Günün birinde yazdıklarımdan bir perde çekeceğim hayatıma. Herkes kağıt üstüne yazılanları benim hayatım sanacak, ben de hayatımı saklamış olacağım böylelikle. Saklanmanın en iyi yolu fazla görünmektir, biliyor musun? Herkes seni gördüğünü sanır, sen de rahat edersin. Kasada oturan kız gibi! Herkes kasadaki kızı görür, ama kimse tanımaz.
***
AYNALI PASTANE
KASADA OTURUYORDU BÜTÜN GÜN. TUŞLARI, TUŞLARIN ÜZERİNDEKİ rakamları, uzun, biçimli tırnaklarını, tırnaklarının ışıyan cilasını görüyordu en çok. Tuşlara basmaktan tırnaklarının cilasının biraz daha aşındığını görüyordu. Bu, ona ömrünü düşündürüyordu, bir ömrü olduğunu; akıp giden zamanı… İşinin ona sunduğu alabildiğine gündelik, sıradan ve bayağı bu örnekte yaşamına ilişkin bir “metafor” buluyordu. Hayat: Aşınan tırnak cilası… Sen istediğin kadar tuşlara bas dur! Zaman hiçbir şey olmadan geçiyor!
Kasada oturuyordu bütün gün. Bütün dünyayı buradan görüyordu. Bunlarla görüyordu. Ona, dünyayı bunlar sağlıyordu. Geriye dünya kalmıyordu oysa, geriye hiçbir şey kalmıyordu, olsun. Başka bir hayat bilmiyordu. Kasa ona emanetti. Patronların güvenini kazanmıştı. Özellikle para konusunda çok titiz, çok dikkatliydiler; başka şeylere fazla karışmazlardı. Üstelik fazladan herhangi bir şey yapmadan kazanmıştı onların güvenini. Olduğu gibi davranmıştı yalnızca, kendi gibi, her zamanki gibi, kimseyi bir şeye inandırmaya, ikna etmeye çalışmadan. Hayatta da böyleydi. Fazladan gayret göstermeye hiç inanmazdı. Yaşamın akışını hiç zorlamazdı. Her şeyi zamanın akışına bırakmakta kendiliğinden kazanılmış bir ustalığa sahipti. Belki de bu yüzden kazanmıştı güvenlerini. Yaşamda birçok şeyi, belki de bu yüzden yitirdiği gibi…
Kasanın tam karşısına düşen duvar, boydan boya aynaydı. Yaldızlı ayna. Bu yüzden adı Aynalı Pastane’ye çıkmıştı buranın. Herkes pastanenin kendi adını bırakmış, “Aynalı Pastane” demeye başlamıştı.. Kimi zaman aynadaki paslı beneklerle uçsuzlaşan kendi derinliğine dalar giderdi. Dudaklarını kıpırdatmadan uzun uzun konuşurdu, kendiyle konuşurdu. Daha çok yeni sevgililer, köşe-bucak kaçamağı yapan çiftler gelirdi pastaneye. Gözlerden ırak masalara, tenha köşelere çekilir, birbirlerinin ağızlarının içine düşerek mırıl mırıl konuşur, cilveleşir, öpüşür, koklaşır giderlerdi. Oturduğu yerden hepsine hikayeler uydurur, gelecekler kurar, ilişkilerini kendi kafasında yeniden yazardı. Evlensin istediği çiftler olurdu, mutlu olsunlar, ömür boyu hiç ayrılmasınlar istediği çiftler olurdu, kavgalarına tanık olduğu çiftler olurdu, ayrıldıklarına çok üzüldüğü çiftler olurdu, evliliklerinden memlekete zarar geleceğini düşündüğü, her davranışlarına “sinir olduğu” burnubüyük çiftler olurdu. Daha görür görmez uzun sürmeyeceğini anladığı ilişkiler olurdu. Epeydir ortalıkta görünmedikten sonra, bir gün yalnız başına çıkıp gelen birinin, nedense anılarının izini sürdüğünü düşünür, onunla birlikte içlenir, hüzünlenirdi. Kasanın başında ve aşkın merkezinde oturduğunu düşünürdü. Bir eski çağ masalcısı gibi aşklara hikayeci olduğunu düşünürdü. Sezgilerini ve gözlemlerini önemserdi. Müşterilerle özel ahbaplıklar, yakınlıklar kurmamaya özen gösterirdi. Patronların temel ilkesiydi zaten bu. Her müşteriyi ilk kez görüyormuş gibi yapacaksınız, diyorlardı; öyle yapacaksınız ki, rahat girip çıksın buraya. Kendini hesap vermek mecburiyetinde hissetmesin, diyorlardı. Çoğunun karısı vardır; babası, ağabeyi vardır. Onları tanımadığınızı düşünmelerini sağlayın. İlk defa görüyormuş gibi yapın. Böylece, kaçamakları konusunda içleri rahat eder. Güven duyarlar. Unutma, insanlar kandırılmak ister!
Ama, onun müşterilere karşı gösterdiği bu kayıtsızlık, patronlarının gönlünü hoş etmekten çok, kendi içe kapanışından kaynaklanıyordu. Buraya gelenler, tıpkı film kahramanları gibi, yalnızca maceralarını seyrettiği insanlar olmalı ve öyle kalmalıydılar; onlara ilişkin kimi meraklarını nasıl olsa kendi hayal gücünün tamamladığını düşünüyordu. Herkes onun hayal ettiği kadar kalmalıydı. Onların gerçek hikayelerini yüklenmek istemiyordu. Onları, kendine ait sözcüklerle konuşturuyor, kendine ait sözcüklerle tanımlıyordu. Onların kendi sözcüklerini, kendi ağızlarından duymak istemiyordu. Burada bir kuyudaydı ve bol yıldızlı bir gökyüzüne bakarak hayal kuruyordu. Düştüğü kuyuyu ancak kendi masalları anlamlandırabilirdi. Çocukken aile albümlerindeki ölmüşlerin resimlerini yan yana koyar, onları konuştururmuş. Şimdiyse, yaşayan, karşısında duran, gözlerinin önündeki bu insanları konuşturuyor; burada, şu pas benekli aynalara vuran masaların soluk yansısında, sihirli hikayelerden bir dünya kurmayı öğreniyordu. Koca bir dünya. Hep ilk aşkların taze heyecanlarını duyan genç sevgililer değildi gelenler tabii. Her gelişlerinde yanlarındakini değiştiren macera düşkünü hızlı çapkınlar, kart zamparalar, film yıldızlarından çaldıkları pozlara kendini fazla kaptırmış, saçları bolca sürülmüş briyantinden yağlı yağlı parlayan, etrafa kötü kötü sırıtan genç adamlar gelirdi. Sonra para karşılığı çalıştığını düşündüğü kızlar… Bu kızlar başlangıçta daha kötü giysilerle, daha bakımsız bir halde gelir; iğreti oturur, suçlu gözlerle etrafa bakınır, bir fincan çay istemeye bile çekinirler; bir süre sonra, yanlarındaki erkekler değişmeye; üstleri başları toparlanmaya; saçlarının rengi açılmaya başlar; ilk geldiklerindeki çekingenliklerini atarlar üzerlerinden, garsonu başka türlü çağırmaya başlarlar; seslerine bir genişlik gelir, elleri kolları serbestler, hatta yavaş yavaş küstahlaşırlar; kendilerini savunmayı öğrenmişlerdir, giderek yırtıklaşırlar; eğer “mesleklerinde” ilerlemişlerse, yeniden alçakgönüllü ve kibar görünmeyi, etrafa iyi muamele etmeyi, güler yüzlü ve nazik davranmayı, alçak sesle konuşmayı ve kendinden emin olmayı öğrenirler. Artık tehlikeyi aşmış demektir bunlar. Paranın her şeyi satın aldığı güvenli ve vaat edilmiş topraklardadırlar şimdi. Böyle bir çizgisi vardır kaderlerinin. Bir süre sonra ise, artık hiç gelmez olurlar. Kimi daha iyi yerlere yükseldiği, kimi tutunamayıp daha kötü yerlere düştüğü için. Onun için onların hikayeleri burada biter. Gerisi başka yerdedir, başka tanıklıklar gerektirir. Başka sözler… Kasanın altındaki kendi “şahsi eşyalarını” koyduğu çekmecede her zaman bulundurduğu şömiz ciltli, sayfaları dağılmış sözlükte bundan sonrası için sözcük yoktur. Yalnızca boş sayfalar…
Aliye ise bu kasanın başından hiç kalkmaz. Kasanın ötesini düşünmek de istemez. Kasa, onun için güvenli bir yaşamın sınırıdır. Önünden geçen kurbanlar ve kahramanlar ona değmesin ister. Onun başını beklediği şeyin, rakamlar ve kelimeler olması gerektiğini düşünür. Sırları uçuklamış aynanın pas benekli yüzeyinden hızla gelip geçen görüntülere gömülüp kaybolan hikayelerin ardına düşmek istemez. Orada bırakır. Hiçbirinin hikayesinde yol almaz.
