Bayan B. ile tanışın ve hayatınız değişsin!
Herkesin hemfikir olacağı üzere öğretmenler çeşit çeşittir. Bazıları iyidir, bazılarıysa çok da iyi değildir. 213 numaralı sınıfın öğrencilerine göre dünyada altı tür öğretmen var! Zombiler, Kaf-Bağ ekibi, Zindan Bekçileri, Spielberg’ler, Çaylaklar ve İyiler. Ama kendi öğretmenleri Bayan Bixby bu saydıklarının hiçbirine uymuyor. O asla hayal kırıklığına uğratmak istemeyecekleri türde bir öğretmen…
Bir sirk sanatçısı kadar neşeli kişiliği, her daim gülen yüzü, güneşte parıldayan pembe saçları, bitmek bilmeyen tebeşir zaafı, sürekli özlü sözler yumurtlayan edebiyat sevgisi ve durmadan öğrencilerinin yazı defterlerine kompozisyon yazdırmasıyla gönüllerde taht kuran Bayan B. belki de öğretmenlerin en iyisi. Üstelik neredeyse tüm okula göre.
Ve iyiler asla unutulmazlar. Ellerinde olmayan sebeplerle başka bir yere gitseler ya da aniden buharlaşıp göğe uçsalar dahi iyiler hiçbir zaman unutulmazlar. Tıpkı Bayan Bixby gibi. Zaten kim sınıfta yüksek sesle okumak için Hobbit’i seçen ve her karakter için farklı bir ses tonu kullanan öğretmenini unutabilir ki?!
Bayan Bixby, aniden gelişen rahatsızlığı nedeniyle okulun son bir ayında derslere devam edemeyeceğini açıklayınca tüm sınıf üzüntüye kapılır. Biricik öğretmenlerinin apar topar kendilerini bırakıp gitmesini anlamlandırmaya çalışan öğrenciler ona bir veda partisi bile düzenleyememişlerdir. Oysa müthiş bir dostluk bağıyla birbirine bağlanmış Topher, Steve ve Brand’in çok sevgili Bayan B.’yi bir kez daha görebilmeleri ve ona au revoir (görüşmek üzere) diyebilmeleri için dâhiyane bir fikirleri vardır! Ona hayallerindeki mükemmel günü yaşatacaklardır. Üstelik okulu asma ve şehir içinde hiç çıkmadıkları uzunlukta bir yolculuğa (otobüsle!) çıkma pahasına…
Amerikalı yazar John David Anderson’ın, 2016 yılında ödüllere doymayan ve büyük bir hayran kitlesine ulaşan Üç Çocuk, Bir Öğretmen ve Unutulmaz Bir Gün isimli romanı, okurlarını, öğretmenlerine unutulmaz bir gün armağan etmek isteyen üç kafadarın, tek bir günde, şehir içinde çıktıkları destansı ve duygu yüklü yolculuğa yoldaş ediyor.
Her yaştan kitapseverin beğenisini kazanacak bu içten kitap, bazen gülünç bazense yürek burkan anlar yaşatarak zihinlerde yer ediniyor. İnsan ilişkilerinin karmaşıklığını ve sevginin gücünü derinlikli gözlemlerle üç çocuğun gözünden anlatmayı tercih eden Anderson, etkileyici ifade yeteneğiyle kalpleri yumuşatıyor.
“Çocuklar bu kitabı yalnızca sevmeyecek; çocukların bu kitaba ihtiyacı var!”
Soman Chainani, New York Times çoksatan yazarı
Topher
Rebecca Roudabush’ta beyinbiti var. Uydurmuyorum. Test yaptık. Pozitif çıktı, bitometre kıpkırmızı kesildi, görülmemiş şeydi. Steve, Brand ve ben tam karantina durumundayız. Steve, bitlere maruz kalışını asgariye indirmek için dışarıda havanın 22 derece olmasına aldırmadan kayak eldiveni takıyor; dirsekten aşağısı Darth Vader’a benziyor. Bu yıl 213 numaralı sınıfta yaşanan altıncı bit vakası olduğunu söylüyor. Onun sözlerinden asla şüphe duymam. Tabii ki Rebecca temiz olduğunda ısrarcı, beyinbiti diye bir şey olmadığını söylüyor bize. Hep böyle söylerler. Dillerini dışarı çıkarır bize moron derler ama biz her şeyi daha iyi biliriz. Rebecca inkâr içinde. Bir destek grubuna gereksinim duyuyor. Ona, daha önce aynı yoldan geçmiş birkaç çocuğun ismini verebileceğimizi söylüyoruz. “Siz oğlanlar öyle aptalsınız ki!” diyor. “Eyerinde bir kasa beybit taşıyan biz değiliz.”
