılığıyla anlatan öykülerde, denizcilerin bu savaşımı sürdürebilmek, karayı ve karada bıraktıklarını düşünmenin getireceği yılgınlığa, karamsarlığa kapılmamak için, içinde bulundukları tekneden ve yaşadıkları günden başka her şeyden kopuşlarını aktarıyor. Yine de aşka, sevgiyle örülmüş bir geleceğe odaklanan umutlar eksik değil. Conrad’ın anlatım biçemi öyküleri bir film kadar canlı olarak gözünüzün önüne getirirken, o teknelerdeki kaptanlarla, tayfalarla birlikte siz de doğayla, denizlerle, dalgalarla boğuşacak ve unutulmaz bir deneyim yaşayacaksınız.
TAYFUN
……………………………………….
NanShan buharlı gemisinin kaptanı MacWhirr’in öyle bir fizyonomisi vardı ki, dış görünüşü zekâsının tam karşılığıydı: Kararlılık ya da aptallıkla ilgili belirgin özellikler ortaya koymuyordu; göze çarpan herhangi bir özelliği bile yoktu; sıradan, duyarsız ve durgundu.
Zaman zaman yüz ifadesinin çağrıştırdığı söylenebilecek tek şey utangaçlıktı; çünkü kıyıdaki ticari bürolarda, yanık teniyle hafifçe gülümseyerek, gözlerini yere dikmiş halde otururdu. Gözlerini kaldırdığında, dosdoğru baktıkları ve mavi renkte oldukları fark edilirdi. Saçları sarı ve çok ince telliydi, kafatasının kel kubbesini yumuşacık ipek gibi bir yığın halinde bir şakaktan öbürüne sarardı. Yüzünün kılları ise, tam tersine, parlak kızıla çalar, dudak hattında kısa kesilmiş bir bakır teli andırırdı; öte yandan, ne kadar sinekkaydı tıraş ederse etsin, başını oynattığında alev gibi metalik ışıltılar yanaklarının yüzeyini yalardı. Ortalama boyun pek altında değildi, biraz yuvarlak omuzluydu ve kollarıyla bacakları o kadar sağlam yapılıydı ki, giysileri her zaman onlara birazcık dar geliyor gibi görünürdü. Enlem farkının sonuçlarını kavrayamıyormuşçasına, kahverengi bir melon şapka takar, kahverengiye çalan yelekli bir takım elbise ve kaba siyah botlar giyerdi. Bu liman kılığı onun tıknaz yapısına katı ve inceliksiz bir şıklık havası verirdi. İnce, gümüş bir saat zinciri ilmik atılarak yeleğine tutturulmuştu ve en iyi kalite, ama genellikle sarılıp bağlanmamış zarif bir şemsiyeyi güçlü, kıllı yumruğuyla sımsıkı kavramadan asla gemisini terk edip kıyıya çıkmazdı. Lombar ağzına kadar kaptanına eşlik eden ikinci kaptan genç Jukes bazen, büyük bir nezaketle, “İzin verin, efendim,” deme cüretini gösterirdi – ve şemsiyeye saygıyla yaklaşarak çubuğu kaldırır, katları silkeler, çabucak güzelce sarıp bağlar ve geri verirdi; bu gösteriyi öyle azametli ciddiyet dolu bir yüzle sergilerdi ki, kaporta penceresinin orada sabah purosunu içen baş çarkçı Bay Solomon Rout gülümsediğini gizlemek için başını çevirirdi. “Ah! Evet! Lanet şemsiye… Teşekkürler, Jukes, teşekkürler,” diye mırıldanırdı Kaptan MacWhirr içtenlikle, başını kaldırıp bakmadan.