Ortaokul sıralarındaki acemi, sarsak kenar mahalle aşklarını saymazsak eğer, kendi sevgilisi olmadı hiç. Ticaret lisesindeyken zaten pek parlak bir öğrenci değildi, kendini genç yaşta bu kasanın başında buldu. Yaşı küçüktü ama, az paraya çalışacak çok güvenli bir kız bulmuştu patronları. Onu hemen işe aldılar. Sanki bütün hayatı bu kasanın başında geçmişti. “Aynalı Pastane”nin aynasından görmüştü bütün dünyayı. O kadarını ise güzel anlatıyordu. Bir masalcı gibi yaşamaya karşı hiçbir yeteneği yokken, sözcükler ve hayallerle kurduğu dünya, ve kurduğu bu dünya içinde birer masal kahramanına dönüşen, gördüğü bütün bu insanlar, onun görünmez varlığında derin derin soluk alıyor, keskin hatlarla çizilmiş capcanlı karakterlere dönüşüyor, kendilerinden habersiz bir ikinci hayat yaşıyorlardı. Bu da Aliye’nin katlanma gücünü artırıyordu.
Epey uzun bir süre böyle sürdü bu.
Ta ki, o, bir gün o kasanın başından kalkmaya karar verene kadar.
Kendi masalını yaşamaya karar verene kadar.
…
Pastanenin camında ne zaman yüzü bitse ürperirdi. Muhabbet tellalı, demişlerdi onun için, daha kabaca, Pezevenktir, diyenler de olmuştu. Ermeni pezevenk. Bir de komik adı vardı. Adı değil de, daha çok lakabı. Adını gölgeleyen, hatta çoktan unutturmuş olan bir lakap. Böylelerinin gerçek adı öldüklerinde öğrenilir ancak. Cenaze işlemleri yapılırken, gömülürken… Bembeyaz takım elbise giyerdi. Hafif, tiril tiril ketenler. Tavşana benzerdi. Dudakları da tavşan gibiydi. Bir tek burnu beyaz olan, sivri topuklu, siyah mokasen ayakkabılar; köstekli saatini taktığı parlak kırmızı bir yelek; bazen içinden ikinci bir tavşan çıkacağını umduran eski bir şapka; bazen şık bir baston. Yağmurlu havalarda ise bir kara melek şemsiyesi… Dindiğinde bambaşka bir hayat başlatacak olan büyülü, uzun yağmurlar… İnce dişli taraklarla sıkı sıkıya taranmış, seyrelmiş saçları, her zaman yağlı yağlı parlar; kokusunun iyi mi, kötü mü olduğuna kolay karar verilemeyen tuhaf bir esans sürerdi. Sık sık yelek cebinden gösterişli bir hareketle çıkardığı köstekli saatine bakar, bir giz onaylıyormuş gibi müphem bakışlarla başını sallardı. Hep acelesi varmış gibi görünmesine karşın, sanki çok kişinin bilmediği ama kendinin yıllar önce keşfettiği bir yavaşlığın tadını çıkarıyordu. Sanki zamanın geçişine ait kimsenin bilmediği şeyler biliyordu.
Aliye, onu pastanenin camından kendisini uzun uzun seyrederken yakalamıştı bir gün. Kapıya çıkmış, İçeri gelsenize, demişti, Burası pastane, umuma açık bir yer, ne diye camda durup içeri bakıyorsunuz, başka zamanlarda hiç mi içeri girmiyorsunuz sanki? Gülümsemişti adam, bunun üzerine içeri girmiş, çikolatalı pasta, pötibör ve çay istemişti. Bıyıklarının kırına bulaşmış pasta kırıntılarını, bembeyaz, kolah bir mendille ve manidar hareketlerle silmişti. Kibar bir beydi. Eski zamanların rengini veriyordu girdiği her yere.
Pastane kapandıktan sonra evine dönmek için dolmuş durağına giderken de, durağa kadar uzaktan takip etmişti Aliye’yi. Mahcup olmuştu. Bir adam tarafından takip edilmek!.. Üstelik adam kendi için hayli yaşlı sayılırdı. Hayal kurdurmazdı böyleleri. Bu sırada birdenbire dehşetle fark etti ki, tırnaklarına bulaşmış rakamlar, birer birer yola düşüyor… O rakamları yerden toplayarak çantasına koyuyor, eğilip kalkarken terliyor, tam bitti derken, gözünden kaçmış birkaç rakam gene tırnaklarının arasından yere düşüyor. O adamın arkasında olduğunu bilirken, sürekli eğilip kalkması ve yere düşen rakamları toplayarak çantasına doldurması, büsbütün mahcup etmişti kendini. Parlaklığını yitirerek kararırcasına matlaşan tırnak cilası pul pul dökülüyordu rakamları yerden kazırken. Geçtiği yerlere kadınsı bir suçluluğun izlerini bırakıyordu. Yalnız ardındaki adam değil, bütün İstanbul kendine bakıyormuş gibi geliyordu. Görmediği gözlerin ayıplayan bakışlarını hissediyordu üzerinde. Kalabalıkların izleyen ve gözetleyen harlı soluğunu ensesinde duyuyordu. Eğilip kalkarken çok terlemiş olduğundan, çantasından mendilini çıkarıp yüzünü sildi. Yüzü silindi. Artık tanıyamazdı onu. Başka bir kadın sanırdı. Nitekim öyle oldu. Yüzündeki izini kaybettirdi adama. Onu başka bir kadın sanıp yanından geçip gitti adam… Gizlendiği bir başkasının dudaklarında gülümsedi bu duruma.
Dolmuşa bindi acele acele… Dolmuşun arka koltuğunda sıkışık oturdu. Yanındaki adamın dizi dizine değdi. Yüzü geri geldi yüzüne. Kızarmak için geldi. Gözleri yaşlarla dolu olarak geldi. Önde oturan, kabarık saçlı, fazla bakımlı ve hırçın kadın, arkasına dönerek, Neden ağlıyorsunuz kızım? dedi, Ve neden dizinizin, adamın dizine değmesine izin veriyorsunuz? Bakın, yüreğinizin çarpıntısından araba sallanıyor. Yüzü daha çok kızardı. Mendili kıpkırmızı oldu.
Aslında otobüse binmeliydim, diye geçirdi içinden. Rezil oldum! Her ayın ilk on günü dolmuşa, geri kalan günleri otobüse biniyordu akşam dönüşlerinde. Otobüslerde korkum çoğalıyor. İnsanlar çoğalıyor. Sıkıntım çoğalıyor. Dolmuşlarda beni tanıyanlar çoğalıyor. Herkes pastanede çalıştığımı biliyor. Ya da ben öyle sanıyorum. Pastaneye gelen herkesi aklımda tutmaya çalışıyorum. Aklımda tutmaya çalışıyorum ki, başka bir yerde karşıma çıktıklarında, şaşırmayayım, nasıl davranmam gerektiğini bileyim. Bazen, önemli birine önemsiz biriymiş, bazen de, önemsiz birine önemli biriymiş gibi davranıyor, insanları şaşırtıyorum. Hatamı anladığımda kendim de üzülüyorum bu duruma. Böyle yapmamalıyım. Patronlar paralarını, müşteriler hikayelerini güveniyorlar bana. Bense, kelimelerle paraları, hikayelerle güvenleri, insanlarla tırnak cilasını karıştırır oldum. Keşke başka bir iş bulsaydım… Ama bu iş falımda çıktı.