Bu konuşan Brand. Sözcük uydurmayı ya da kısaltmayı ya da sözcükleri bir şekilde değiştirmeyi sever, onları ezip püreye çevirir ve yeni kelimeler yaratır. Mesela bir dersten gülünç ve tuhaf derecede kötü bir not almak anlamına gelen avallamak sözcüğünü uydurdu, aval aval ile çuvallamak sözcükleri bir arada. Ve bir de zerrezekâlı: Bize kötü davranan büyük çocuklara ya da sevmediğimiz diğer herkese böyle diyoruz. Gerçi sevmediğimiz çok insan yok ama yine de yazılı bir listemiz var. “Demek bende beyinbiti var…” “Sayılar yalan söylemez,” diyorum ona. “Birçok test uyguladık ve hepsinde pozitif çıktın.” Ona çıktıyı gösteriyorum. Aslında bir çıktı değil, geri dönüşüm kutusundan bulup çıkardığımız, üzerine kırmızı keçeli kalemle bir dizi rastgele sayı yazdığımız bir kâğıt kırpıntısı. En üstte ismi var ve altında kanayan harflerle POZİTİF yazıyor. Ayrıca sayfanın marjında dinozor çizimim de var ama o kısmı elimle kapatıyorum. Utandığımdan değil, duruma uygun olmadığından. “Bu aptal kâğıt parçası benim bulaşıcı hastalık taşıdığımı mı gösteriyor yani?” Darth Vader kollarını önünde kavuşturan Steve, “Epey,” diyor. “Peki bu beyinbitleri… neymiş? Ölümcül müymüş?” Rebecca hayatının yarısından fazlasını okulda geçirmiş. Bunu zaten bilmesi gerektiğini düşünebilirsiniz. “Yalnızca bazıları için,” diyorum. “Bazıları ise enfeksiyonu yıllarca taşır ve asla belirti göstermez ama müthiş insanlar aşırı duyarlıdır.” Rebecca, hayali bir hastalıkla bitap düşen biri için fazla düşünceli bir şekilde başını sallıyor. Onu ikinci sınıftan beri tanırım.
Belli ki bir şeyler planlıyor. Gözlerini kısmış, ayağıyla hafifçe tempo tutuyor. Annem bir keresinde Rebecca’yı güzel bulduğunu söylemişti. Bu, annemle kızlar hakkındaki ilk ve son konuşmam oldu. “Peki hastalık tam olarak nasıl bulaşıyor?” diye soruyor. Steve, “Her şeyden önce fiziksel temasla,” diyor ayakkabılarına bakarak. Bilmediğiniz ve çoğunlukla umurunuzda olmayan bir dizi şey söyleyeceği zaman hep böyle yapar. “Beyinbiti virüsü dokunmayla geçer, bununla birlikte tükürükte de yüksek oranda bulunur. Virüsü taşıyan birinin tek milimetrelik bir tükürük parçası bile New York’un tamamını, yani kabaca sekiz virgül dört milyon insanı hasta etmeye yeter.”
Bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum ama yine de başımı sallıyorum. Steve’in her yanı kesin bilgiyle doludur. Bazen söylediği şeyleri not ederim ve eve gidince onları Google’a sorarım –büyük eşekarılarının, iğneleri yumuşak olduğu için birden fazla kere sokabilmesi ve Guatemala’da nezlenin ölüm nedenleri sıralamasının en tepesinde yer alması gibi şeyleri. Bu tip konularda asla yanılmaz. Bunca yıl en yakın arkadaşım olduktan sonra, söylediklerinden şüphe etmemeyi öğrendim sayılır. Steve, bilge bilim insanlarının yaptığı gibi gözlüğünü yukarı itiyor. Bu, oyunun bir parçası değil. Gerçekten de gözlüğünü yerinde tutmakta zorlanıyor. Biz onun sıradaki hareketini beklerken, Rebecca hepimize sırayla bakıyor. “Demek tükürük ha?” “Evet,” diyor Brand.
“Tamam… o halde şöyle yapsam gerçekten korkunç olur.” Rebecca Roudabush, elini bileğinden parmak uçlarına dek yalıyor. Ardından, biz daha tepki veremeden, o beyinbiti virüsü taşıyan elini Steve’in yüzüne boydan boya sürüyor. İşte salgın hastalıklar hep böyle başlar. Steve çığlık atıyor, yüzünü eline büyük gelen eldivenlerin arasına saklıyor ve böylece Rebecca’nın taşıdığı enfeksiyonu etrafa yayarak işleri daha da kötüleştiriyor. Brand onu geri çekmeye çalışıyor ama Rebecca çok hızlı davranıyor. Uzanıp Brand’i yakalıyor, kurbanının kolunu sıvıyor ve ağzını dayayıp koluna üfürüyor, tıpkı okuldan önce yaptığımız osuruk sesi yarışması gibi. Fııılııııırt. Brand derhal dizlerinin üzerine çöküyor ve Rebecca’nın ıslak, beyinbiti enfeksiyonlu tükürüğünün kolunda bıraktığı yuvarlak ize bakıyor. Steve bocalıyor. Sanki bir işe yararmış gibi gömleğiyle yüzünü siliyor. Oysa çoktan öldü sayılır. Rebecca bana dönüyor. “Sıra sana geldi, Christopher,” diyor, ismimi bir küfürmüş gibi telaffuz ederek. Steve’e ve yerde kıvranan Brand’e bakıyorum. Yüzleri tiksintiyle buruşmuş. Bir kural var, biliyorum. Dalgalı ve kızıl saçlarını atkuyruğu yapmış biyolojik bir teröristin kurbanı olarak malcın üstünde kalakalan yoldaşlarını yolda bırakmamakla ilgili hiç konuşulmamış yasalar var.