Günbegün onu idare etmeye ancak yeten, daha fazla olmayan hayal gücüyle, sakin bir biçimde kendinden emindi; ve aynı nedenden ötürü zerre kadar kibirli değildi. Hassas, buyurgan ve hoşnut edilmesi zor olan, hayal gücü geniş amirlerdir; ama Kaptan MacWhirr’in yönettiği her gemi, uyum ve barışın yüzen eviydi. Gerçekte, onun için imgeleme bir kaçış yapmak, bir saatçinin alet niyetine bir kiloluk çekiç ve kıl testereden başka hiçbir şey kullanmadan bir kronometre yapması kadar olanaksızdı. Bununla beraber, çıplak varoluşun gerçekliğine tamamen adanmış, ilginç olmayan insan yaşamlarının gizemli bir yanı vardır. Örneğin Kaptan MacWhirr vakasında, Belfast’taki küçük çaplı bir bakkalın, bakkallığa yaraşan oğlunun denize kaçmasına neyin yol açmış olabileceğini anlamak olanaksızdı. Bununla beraber, on beş yaşında aynen bunu yapmıştı. Üzerinde düşündüğünüzde, muazzam, kudretli ve görünmez bir elin topraktaki karınca yuvasını dürttüğü, omuzlara yapıştığı, kafaları birbirine çarptığı ve kalabalığın bilinçsiz yüzlerini akıl almaz hedeflere ve hayal edilmez yönlere çevirdiği fikrini size vermeye yeterdi. Babası, görev duygusundan yoksun aptallığından ötürü onu hiçbir zaman gerçek anlamda bağışlamadı. “Onsuz devam edebilirdik,” derdi sonraları, “ama iş ortada. Üstelik o da tek oğlumuz!” Annesi, onun ortadan kaybolmasından sonra çok ağladı. Giderken haber bırakmak hiç aklına gelmemiş olduğundan, öldü kabul edilip yası tutuldu; ta ki, sekiz ay sonra, ilk mektubu Talcahuano’dan gelene dek. Kısaydı ve şu cümleyi içeriyordu: “Denize açıldığımız sırada hava çok güzeldi.” Ama belli ki, yazarın aklındaki tek önemli bilgi, genel anlamda kaptanının, tam da yazının yazıldığı gün, onu gemi sözleşmesine düzenli olarak Gemici şeklinde geçirmiş olmasıydı. “Çünkü işi yapabiliyorum,” diye açıklıyordu. “Tom ahmağın teki,” sözü babanın duygularını dile getirirken, anne yine çok ağladı. Baba etli butlu bir adamdı, laf sokmayı iyi becerirdi, bunu yaşamının sonunda oğluyla yaptığı görüşmede, biraz acıyarak, sanki karşısındaki geri zekâlı biriymişçesine uyguladı.
MacWhirr’in evine yaptığı ziyaretler ister istemez seyrekti; yıllar boyunca anne babasına başka mektuplar gönderip, art arda gelen terfileri ve engin yeryüzündeki hareketleri konusunda onları bilgilendirdi. Bu uzun mektuplarda şöyle cümleler bulunabiliyordu: “Buranın sıcağı harika.” Ya da: “Noel günü saat 16.00’da buzdağlarına rastladık.” Yaşlı insanlar en sonunda bir sürü geminin adı ve onları yöneten kaptanların adları konusunda bilgi sahibi oldular – İskoç ve İngiliz gemi sahiplerinin adları konusunda – denizlerin, okyanusların, boğazların, burunların adları konusunda – kereste limanlarının, pirinç limanlarının, pamuk limanlarının acayip adları konusunda – adaların adları konusunda – oğullarının genç karısının adı konusunda. Adı Lucy’ydi. Bu adın güzel olduğunu düşünüp düşünmediğini belirtmek aklına gelmedi. Derken anneyle baba öldü. MacWhirr’in evlendiği büyük gün tam zamanında geldi, ilk kaptanlığını aldığı büyük günün hemen ardından. Tüm bu olaylar, NanShan buharlı gemisinin harita odasında, güvenmemesi için neden olmayan bir barometrenin düşüşüyle karşı karşıya kaldığı sabahtan yıllar önce meydana gelmişti. Düşüş –aletin mükemmelliği, yılın zamanı ve geminin yerküredeki konumu göz önüne alındığında– tekinsiz kehanetler içeren türdendi; ama adamın kırmızı yüzü hiçbir iç sıkıntısını açığa vurmadı. Geleceğe yönelik işaretler onun için hiçbir şey ifade etmiyordu ve bir kehanetin mesajını fark etmekten âcizdi, ta ki kehanetin yerine gelmesi mesajı onun kapısına getirene dek. “Bu bir düşüş, hiç kuşku yok,” diye düşündü. “Son derece pis bir hava patlamak üzere olmalı.”