Evet, doğruydu, falında çıkmıştı. Başka bir iş bulamazdı. Bu işi, ona, bir yazar bulmuştu. Kendi de işsiz olan bir yazar bulmuştu.
Aliye’nin, ailesinin geçimine katkıda bulunması gerekiyordu. Ticaret lisesini güç bela bitirmişti, kısa sürelerle birkaç işe girmiş çıkmış, hiçbir yerde dikiş tutturamamıştı. Bazılarından kendi isteğiyle ayrılmış, bazılarından kovulmuştu. Mahalleye yeni bir yazar taşınmış, dediler. Genç bir adam. Bir yandan romanlar, hikayeler yazıyor, bir yandan falcılık yapıyormuş. Daha doğrusu, parasızlıktan falcılık yapıyormuş. Ona git, bazılarından kendi hayat hikayelerini alıyor, karşılığında onlara gelecek veriyormuş. Mahallelinin dediğine bakılırsa, nice değme falcıdan daha iyi görüyormuş geleceği.
Yazarın evi, mahallenin ana caddeye yakın yerinde, Kamer Hatun Camii’nin karşısına düşüyordu. Çok büyük bir yatak odası vardı. Eski püskü eşyalarla döşenmişti. Eskicilerden ucuza kapatılmış eşyalardı bunlar. Şarap rengi, sim işli bir yorgan yüzü, bütün odayı ışıtmaya yetiyordu. Duvarlar pul pul ışıyordu yansımasından. Ağaç kabuğu rengi eski bir konsolun üzerinde iki karpuz lamba eski zamanların bütün görkemiyle ışıyor, geçmişi aydınlatıyordu. Duvarlardaki külahlı apliklerin duvara vuran ışığı kağıt yanığı rengindeydi. Yanık karemela duygusu veriyordu duvarlara. Odanın, kemer kesimli, içerlekli iki büyük penceresi, ön sıradaki ana caddeye bakan apartmanların arka avlusuna bakıyordu. O iki büyük pencereye –parasızlıktan– Topağacı’nda oturan ve çok güzel bir kadın olan bir hanım arkadaşından aldığı, eski, naylon banyo perdeleri asmıştı. Bunu birkaç kez ısrarla tekrar etmişti. Kendine acımaktan çok, belli ki unutulmasın, iyice akıllarda kalsın, diye yapıyordu bunu. Ayrıntılara tapıyordu bu yazar. Beyaz üzerine mavi puanları vardı banyo perdelerinin. Uzaktan naylon oldukları hiç anlaşılmıyordu. Bu da yazarın hem hoşuna gidiyor, hem de kızıyordu. Herkes keten perde sanıyor, diyordu. İmgenin yanlış anlaşılması işte. Sanatta hep başımıza gelen şey! Aliye, böyle karışık sözleri anlamasa da, yazarın bütün bunları aslında kendi kendine söylediğini seziyor, orada bulunuşunun hiç olmazsa bu işe yaradığını düşünerek, başını sallamak zorunluluğu duyuyordu. Ne de olsa falına bakacaktı. İlgisiz görünerek onu kızdırmak istemiyordu. Kendi kendine konuşanların en çok kızdıkları şeyin, başkalarının kayıtsızlığı olduğunu öğrenmişti.
Yazar, kalkıp kahve yaptı; kahvenin kokusu Aliye’nin bütün geçmişini kamaştırıp odaya taşıdı. Kahve falına bakıyordu yazar. Genç, yakışıklı bir adamdı, hülyalı gözleri vardı. Yazardan çok, eski zaman artistlerine benziyordu. Bakışları çok uzaklarda kalmıştı. Hayatın bir daha yerine koyamayacağı bir şeyi yitirmişti sanki; şimdi kelimelerle onarmaya çalıştığı çok eskiden kalmış bir kırgınlık vardı bakışlarında. Yazdıklarını kimse okumuyordu. Kitaplarını bastıramıyordu. Hakkının yendiğini düşünüyor, ama gene de yazmaktan yılmıyordu. Ve en önemlisi çok parasızdı. Yatak odasına banyo perdeleri takmıştı, yalnızca Topağacı’nın değil, İstanbul’un da en güzel kadını olan arkadaşının verdiği eski naylon perdeler… kendi tekrar tekrar söylemişti… iri mavi puantiye… Yalnızca yazarlık yapmak için, düzenli olarak bir işte çalışmak istemiyor, bir işte çalışmadığı için de para kazanamıyor, sonuçta, parasızlıktan mahallelinin falına bakıyordu. Yazarlığa çok benziyor, diyordu, hiç zorluk çekmiyorum.
Aliye’nin bütün geçmişini bildi.
Aa, nereden bildin, nereden bildin! dedi, Aliye. Valla her bir dediğin çıkıyor!
Yazar, Aliye’yi sevmişti, hem falına uzun uzun bakıyordu, hem de, Başına kötü bir şey gelsin istemem, diyordu. Saf kızsın. Masumsun. Kızların masum kalması çok zordur. Hepsi beş yaşına kalmadan kadın olurlar. Entrika öğrenmek zorundadırlar. Fitne fesat öğrenmek zorundadırlar. Kadınlık, hayalleri temiz kalmış kızların, içlerinin kirlenmesi demektir. Aliye, Yazar’ın uzun ve karmaşık cümleleri karşısında zorlanıyorsa da belli etmemeye çalışıyordu.
İş arıyorsun, dedi Yazar. Aliye heyecanla başını salladı.
Kalk, perdeleri aç, avluya bak, dedi Aliye’ye. Aliye, avluyu o zaman gördü. Ne görüyorsun? diye sordu Yazar. Karşı apartmanın giriş katında bir Rum aile, badanası çoktan dökülmüş, duvarları kirli bir oturma odasında, muşamba örtülü bir masanın başına toplanmışlar, çıplak bir ampulün altında neredeyse kımıldamadan oturuyorlar; kirli sarı, donuk bir resim; yaşlı bir kadın, yaşlı bir adam, onlardan daha genç görünüşlü iki tane yaşlı daha… yoksul değildiler belki, ama görünüşlerinde derin bir yoksulluk vardı. Paralarını hiçbir şey için harcamamışlardı. O odadaki kimse mutlu olmamıştı. Dinibütündüler belli. Tam karşılarına düşen duvardaki nişe gömülü İsa ile Meryem’in önünde mum yanıyordu. Muşamba örtüyle kaplı masada, geniş bir tabak, içinde iki yeşil elma ve bir cam bardak içindeki bulanık suda takma dişler görünüyordu. Oturma odalarının camları pusluydu. Daha doğrusu kirliydi. Yılların kiri. Benek benek pas tutmuştu camlar. Sabahları çok erken kalkıyor, en yaşlıları ve en kamburları, avluya çıkıp içeri odun taşıyordu.
Çok erken kalktığım bazı sabahlar onları seyrederim. O çıplak ampul, yaz-kış, gece-gündüz hep yanar, hiç söndürmezler. Korkuyorlar, bir şeyden korkuyorlar. O çıplak ampul onları korur sanıyorlar. Ya da korktuklarını çıplak gözle görmek istiyorlar. Gördün mü onları? dedi Yazar.
Evet, dedi Aliye. Gördüm.