Ancak Rebecca fena bir tip. Üstelik çilleri var. Ben bu durumu beyinbitlerinin bir kısmının doğada bir şekilde evrimleşmiş olmasına yoruyorum. Tedavisi yok. Artık arkadaşlarım için yapabileceğim hiçbir şey de yok. Ben de koşmaya başlıyorum. Rebecca peşimde, oyun alanını boydan boya geçiyorum, salıncakların ve barfikslerin arasından kıvrılıyorum; RR’nin nefesi ensemde, beni kıstırmaya, yere yapıştırmaya ve muhtemelen yüzüme öksürmeye –hatta belki bundan da kötüsünü yapmaya– kararlı. Ama beni yakalayamayacak.
Ben Usain Bolt’um. Ben bir çita çocuğum. Şimşekten bile hızlıyım. Kuru çimen parçaları topuklarıma çarptıkça alev alıyor. Fakat nasıl oluyorsa, RR arayı kapatmaya başlıyor. Oyun alanını turluyorum ve döndüğümde Brand’le Steve’i ayakta buluyorum. Mucizevi bir şekilde iyileşmişler veya hastalıkları kuluçka evresinde ve her an sonlarını getirebilir. Geldiğimi ve Rebecca’nın peşimde olduğunu görüyorlar. Onlar da tabanları yağlıyor. Üçümüz birlikte futbolumsu bir oyunun içinden körlemesine geçiyoruz. Okulun kırmızı tuğla cephesinin keskin köşesini dönüyoruz. Ve doğruca Bayan Bixby’nin kucağına düşüyoruz. Dünyada altı çeşit öğretmen var. Biliyorum, çünkü bu sınıflandırmayı içeride geçirdiğimiz teneffüslerden birinde biz yaptık.
Birinci sırada Zombiler var: Son birkaç yüzyıldır, Roosevelt’in ABD Başkanı olduğu zamandan bu yana öğretmenlik yapanlar –ilk Roosevelt’ten söz ediyorum, hani şu müze filmlerinde gördüğümüz fırça bıyıklı olan. Zomb’lar mırıldanır gibi, monoton bir sesle konuşurlar ve eğlencenin her bir kırıntısını öğrenme sürecinden söküp atmak için tasarlanmış alıştırma kâğıtlarıyla donanmışlardır. Başlangıçta öğrenme sürecinin ne kadar az eğlence içerdiğini düşünürseniz, kalan eğlence kırıntılarını yok etmelerinin çok uzun sürmediğini anlayabilirsiniz. Zombiler belki beyninizi kemirmez ama onu beslemek için de pek bir şey yapmazlar. Onları Kaf-Bağ ekibi izler.
Brand onlara Bıdıcılar diyor. Titreyen elleri, kan çanağına dönmüş gözleri ve yanlarında taşıdıkları termoslu kahve bardaklarından tanırsınız. Zomb’ların aksine, Kaf-Bağ’lar zıplayan küçük topları andırır ama bıdıbıdıbıdıbıdı diye çok hızlı konuştukları için onları dinlemek veya varlıklarına katlanmak da çok mümkün değildir. Bu biraz başını arı kovanına sokmaya benzer. Ne yazık ki İspanyolca öğretmenimiz onlardan biri. Yani onu anlayamamam bir yana, anlayabilecek olsam da anlamazdım. Ardından Zindan Bekçileri gelir. Okullarda hâlâ dayağa izin verilmesinden yana olan disiplin düşkünü gulyabaniler. Okuma saati, çalışma saati, paylaşma saati, öğle saati, okuldan sonra, okuldan önce ya da hafta sonu ne zaman olursa olsun sessizlik konusunda ısrarcı olanlar.