NanShan güneyden Fu-chau açık limanına gitmekteydi, dip ambarında biraz yük vardı ve çeşitli tropikal sömürgelerde birkaç yıl çalıştıktan sonra Fo-kien eyaletindeki köylerine dönmekte olan iki yüz Çinli amele. Güzel bir sabahtı, yağ gibi deniz pırıltısız inip kalkıyordu ve gökyüzünde güneşin bir halesini andıran bembeyaz bir puslu leke vardı. Çinli erkeklerle kaynayan ön güverte koyu giysiler, sarı yüzler ve iki yandan örülmüş saçlarla doluydu, aralara da bir sürü çıplak omuz serpiştirilmişti, çünkü rüzgâr yoktu ve sıcak basmak üzereydi. Ameleler aylaklık ediyor, konuşuyor, sigara içiyor ya da küpeştenin üzerinden gözlerini dikip bakıyorlardı; bazısı bordadan su alıp birbirini ıslatıyordu; birkaçı ambar ağızlarında uyurken, onların hemen arkasında altılı küçük gruplar pirinç tabakları ve minik çay fincanlarının bulunduğu demir tepsilerin çevresine oturmuştu; ilahi adamlar, her biri dünyada sahip olduğu her şeyi yanında taşıyordu – halka kilitli ve köşeleri pirinç kaplama tahta bir sandık, içinde de verdiği emeklerle biriktirdikleri: bazı resmî kıyafetler, tütsü çubukları, belki biraz afyon, geleneksel değeri olan bir sürü isimsiz ıvır zıvır ve gümüş dolarlardan oluşan küçük bir yığın, kömür ocaklarında uğruna didinilmiş, kumarhanelerde ya da küçük çaplı takasta kazanılmış, tırnaklarla kazıyarak topraktan çıkarılmış, madenlerde, demiryolu hatlarında, ölümcül cengelde, ağır yükler altında uğruna ter dökülmüş – sabırla biriktirilmiş, dikkatle korunmuş, coşkuyla kucaklanmış. Saat on sularında Formoza Kanalı yönünden rüzgâra ters bir ölü dalga çıkmıştı, yolcuları fazla rahatsız etmedi bu, çünkü NanShan, düz karinası, sintinedeki yalpa omurgası ve büyük kemere1 genişliğiyle, denizde ilerleyen son derece sağlam bir gemi olmakla ün yapmıştı. Bay Jukes, kıyıya çıktıklarında, “yaşlı kızın güzel olduğu kadar iyi de olduğunu” yüksek sesle ilan ederdi. Olumlu görüşünü bu kadar yüksek sesle ya da bu kadar beğeniyle dile getirmek Kaptan MacWhirr’in hiç aklına gelmezdi. Kuşkusuz iyi bir gemiydi, yaşlı da değildi. Üç yıldan az bir süre önce Dumbarton’da inşa edilmişti, Siyam’daki bir ticari firmanın siparişi üzerine – Bay Sigg ve Oğlu. Her ayrıntısı bitirilip de hayatının işini üstlenmek üzere suya indirildiğinde, inşa edenler onu gururla süzdüler. “Sigg onu denize çıkaracak güvenilir bir kaptan istedi bizden,” dedi ortaklardan biri; ötekiyse, bir süre düşündükten sonra, şöyle dedi: “Sanırım MacWhirr şu sıra karada.” “Öyle mi? O zaman hemen telgraf çek ona. Tam aradığımız adam,” dedi yaşça büyük olanı, bir an bile duraksamadan. Ertesi sabah MacWhirr rahat bir tavırla karşılarında duruyordu, karısının yanından aniden, ama sessiz sedasız ayrıldıktan sonra geceyarısı ekspresiyle Londra’dan gelmişti. Kadın, görmüş