İşte falında onlar çıktı, onların yanında çalışmaya başlayacaksın. Falın uzağa gitmedi. Görünüşlerine aldırma, aslında zengin insanlar onlar. Güvensizler yalnızca. Bak odunla ısınıyorlar. Avlu onların. Odunla yüklü. Sonra bir bir saydı: Bacağı kopmuş iskemleler, içi sökülmüş ahşap çerçeveler, hasırı erimiş sandalyeler, yırtık naylon leğenler, kırık aynalar, kopuk pervazlar, dibi delinmiş çinko kaplar, kırık küpler, vazolar, akmış kilimler, parçası kopmuş biblolar, tek gözlü kaptan dürbünleri, yırtık yelpazeler, bir sürü ıvır zıvır, hiçbir şeyi atmıyorlar, avluya yığıyorlar. Üst üste istif edilmiş onca odun, onların o büyük çini sobaları için, kışın sobanın gürültüsü buradan bile duyulur; çok üşürler, bütün kış üşürler, avluda serçelere ekmek ufalar, bir kucak odun alır, yeniden içeri kaçarlar. Onların pastaneleri var, Aynalı Pastane. Hiç duydun mu bu adı? Aliye, bilmiyorum anlamında başını iki yana salladı. Kasiyer arıyorlar. Kimseye güvenmiyorlar. Sana güvenecekler. Yarın onlara gideceksin, seni işe alacaklar. Sen güvenilir bir insansın. Aliye çok sevindi. Peki evlenecek miyim, diye aceleyle sordu Aliye. Her fal ancak bir iyi haber kaldırır, dedi Yazar. Peki, dedi Aliye. Borcum ne kadar? Borcun yok, dedi Yazar. İlk maaşından bana bir top kağıt alırsın, ben de ona bir hikaye yazarım, hatta belki senin hikayeni yazarım. Aliye utangaç gülümsedi: Beni kim okur ki, dedi. Öyle deme, dedi Yazar. Hiç belli olmaz. Neleri okuyorlar!
Aynalı Pastane’nin aynasına dikkat et, dedi Yazar. En güvenilmez hikayeler, aynalara fazla bakanların başından geçer. Ama hesabın kuvvetli senin, rakamlarla aran iyi. Hayallerin seni fazla kışkırttığında, hemen toplama-çıkarma yap, iyi gelir, dünyaya dönersin.
Aliye, perdeyi kapatırken, ilk maaşımla bir top kağıt almasam da, perde alsam size, olmaz mı, dedi. Perdeye yazamam ki, dedi yazar. Hem onlar, bir arkadaşımın eski banyo perdesi, söylemiş miydim? Üzerindeki mavi puantiyeler dikkatini çekti, değil mi? Günün birinde yazdıklarımdan bir perde çekeceğim hayatıma. Herkes kağıt üstüne yazılanları benim hayatım sanacak, ben de hayatımı saklamış olacağım böylelikle. Saklanmanın en iyi yolu fazla görünmektir, biliyor musun? Herkes seni gördüğünü sanır, sen de rahat edersin. Kasada oturan kız gibi! Herkes kasadaki kızı görür, ama kimse tanımaz.
Biliyor musunuz, söylediklerinizden bir şey anlamıyorum, dedi Aliye, aslında anlamak istiyorum, ama karışık konuşuyorsunuz.
Bu da benim kendi falım, dedi Yazar. Kendime yazdığım falım. Böyle çıkıyor, ne yapayım?
Yanlış anlamayın, dedi Aliye, Karışıklar, ama içimi durultuyorlar, ışık vurmuş su gibi, hoşuma gidiyorlar yani…
O zaman anlamayı boş ver, dedi Yazar. Bu söylediklerin anlamaktan çok daha iyi.
Hadi şimdi fincanın içine su dök, dedi Yazar, yoksa falın çıkmaz. Aliye, dediğini yaptı, kurumaya yüz tutmuş telve, suda gül yaprakları gibi çözüldü.
Bak falın taştı, dedi Yazar. Kucağına kaderin akıyor.
Yazarın dediği gibi oldu. Aliye’yi işe aldılar.
Aliye, bir süre sonra onlara bir yazar-falcı tanıyıp tanımadıklarını sordu. Hiç duymamışlardı bile. Güvensiz bir yüzle dudak büktüler.
Yazar’ın evine bir kez daha gitti. Bir top beyaz kağıt götürdü ona. Sayenizde işim oldu, dedi. Ne güzel, belki benim de bir hikayem olur, dedi Yazar. Bir yardımım dokunacak olursa, çekinmeyin çağırın beni, dedi Aliye. Evim, üç sokak aşağıda. Bulaşık, çamaşır falan işlerine de yardım ederim, yani isterseniz… Kahve içtiler birlikte. Ama yazar bu kez fal bakmadı. Dalgın gözleri uzaklara çekilmişti. Aliye’nin getirdiği bir top kağıdı alıp arkada bir odaya götürdü; kapı aralığından içerinin tavana kadar tepeleme top top kağıtla dolu olduğunu gören Aliye çok korktu. Ve gördüklerini hiç kimseye söylemedi. Hem falcı, hem yazar olan birinin, tekinsiz olması çok normaldi.
Falını beklemeye başladı.
…
Kederli bir oturuşu var kasanın başında. Büyük bir garda kaybolmuş da, oturduğu tahta sırada bulunmayı bekler gibi… Ürkmeyi bile unutmuş, sahiplerini bekleyen dalgın bir kız çocuğu gibi…
Bir zamandır gözlerinin ışığı sönmüş, bakışları matlaşmış, hırkasının gevşemiş ilikleri düğme tutmamaya başlamış, omuzları çökkün, öylece oturuyor kasanın başında; yüzünden sevincin gölgesi tamamen silinmek üzere… Bazen, patronlardan biri gelip ne sert, ne yumuşak olmayan bir sesle, “Kambur oturma,” diyorlar. “Kambur oturma,” demek, aynı zamanda, “güler yüzlü, canlı ol; müşterilere gülücük dağıt” demek. Bütün bunları, kendi bezginliklerinden hiç umulmayacak bir çeviklik ve güçle söylüyorlar. Mutluluğun ya da hoşnutluğun değil, kanıksamışlığın getirdiği bir güç bu. Artık hiçbir şeyi sorgulamamanın, hiçbir yenilik ummamanın kazanılmış bilgisiyle, her seferinde aynı davranışları, kendiliğinden ve çabasız olarak yineleyebilmenin gücüne sahipler. Bu yüzden ayakta ve hayatta kalabildiler kaç yangından, kaç talandan geçmiş Beyoğlu’nun şu zorlu, kanlı ve kirli tarihinde. Aliye, uyarıları üzerine hemen gövdesini dikleştirip sahte bir canlılık ediniyor, bu da onu birkaç saat daha idare ediyor.
Bazı akşamlar, işten çıktığında, bütün gün oturmaktan gövdesine yerleşen gevşekliği üzerinden atabilmek için, daha çok yorulmak pahasına da olsa, eve kadar yürüyor. Hele havada üşütmeyen, ama ürperten bir serinlik varsa, bu, daha da iyi geliyor ona; yeniden diriliyor.