Öylece oturup hiçbir şey yapmamanız ve çenenizi kapatmanız gerekir. Resim öğretmenimiz Bay Mattison onlardan biridir. Resim derslerinde mutlak bir sessizlik içinde çizim yaparız. Mezarlık sessizliği. Aslında bana uyar çünkü resim, odaklanmaya değer özel derslerden biri. Fakat çoğunlukla Bay Matt’in elinde golf sopasıyla, bir sözcük fısıldayan son öğrencinin etlerini yolduğu resimler çiziyorum. Gelelim Spielberg’lere. Kıyaklıkta Steven Spielberg’e yaklaşamazlar bile. Onlara böyle diyoruz çünkü durmadan film gösterirler. İçlerinden bazıları Zombi Spielberg, örneğin Bayan Gredenza bu kategoriye giriyor. Bir keresinde meyve sineklerinin yaşamına dair, biraz iğrenç –asıl hedefi bize geometri öğretmek olduğuna göre biraz da anlamsız– bir film göstermişti. En azından Spielberg’ler söz konusu olduğunda bir şeyler karalama, şekerleme yapma ya da mesajlaşma şansınız vardır –tabii eğer bir Zindan Bekçisi telefonunuzu ele geçirip onu cinlerine atmadıysa. Kişisel favorim Çaylaklar.
Başarı hırsıyla dolu olanlar. Öğretmen çiftliğinden yeni çıkanlar. Parlak gözleri, bir katalogdan kısa süre önce alınmış posterleri ve doğru yanıtı verdiğinizde sirkteki foklar gibi el çırpışları… Uzun süre Çaylak kalmazlar. Hızlıca yıpranırlar. Bir yılda. Bilemediniz iki yılda. Bunun öğrencilerin suçu olduğunu düşünmüyorum. Sistemi suçluyorum. Sonuncu kategoridekilere basitçe İyiler diyoruz. Okul diye de bilinen şu işkenceyi katlanılır kılanlar. Eğer İyiler’den biri öğretmeninizse bunu hemen bilirsiniz, çünkü ders resim değilse bile kendinizi anlatılanları dikkatle dinlerken bulursunuz. Onlar, bir sonraki yıl gidip merhaba demek istediğiniz öğretmenlerdir. Hayal kırıklığına uğratmak istemediklerinizdir. Bayan B. gibi işte. Bayan Bixby’yle ilk karşılaşmamı hatırlıyorum.
Okulun ilk günü, hatta öğretmenlerle tanışma gecesi bile değildi. Bundan üç yıl önceydi. Sirkteydik. Annem, babam, küçük kız kardeşim ve ben gezinti alanında altı dolarlık meybuz ve lolipop alıyorduk. Annemle babam, “ailece geçirilen sürenin yatırımla iyileştirilmesine” sıkı sıkıya inanır, yani hep birlikte bir yerlere gittiğimiz az sayıda etkinlikte beni ve kız kardeşimi, mızıldanmayalım diye rüşvet olarak şekere boğar. Genelde de işe yarar. Sirk, aylık zorunlu aile gezmesinin son durağıydı ve elimizden geleni ardımıza koymuyorduk: Dillerimiz masmaviydi ve çoğunlukla palyaçoların devasa kırmızı ayakkabılar ve bipleyen kocaman burunlarla ortalıkta dolandığı ön gösteriyi izliyorduk. Kısa sarı saçlarının arasında pembe tutamlar bulunan, smokin giymiş, üç bovling lobutunu ustalıkla havada döndüren jonglör kadının önünde durduk. Yanakları kıpkırmızıydı, boyalı dudaklarından biriyse yaptığı işe odaklanmaktan diğer dudağının içine kıvrılmıştı. Sonra annemi gördü ve durup lobutlardan birini kolunun altına aldı. Tanıdık gelmişti. “Linda?” diye seslendi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÜç Çocuk, Bir Öğretmen ve Unutulmaz Bir Gün
- Sayfa Sayısı264
- YazarJohn David Anderson
- ISBN9786052851012
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Karasevdalılar ~ Javier Marías
Karasevdalılar
Javier Marías
María Dolz her sabah işe gitmeden önce kahvaltı ettiği kafede adeta onun için bir mutluluk timsaline dönüşen evli bir çifti gözlemlemeye başlar. Bu, onun...
- Kehanet ~ John Kilgallon
Kehanet
John Kilgallon
YAYIMLATILMAYAN BİR KİTAP …KADİM BİR KEHANET…ZAMANA KARŞI BİR YARIŞ Kehanet gerçekleşiyor mu? Saldırıları durdurmak ve bu saldırıların ardındaki gizli güçleri ortaya çıkarmak için zaman...
- Kapalı Kapılar Ardında ~ Jane Casey
Kapalı Kapılar Ardında
Jane Casey
Söylentiler… Herkes şampanyanın su gibi aktığı akıl almaz partiler veren seçkin centilmenler kulübü hakkındaki söylentileri duymuştu… ve kapalı kapılar ardında olup bitenler kimsenin hayal edemeyeceği...