geçirmiş, üst tabakadan bir çiftin kızıydı. “İyisi mi birlikte gemiye çıkalım, kaptan,” dedi yaşça büyük olan ortak ve üç adam, baş tarafından kıç tarafına, iç omurgasından iki küt direğinin şapkasına dek Nan Shan’ın kusursuz özelliklerini incelemeye başladı. Kaptan MacWhirr ilk iş paltosunu çıkarmıştı, en son yenilikleri barındıran bir buharlı ırgatın ucuna astı. “Amcam, aziz dostlarımız Sigglere yazdığı dünkü mektupta sizden övgüyle söz etti, kuşkusuz denizde kumandayı size bırakacaklar,” dedi yaşça küçük olan ortak. “Çin sahilinde bu boydaki en kullanışlı teknenin başında olmakla övünebileceksiniz, kaptan,” diye ekledi. “Öyle mi dersiniz? Teşekkürler,” diye mırıldandı MacWhirr belli belirsiz; uzak bir olasılığın görünüşü, engin bir manzaranın güzelliğinin alık bir turisti cezbetmesinden daha çok cezbetmezdi onu; gözleri de o an kamara kapısının kilidine takılmıştı, belli bir amaçla ona doğru yürüdü ve kapı kolunu şiddetle sarsmaya başladı, bir yandan da alçak, ciddi sesiyle gözlemde bulundu: “Bugünlerde işçilere güvenemezsin. Yepyeni bir kilit, ama yerinden kıpırdamıyor. Sıkışıp kalmış. Gördünüz mü? Gördünüz mü?” Serenin karşısındaki ofislerinde kendilerini baş başa bulur bulmaz, “Şu herifi Sigg’e övdün. Ne görüyorsun ki onda?” diye sordu yeğen, hafifçe burun kıvırarak. “Senin havalı kaptanınla hiç ilgisi olmadığını kabul ediyorum, eğer kastettiğin buysa,” dedi yaşlı adam ters ters. “NanShan’daki doğramacıların ustabaşı dışarıda mı?.. İçeri gel, Bates. Nasıl olur da Tait’in adamlarının kamara kapısına bozuk bir kilit takarak bizi geciktirmesine izin verirsin? Kaptanın hemen gözüne çarptı. Derhal değiştirt. Küçük şeyler, Bates… küçük şeyler…” Kilit uygun biçimde değiştirildi ve birkaç gün sonra NanShan doğuya doğru yola çıktı; MacWhirr onun donanımına ilişkin başka bir gözlemde bulunmadı, ya da gemisinden ötürü duyduğu gururu, atanmasından ötürü duyduğu minnettarlığı ya da başarı şansından ötürü duyduğu hoşnutluğu sezdiren tek söz ettiği duyulmadı. Ne konuşkan ne de suskun olan bir mizaçla, konuşmak için çok az fırsat buluyordu. Görevle ilgili konular vardı elbette – yönlendirmeler, emirler vb; ama geçmiş onun zihninde bitmişken, gelecek ise henüz ortada yokken, günün daha genel gerçekleri yorum gerektirmiyordu – çünkü olgular karşı konulmaz bir kesinlikle kendi adlarına konuşabilirler. Yaşlı Bay Sigg, az konuşan adamları ve “talimatlarını düzeltmeye çalışmayacağından emin olabildiklerini” severdi. Bu gerekleri yerine getiren MacWhirr, NanShan’ın kumandasında kaldı ve Çin denizinde gemisinin dikkatle seyretmesine kendini adadı. Gemi Britanya’ya kayıtlı olarak suya indirilmişti, ama bir süre sonra Siggler onu Siyam bandırasına geçirmenin uygun olacağına karar verdiler. Jukes tasarlanan transferin