Patronların her uyarısında ne kadar toparlansa da, gene de sırtına söz geçiremiyor; birkaç saat sonra yeniden çöküyor omuzları, kamburlaşıyor. İçinde çeşitli pastaların, tatlıların bulunduğu, ön yüzeyi bombeli cam vitrine dalmış, belirsiz hayaller kuruyor gene. Işıklar içinde yüzen cam vitrine daldıkça, filmlerden bildiği, ışıl ışıl, neşeli, mutlu bulvarlarıyla uzak ecnebi dünya şehirlerinin canlı, hareketli kalabalıkları arasında kaybolduğunu düşlüyor. Kim bilir, hangi uzak ülkenin ışıklı bir akşamüstünde, başında geniş kenarlı, zarif bir şapka, üzerinde şık bir kıyafet, eli kolu fiyonk ambalajlı paketlerle doluyken, durup bir pastane vitrininden içeri bakıyor ve birdenbire içi zengin pasta çeşitleriyle dolu bu cam vitrini görüyor, iştah açıcı bu görüntü içeri davet ediyor onu. Her seferinde içeri girecek gibi olduğunda, silkiniyor hayallerinden. Belki de içeride kendini bulmaktan, kasadaki kızla yer değiştirmekten korkuyor. Kasadaki kızsa, yeniden dalıyor ön yüzeyi bombeli cam vitrinin görüntüsüne: Kremalı pastaları, tepesi karlı yüksek dağlara benzetiyor; üzerlerinde koyu şerbetler gezdirildiği için, verniklenmişçesine parlayan, rengarenk meyvelerle bezenmiş küçük pastacıklar, uzaklardan atılmış sevinç dolu kartpostallar gibi, diğer pastaların arasına karışık dizilmiş küçük eklerleri, Büyükada açıklarında, siste balığa çıkmış esmer kayıklara benzetiyor. Yanık şekerlerin ışıltısıyla parlayan güneş rengi meyveli tatlılar, egzotik ülkelerde sıcak bir yaz öğleden sonrasını, kızgın kumsalda neşeli çığlıklarla koşuşturacağı günleri hayal ettiriyor. Kreması pembe köpüklerle kat kat dökülen, görünüşleri, düğün yemeği sonrasını düşündüren frambuazlı pastalardan sonra, süslü kağıtlar içine oturtulmuş yeşil incirlerin, portakal kabuklarının çağrışımları, yerini, yeni uyanmış baharın kır görüntülerine bırakıyor; günlerin yoksulluğunu unutturan aşk romanlarının hülyalı sayfaları arasında kaybolduğu o eşsiz kır görüntülerine…
Oysa burada olduğunu biliyor. Burada yaşlanmaktan, zamanla buranın bir parçası olarak, derisi yırtılmış koltuklara, cilası uçmuş sandalyelere, yol yol akmış duvar kağıtlarına, artık hiçbir şeyin ağartamadığı beyazı koyulaşmış çay fincanlarına, beklemekten mukavvası kabarmış pasta kutularına karışıp kaybolmaktan korkuyor.
Akşamüstünün bu saatinde, dumanlı bir ışık içinde yüzen dalgın bir gemi gibi pastane. Havanın kararması ile sokak lambalarının henüz yakılmadığı o kısa zaman parçasının kayıtsız karanlığında, biraz kulak kabartsa, pastanenin camlı vitrinine çarpıp dağılan köpüklü dalgalarıyla açık deniz şarkılarını duyacak sanki; az sonra ışıl ışıl kara görünecek ve yumuşak, huzurlu iklimi, canlı yaşantısıyla onu bekleyen hareketli bir liman şehrine, yepyeni bir diyara ayak basacak. Gemiden inip karanın içlerine doğru uzun bir yolculuğa çıkacak. Yeni, yepyeni bir hayata… Yukarılara tırmanan hafif eğimli yollardan sık ağaçlı tepelere doğru çıkarken, ruhuna iyi gelen, hayallerini doğrulayan hafif bir esinti başını döndürecek… Ama, gemi devam ediyor. Henüz kara uzakta. Pastanenin bir duvarını boydan boya kaplayan sisli aynanın içinde, birdenbire üzerinde yüzlerce mum ampul yanan dev bir avize beliriveriyor. Büyük bir geminin gösterişli yemek salonunun tavanında asılı duran şangırtılı bu dev avize, azgın dalgalara tutulmuş gemiyle birlikte bir sağa, bir sola sallanıp duruyor.
Dumanlı bir ışık içinde hafif hafif yalpalayarak yüzen pastane, hüzünlü bir dalgınlıkla siste yol alırken, ansızın sokak lambaları yanıyor. Avize sönüyor. Deniz susuyor. Kasanın tuşuna dokunmasıyla birlikte, bir “çınn” sesiyle açılan çekmeceden para üstü ödüyor. İlkin boşalan aynaya, ardından kırılan tırnağına öfkeyle bakıyor. Böyle zamanlarda dünya her zamankinden daha çiğ görünüyor gözüne. Kırılan her tırnak parçası, hayatından bir parçanın daha eksildiğini söylüyor ona. Aynadaki şangırtılı avizenin yerini alan sokaktaki havagazı lambalarının ölgün ışığı, burada, bu şehirde, bu pastanede, bu hayatta öleceğini; hiçbir şeyin geleceğe yetmediğini, yetmeyeceğini umutsuzca söylüyor.
İşe girdiği ilk günlerin coşkusunu, bezginlik almış çoktan. Pastanenin her köşesini ezberlemiş artık. İlk bakışta fark edilmeyen en ufak ayrıntılara, gözden kaçan lekelere, zamanın ve özensizliğin kemirdiği, aşındırdığı, erittiği bütün kıyı bucak izlerine varasıya her yeri, her köşeyi biliyor. Hangi koltuğun derisinin azıcık yırtılmış olduğunu, hangi masanın bacağının hafif dingildediğini, hangi duvarda kaç tane çizik bulunduğunu; rengi akmış, yol yol kabarmış duvar kağıtlarını, kenarları gevremiş çerçeveleri, arası açılmış, ahşabı tarazlanmış lambrileri, her şeyi aynı anda ve hep birden görebiliyor artık. Dünya ekşimiş krema ve vanilya kokuyor. Burası, ne zamandır, onun için tılsımını yitirmiş, heyecanını tüketmiş bir yer. Erken geldiği kimi sabahlar, henüz hiç kimse yokken, ya da işten geç çıktığı bazı akşamlar, bütün müşteriler gitmişken, hüzünlü bir yalnızlık çöküyor pastaneye. Her köşesini bildiği, bütün gün kasasında oturduğu bir yer gibi değil de, bambaşka bir yer gibi gözüküyor gözüne. Neredeyse fiziksel bir acı veriyor bu ona. Bütün gün içilen sigaraların kalın dumanı havada asılı kalmış sanki. Bütün gün orayı dolduran insanlar, bir daha geri dönmeyecek, dönüp de, orada unuttukları sigaralarının, çakmaklarının, yarım bıraktıkları çay fincanlarının yanında, yarım bıraktıkları hikayelerini tamamlamayacaklarmış gibi. Bütün gün pastanede uğuldayan fısıltılar, konuşmalar; gülüşmeler artık kimselerin ulaşamayacağı bir yerlere kaçışmış gibi. Şapkalardan, mantolardan, paltolardan, şemsiyelerden boşalmış portmantoyu; boş sandalyeleri, koltukları, masaları, yabancı bir gözle görüyor. Kalabalık insan toplulukları için düzenlenmiş pastane, lokanta, sinema gibi geniş mekanların, insansız hallerinin yarattığı boşluk, yalnız kendinin değil, dünyanın yalnızlığına da değin köklü duygular uyandırıyor içinde. Pastanenin ıssızlığıyla birlikte bütün dünya boşalmış oluyor sanki. Sahipsiz kalmış, öksüz görünüşlü bütün bu solgun eşya, büyük yalnızlığı daha da vurguluyor.
Kim tarafından, nerenin, niye, niçin terk edildiğini bilmediği, ama derin, uçsuz bucaksız bir bırakılmışlık, sonsuz bir kimsesizlikle içinin sızladığı anlar bunlar. Dünya, sanki var olmak için değil, kaybolmak için bulunduğumuz bir yer.
Kendine ne olduğunu hiç anlamadığı, içindeki çalkantılarla baş edemediği, ad koyamadığı bu çeşit karışık duyguları yenmek için, izinli olduğu kimi günler, tuhaf ama, başka pastanelere oturmaya gidiyor; böylelikle, boşalmış, ıssızlaşmış dünyayı yeniden kalabalıklarla doldurarak, hayata olan inancını tazelemeye çalışıyor. Her zaman bir yabancı gibi yürüdüğü, hep bir yanlış yapmaktan, başkalarının gözünde küçük düşmekten ya da gülünç olmaktan korktuğu İstiklal Caddesi’nde tek başına yürürken, Emek Han’ın altındaki, adı “profiterol” tatlısıyla özdeşleşen Luka Zigoridis’in “İnci Pastanesi”ne giriyor örneğin. Hala İstanbul’un en iyi profiterolünü yapan bu pastanede, dipte, her yeri gören köşedeki küçük, yuvarlak masayı seçiyor, arkalıksız bir iskemleye oturup, bir yandan etrafa gözatıp, öte yandan küçük lokmalarla tatlısını yerken, bütün pastaneler arasında bir tür akrabalık olduğunu düşünmeye; bu kalabalıkta kendi varlığını özel olarak hissedebileceği, kendini yalnızlığından kurtaracak bir ortaklık duygusu bulmaya ya da yaratmaya çalışıyor. Olmuyor. Ne yese, ağzındaki pas tadı gitmiyor.
Beyoğlu’na çıkmanın, Beyoğlu’nda çalışmaya başlamanın bir hayat kurtardığına inanılan aşağı, yoksul mahallelerin birinde büyüdü o. Beyoğlu demenin, uzak ışıklar demek olduğu mahallelerden geldi. Eskiden, ne zaman Beyoğlu’na, Taksim’e çıksa, hep bu ışıklı dükkanların, gösterişli mağazaların birinde çalışacağı mutlu günleri hayal eder, o günlerden kendine aydınlık bir gelecek kurardı. Yalnızca bir geçim kapısı değil, aynı zamanda buralı olmanın, buranın yerlisi olmanın bir yoluydu bu onun için. Kendine en uygun işin, tezgahtarlık olduğunu düşünür; bütün gün, çeşitli ve güzel eşyalar arasında bulunmanın, onlara dokunmanın, onları düzenlemenin, birbirinden ilginç insanlarla tanışmanın onu hiç sıkmayacağına inanırdı. Bir tek bu pastanede çalışmak bile, her dükkanın, her mağazanın bir süre sonra bütün tılsımını yitirerek, benzer bir yalnızlık duygusu uyandıracağını anlamasına yetmişti. Hepsi, bir süre sonra, bir çeşit hapishane olsa gerekti. O süslü mağazaların vitrin camlarının iki yakası arasında, iki ayrı dünya olduğunu öğrenmişti artık. Bu da onu, geleceğe yönelik olarak iyice umutsuz kılmış, başlangıçtaki bütün o içten, sıcakkanlı, canayakın halleri tamamen uçup gitmediyse de, bazı anlarda kullandığı, etkisi hesaplanmış temkinli davranışlara dönüşmüştü.
Kendine açıkça ifade edememekle birlikte, çalışmanın karşılığında verdiği şeyin, yalnızca emek ve zaman olmadığını, aslında çalışmaya karşılık, insanın bütün hayatını verdiğini düşünüyor Aliye. Bunu çok zalimce ve vahşice buluyor. Kazandıkları para aynı olmasa da, patronları da, oraya aynı zamanı veriyorlar. Akşam olduğunda, yorgunlukları birbirine çok benziyor.
Ayrıca kazancı hiçbir şeye yetmiyor Aliye’nin. Beyoğlu, baştan çıkarıcı görünüşüyle ihtiyaçlarını büsbütün kışkırtıyor, üstelik sürekli yeni ihtiyaçlar yaratarak daha çok mutsuz olmasına neden oluyor. Vitrinler, düşman aynası.
Keşke iş bulmak ümidiyle değil de, koca bulmak ümidiyle fal tutmuş olsaydım, diye geçiriyor içinden.
Çalışmanın bir gelecek demek olmadığına iyiden iyiye inanmaya başladığı günlerin birinde yeniden rastladı o beyaz takım elbiseli, parlak kırmızı yelekli, köstekli saatli muhabbet tellalına. Birdenbire adını hatırladı. Adı Muştik’ti. Hiçbir anlamı yoktu. Belki bir addan bozularak türetilmişti, belki yalnızca bir yakıştırma… Belli ki, adamın da işine gelmiş; bu lakap, asıl kimliğini saklamada kendine bir kolaylık sağlamıştı. Ne zamandır görmüyordu onu. Neredeyse unutmuştu bile. O akşamdan sonra, birkaç kez daha pastaneye gelmiş, aynı şeyleri ısmarlamış, Aliye’ye yakın davranmış, onunla konuşmaya çalışmış, yüz bulamayınca çekip gitmiş, bir daha da ortalarda görünmemişti. Onca zaman sonra, bir anda arkasında bitivermiş, hem korkutmuş, hem Aliye’nin içine düştüğü o zor durum düşünülürse, sevindirmişti de…
Eli ekmek tutalı, ailesi eskisi kadar sıkılamıyordu onu. İzinli olduğu günlerin çoğunu, evde birkaç parça işe yardım ettikten sonra, hem kendinin, hem evin dışarı işlerini görmek üzere sokakta geçiriyor, akşamı etmeden de geri dönmüyordu.
İzinli olduğu o günlerin birinde, Tünel’de Ermeni bir madamın işlettiği bir çorapçı dükkanına gitmişti ilk; Tünel’in, Tepebaşı’nın, Galata’nın oralarda, karanlık yüzlü eski binaların arasında, ışığı kıt serin sokaklarda amaçsızca dolaşmayı seviyordu Aliye; azıcık tombulca bacaklarını gergin gösteren siyah çorapları seviyordu; çoraplarını hep aynı mağazadan alıyor, kaçmış çoraplarını da hep aynı yerde çektiriyordu. Hem siyah çorapların kaçığı, kendini daha çok belli ediyordu. Her seferinde yeni çoraba para mı dayanır? Bir yerin devamlı müşterisi olmanın sağladığı küçük olanakları değerlendirmeyi erken yaşta öğrenmişti. Bir çeşit yoksulluk bilgisiydi bu. Balıkpazarı civarında ucuza peynir alacağı yerleri bilmek de, Mısır Çarşısı’ndaki aktarların beklemiş baharatları ucuza elden çıkardıkları zamanı kollamak da, bu hayat bilgisine dahildi. Aliye’nin, Beyoğlu’nun yaşlı Hıristiyan kadınları gibi hep siyah çoraplar giymekteki ısrarı, Ermeni Madam’ın hoşuna gitmişti. Canayakın bulduğu bu “çıtıpıtı kız”ın işlerini ucuza yapıyor, alışverişlerinde kolaylık gösteriyordu. Buna karşılık Aliye, onu birkaç kez pastaneye davet etmiş, Madam da bir keresinde, özenle giyinmiş, süslenmiş olarak ve yanına kendi yaşlarında, pek bakımlı bir bayan arkadaşını alarak, Aliye’nin davetine icabet etmişti. Bu gibi durumlarda, pastaların bir çeşidini müessesenin ikramı sayan patronlar, indirimli fiyat uygular, hesabı da haftalığından keserlerdi. Bir süre sonra, Aliye’nin pek gelen gideninin olmadığını görünce, ondan hiç almamaya başladılar.
Çorapçıdan çıktıktan sonra, daha çok gelinlik giymiş mankenlerin durduğu vitrinlere hülyalı gözlerle uzun uzun bakmış, birkaç korseci, eldivenci, şapkacı, çantacının önünde oyalanmış, sonra da kendini, Sainte-Marie Draperis Kilisesi’nin basamaklarında bulmuştu. Oranın serin loşluğu, kuytu dinginliği, mumların dolgun alevi, içindeki tedirgin duyguları yatıştırıyor, nedenini bilmediği huzursuzluğuna iyi geliyordu. Kilisenin tahta sıralarına oturmuş, uzun uzun iç geçirmişti. Aliye, hakkında yanlış şeyler düşünülmesini istemediği için, kiliseleri gezdiğini herkesten saklar, kimsenin bilmesini istemezdi. Sainte-Marie Draperis Kilisesi’nin zemini, sokağın zemininden epey aşağıda olduğu için, basamaklarla inilirdi oraya. Aliye’nin çok hoşuna giderdi bu. Bir mahzenin taş kapağını kaldırır gibi, birdenbire yol ortasında, gizemli bir kapak aralanıveriyor, bambaşka bir diyara yolculuk başlıyordu sanki. Böylelikle, kendinin olmayan büyülü bir mekana ve hayata ağır ağır iniyor, başkalaşıyordu.