haberini alınca, kişisel bir hakaretle karşı karşıya kalmışçasına huzursuzlandı. Kendi kendine homurdanarak ve kısa, aşağılayıcı kahkahalar atarak dolanıp durdu. “Bir düşünün, gülünç bir Nuh’un Ge – misi fili geminin sancağında,” dedi bir keresinde makine dairesinin kapısında. “İsterseniz kafamı kırın: İşten ayrılacağım. Sizin midenizi bulandırmıyor mu, Bay Rout?” Baş çarkçı, iyi bir işin değerini bilen bir adamın havasıyla gırtlağını temizlemekle yetindi. Yeni bayrağın NanShan’ın kıç tarafı üzerinde dalgalandığı ilk sabah Jukes kaptan köşkünde durup ona pis pis baktı. Bir süre duygularıyla boğuştu, sonra da şöyle dedi: “Altında denize açılmak için tuhaf bir bayrak, efendim.” “Nesi varmış bayrağın?” diye sordu Kaptan MacWhirr. “Bana düzgün görünüyor.” Ve iyice bakmak için kaptan köşkünün karşı ucuna yürüdü. “Eh, bana tuhaf görünüyor,” diye patladı Jukes son derece öfkeli bir halde ve kaptan köşkünden hızla indi. Kaptan MacWhirr bu davranışa şaşırdı. Bir süre sonra sessizce harita odasına girdi ve Uluslararası İşaret Kodları Kitabı’ndaki, tüm ulusların bayraklarının parlak renkli sıralar halinde ölçülere uygun biçimde çizilmiş olduğu tabloyu açtı. Parmağını üzerlerinde gezdirdi, Siyam’a gelince de, kırmızı zemini ve beyaz fili büyük bir dikkatle inceledi. Bundan daha basit bir şey olamazdı; ama emin olmak için, renkli çizimi geminin kıç tarafındaki sancak direğinde asılı olan gerçeğiyle karşılaştırmak amacıyla kitabı kaptan köşküne götürdü. Daha sonra, o gün görevini bir çeşit bastırılmış öfkeyle sürdüren Jukes kaptan köşkünde boy gösterdiğinde, kaptan şöyle bir gözlemde bulundu: “Bayrağın hiçbir kusuru yok.” “Öyle mi?” diye mırıldandı Jukes; bir güverte dolabının önünde diz çöktü ve huysuz bir tavırla oradan yedek bir
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıÜç Deniz Öyküsü
- Sayfa Sayısı296
- YazarJoseph Conrad
- ISBN9789750711244
- Boyutlar, Kapak 12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Buraya Kısıldık Sanırım ~ Aslı Akarsakarya
Buraya Kısıldık Sanırım
Aslı Akarsakarya
Aslı Akarsakarya, 2021 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü alan “Buraya Kısıldık Sanırım”da on sekiz etkileyici öykü anlatıyor. Çok çeşitli konu ve karakterle örülü öyküler, geçmişin...
- Körlerin Şarkısı ~ Carlos Fuentes
Körlerin Şarkısı
Carlos Fuentes
Çağdaş Meksika edebiyatının en saygın yazarlarından Carlos Fuentes, öykülerinden oluşan Körlerin Şarkısı’nda, büyüsellik, gerçekçilik ve mizahı ustaca harmanlıyor. Meksika evlerinin kapalı kapılarını aralıyor ve...
- On Üç Sıfır Sıfır ~ Ercan y Yılmaz
On Üç Sıfır Sıfır
Ercan y Yılmaz
Ercan y Yılmaz, 2015 Necati Cumalı Öykü Ödülü’ne değer görülen ilk öykü kitabı On Üç Sıfır Sıfır’da, matruşka bebekler gibi iç içe giren, içine...