Bazı mekanlar, masallar vaat ederdi.
Kiliseden çıktıktan sonra, camlarına, yaldızlı, süslü harflerle adı yazılmış parfömeri dükkanına uğramıştı. Kuyruğu uzatılmış mağrur harfler, dükkanın adının içine alındığı, bitki, çiçek desenleriyle bezeli gösterişli çerçeveye bir sarmaşık gibi dolanıyor, mağazanın dışarı taşan kokusunun sahibi oldukları sanısını uyandırarak, ışık vurdukça parlayan yaldızlarıyla yoldan geçenleri içeri çağırıyorlardı. Aliye, ilkin vitrinin önünde uzun uzun duralamış, acı mor, koyu kırmızı, parlak siyah, brokar ya da kadife zemin örtüleri üzerine özenli bir dağınıklıkla yerleştirilmiş, birbirinden gözalıcı şişelere dalıp gitmişti. Görmeyeli, yeni çeşitler geldiği anlaşılıyordu. Bu mağazayı pek seviyordu Aliye. En güzel, en koyu, en hafif, en ağır, en uçucu, en kalıcı, en yakıcı kokular burada, Beyoğlu’nun bu eski ıtriyatçısında satılıyordu. Yalnız İstanbul’un değil, dünyanın bütün çiçekleri, bitkileri, otları, tütsüleri burada kokuyordu sanki. Doğu’nun buhuruyla, Batı’nın esansı burada buluşup birbirlerine sarmalanarak yeniden dünyaya dağılıyorlardı. Ne zaman bu mağazaya girse, gereğinden uzun kalır, orada bulunuşunu uzatacak bahaneler yaratır, kendinden sonra gelenlere ısrarla sırasını vererek, orada geçireceği zamanı uzatmaya bakardı.
Beyoğlu’nun dükkan önlerinin kokusu, çoğu kez içerinin ne dükkanı olduğunu söylerdi. Örneğin, Aynalı Pastane’nin önü, vanilya kokardı. Pastanenin kapısına taşan vanilya kokusu, pastanede çalışan herkesin üzerine sinmişti neredeyse. Kendi de, patronlar da, işçiler de, için için vanilya kokarlardı. Çalışmaya başladığı ilk günler, pastanenin üzerine sinen bu kokusunu sevmişti teninde; hafif tombul havasına pek yakışıyor, onu pembe bir taşbebek yapıyordu sanki. Sevmeye, sevilmeye, koklanmaya, okşanmaya, kollarda uyutulmaya benzer duygular çağrıştırıyordu. Bir süre sonra, tenine sinmiş bu kokudan içi bulanmaya başladı Aliye’nin, bu yağlı, iç kıyıcı kokudan kurtulmak için, akşamları eve döndüğünde giysilerini balkonda havalandırıyor, içi azalmış limonlarla, kollarını, gerdanını, boynunu, ensesini uzun uzun ovuyor, bu yapışkan vanilya kokusunu teninden almaya çalışıyordu. Güzel kokuları her zaman sevmişti gerçi, ama parfömlere kıyasıya düşkünlüğü asıl böyle başladı. Pahalı kokulara gönül vermişti bir kez. Pastaneye giren her kadını, neredeyse kokusundan tanır olmuştu. Dönemin bütün moda kokularını bilir, hepsinin şişelerini tanırdı. Duyduğu kokuyla birlikte, o kokunun şişesi gözlerinin önünde kendiliğinden canlanıverirdi. Eczahanelerde doldurulan ucuz kolonyalardan sürünenleri küçümser, onlara aksi davranma hakkını kendinde görürdü. Bu parfömeri dükkanının müdavimi olması da, o zamanlara rastlar. Oysa parası ancak ucuz, çabucak havaya karışan uçucu kokulara yetiyordu. Üstelik bunlar kadınlarda sık rastlanır kokulardı. İlk olarak kendine, kesesine uygun, avuca sığacak kadar küçük, sevimli, kalın camdan, yaprak desen kabartmalı, ince ağızlı, kapağı leylak rengi bir küçük şişe satın almıştı. Böylelikle, zaman zaman açık satılan parfömlerden onu doldurtabiliyor, böyle küçük alışverişlerle heves gidererek, içini yatıştırabiliyordu. Daha sonra sahip olduğu ikinci parföm şişesiyse, pek küçüktü, daha doğrusu bir şişe demek ne kadar doğruydu, bu bile şüphe götürür! Sonuçta, minyatür olarak bir kadın bacağı biçiminde yapılmış, cam bir tüptü bu. Baldır kısmına, üzeri çiçekli kırmızı bir fiyonga bant yapıştırılmış, bandın kenarı, krem rengi fırfırlı dantelalarla zenginleştirilmişti. Fiyonganın göbeğindeyse katmerli bir gül duruyordu. Ayak kısmına da, ojeli boyalarla, gösterişli, parlak kırmızı renkli, yüksek ökçeli, kenarı kelebek fiyonglu pek süslü bir ayakkabı resmedilmişti. Belli ki, hoppa bir kadının, hatta bir varyete yıldızının bacağıydı bu! Bir kraliçe tacıyla taçlandırılmış olan ucundaki mantar kısmı, aynı zamanda kapak vazifesi görüyor, bu mantara gömülü cam çubuk, bacağın, yani şişenin içinde uzuyor, kokunun içinde dinlenmiş oluyordu. Pek kırılgan, pek zarif, şirin bir şeydi. Patronlardan biri, günün birinde bu şişeciği çantasından çıkarıp kraliçe tacı kapaklı ince cam çubuğu, üst dudağıyla burnu arasında özenle gezdirerek, içindeki pek keskin bir rayihayı, uzun uzun soluyarak içine çekmiş, bu arada Aliye’de görmeye pek alışık olmadığı, şaşkın bir coşku ve çocukça bir sevinç karşısında, kendini tutamayıp kendince bir yücegönüllülük göstererek, bu minyatür şişeyi ona armağan etmişti. Kırmamasını, kaybetmemesini sıkı sıkıya tembih etmekle kalmamış, sonraki günlerde de, belli ki, merak ettiğinden değil, ya pişmanlığından, ya da bir iyiliği sık sık hatırlatmanın gereğiyle, ikide bir şişeyi ne yaptığını sorup durmuştu. İşte bir de zaman zaman bu minyatür şişeyi doldurtuyordu Aliye. Hepsi bu kadar! Bunca koku merakına karşı, kokularla ilişkisi yalnızca bu kadardı. Dünyanın bütün kokularını iki küçük şişeciğe sığdırıyordu.
O gün de, çantasında küçük yaprak desenli kabartma şişesi vardı, ne zamandır içi boşalmış, bir türlü eli varıp da doldurtamamıştı, şimdi kendi için artırdığı paranın bir kısmıyla, bu şişeyi doldurtabilirdi artık. Evin ya da kendisinin eksiklerinden bin bir zahmetle artırdığı parayla, ara ara kendine böyle ödüller verdiği olur, gönlünü şenlendirirdi.
Bu düşünceyle içeri girdi.
Birkaç kadın vardı içeride. Paralı oldukları, yalnızca üstlerinden başlarından anlaşılmasa bile, duruşlarından, rahatlıklarından, konuşurkenki seslerinin genişliğinden anlaşılıyordu. Kaldı ki, üstleri başları, gözden kaçacak gibi değildi. Başlarında broşlu şapkalar, üstlerinde yakası luvr kürk döpiyesler, ayaklarında ipek çoraplar, alçak ökçeli pek kibar ayakkabılar… Dükkanın kalabalıklığı, ona, etrafa uzun uzun bakıp incelemesine gereken zamanı sağladı. Kimi zaman izin alarak, kimi zaman kaçamak, kalın kesme cam tezgahın üzerine denemeye bırakılmış birkaç şişe kokuyu, sağ, sol bileklerinde, boynunun sol ve sağ yanlarında, kulakmemelerinde, burun altında teker teker denemesi için gereken zamanı sağladı. Kadınların müşkülpesentliği, bir fırsat kollayan Aliye’ye yaramış, ne zamandır dükkanın önünde beklediğine değmişti. Sonunda, hepsi birer ikişer şişe koku alıp çıktıklarında, epey bunalmış olan dükkan sahibinin yüzüne geniş, aydınlık bir gülümseme yayılmış, bu da, Aliye’nin oradaki fazladan varlığını mazur görmesine yetmişti. Adam, kadınların tezgahın üzerine yaydıkları şişeleri toplayıp ilkin kutularına, oradan da raflarına yerleştirirken, Aliye, çantasından çıkarttığı o yaprak desen kabartmalı küçük şişeyi, kırılgan ve alçakgönüllü bir edayla uzatarak, dükkan sahibinden bunu “Paris Gecesi” ile doldurmasını rica etti. Aliye’nin yüzü, aniden ve şiddetle değişerek dudakları kalp biçiminde boyanmış pandomima yıldızlarının ifadesine benzer bir hal aldı. Kilise meleklerinden, sessiz filmlerin kahreden güzellerine varana dek birçok ifade, yüzünün yelpazesine aynı anda dağılıp yayıldı. Adam, Aliye’nin ansızın değişen yüzünün bu yumuşak ve çekingen gülümseyişi karşısında, neredeyse gizli bir emri uygular gibi, fazla düşünmeksizin yaptığı işi yarım bırakarak ardına döndü, “Paris Gecesi” aranmaya başladı; tam bu sırada, Aliye’nin, inanılmaz bir hız ve el çabukluğuyla, az önceki kadınların tezgah üzerine yaydıkları şişelerden birini kapmasıyla çantasına atması bir oldu. O sırada, az önce gönderildiğı yerden geri dönen genç irisi tezgahtar, birdenbire mağazaya girdi; olayı görmüş, hiç ses çıkarmayarak duruma erken müdahale etmek istememiş, Aliye’nin hesabı ödemesini beklemişti. Aliye, biraz daha oyalanmış, hem patronun, hem tezgahtarın kendisini görmediklerinden emin olduktan sonra, tam mağazadan çıkacakken, o genç irisi bodur tezgahtar, patronuna, kurnazlığını ve uyanıklığını kanıtlama olanağı sunan bu şahane fırsatı kaçırmamanın gayretiyle, gösterişli bir biçimde atılıp artistik hareketlerle Aliye’nin kolunu sımsıkı kavramış, çantasını zorla açıp içinden şişeyi bulup çıkartmıştı. Her şey bir anda olup bitmişti. Aliye’nin dizlerinin bağı çözülmüş, korkudan titremeye başlamış, bayılacak gibi olmuştu. Ağzını açmış, konuşmak istiyordu ama, dilinden bütün sözcükler boşalmıştı, bir tek sözcük bile diline gelmiyor, yalnızca tarazlanmış sesi titreyip duruyor, gözlerine yürüyen yaşları geri içirmeye çalışıyordu. İşte tam bu sırada, neredeyse bir film hilesi gibi, ansızın dükkanın kapısında belirmişti Muştik, ilkin Aliye’yi, genç irisi tezgahtarın kalın pençelerinden tek bir hareketle kurtarmış, ardından, ortada ciddi bir yanlış anlama olduğuna, aslında hayli varlıklı olan genç hanımın dalgınlığına karşılık, ona büyük ayıp edildiğine dair uzun ve ağdalı cümlelerle dükkan sahibini inandırmış, sonra da o kış beyazı ceketinin iç cebinden çıkardığı domuz derisinden yapılma, kalın, tok cüzdandaki mor banknotları, sihirbaz parmağı hareketlerle göstere göstere çekip çıkararak, o şişenin parasını ödediği yetmiyormuş gibi, Aliye’ye, iki şişe koku daha almış, kendine de bir tüp “Necip Bey” briyantiniyle, erkekler için bir kutu pirinç pudrası ve bir şişe yüz kremi sardırmıştı. İleride kötü bir hatıra olacak bu fena hadiseden haklı olarak fazlasıyla müteessir olduğu için, şaşkınlığını ve üzüntüsünü üzerinden kolay kolay atamayacağını söylediği Aliye’nin, bileklerini kolonyalarla ovmuş, içine “Nevrolcemal” damlattığı güvercin beyazı bir mendili, ona uzun uzun koklatmış, böylelikle ferahlamasını sağlamaya çalışmıştı. Bütün bunları yaparken Muştik’in kendi kendine çok eğlendiğini gören Aliye’ye, bu gösterişli oyuna katılmaktan başka yapacak bir şey kalmıyordu. Büyük bir yanlış anlamanın kurbanı olarak haksızlığa uğramış zengin bir ailenin, içli, ürkek ve marazi kızı rolüne kendini fazlasıyla kaptırmış, hıçkırıp duruyordu.
Dükkandan çıktıklarında, dükkan sahibi de, genç irisi bodur tezgahtar da, eşine ancak vodvillerde rastlanır kabalıkta bir yağcılıkla, ellerini ovuştura ovuştura arka arkaya özürler dilemiş, neredeyse temenna edercesine yerlere kadar eğilerek, dükkanlarına gene şeref vermelerini istirham etmişlerdi. Bu gülünç sahneler boyunca, arkalarında, bir tek Beyoğlu’ndaki Gloria Sineması’nın sessiz filmler piyanistinin müziği eksikti sanki.
Bir suçta tanışmışlardı. Aralarında başkalarının bilmediği bir sırrın güçlü bağı vardı şimdi. Muştik’in yanında kendini güvende hissetmişti Aliye. Kaç zamandır unuttuğu bir duyguydu bu.
Muştik’in, Aliye’ye söyleyebileceği şeylere, Aliye’nin bir yanı ne zamandır hazırdı zaten.
Onu buna hazırlayan, deneyimleri ya da düşünceleri değil, tersine içinin neredeyse kendiliğinden boşalarak kurumaya yüz tutmuş olmasıydı. Onun hayal kırıklığı, yaşanan şeylerin sonuçlarından değil, hiç yaşamamaktan oluşmuştu. Olayların zaman içinde değiştirdiği insanlarla, olaysızlığın görünmez değişimlerle sinsice değiştirdiği insanları ayırt etmekte maharet sahibiydi Muştik. Bu konuda şaşmaz bir sezgisi vardı. Aliye’nin taze kalmış bir beklemişliği vardı. Kanı bayatlamadan umutları yer değiştirebilirdi. Muştik, bunu ona sağlayabilirdi.
Bütün gün başında oturduğu kasa, sanki hızla akıp giden zamanın da hesabını tutmuş ve Aliye’nin yolunu, Muştik’e çıkarmıştı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü
- Kitap AdıÜç Aynalı Kırk Oda
- Sayfa Sayısı391
- YazarMurathan Mungan
- ISBN9789753422376
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 1999
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kelebekler Çizdim Kalbime ~ Bige Bilgen
Kelebekler Çizdim Kalbime
Bige Bilgen
Aşkın ömrü bir kelebeğinki kadar mı? İlk bakışta aşktı onlarınki. Sevda ve Orhan göz göze geldikleri anda her şey olup bitmişti. Bir kelebek kanat...
- Kazanana Ödül Yok ~ Ernest Hemingway
Kazanana Ödül Yok
Ernest Hemingway
Ernest Hemingway, Kazanana Ödül Yok kitabındaki öykülerini, yaratıcılığının doruğundayken kaleme aldı. Avcılar, eşler, bilge yaşlı adamlar, garsonlar, boğa güreşçileri, sevilen kadınlar, kaybedilen kadınlar; hepsi,...
- Aldatılan Kadınlar; Hiç Aldatılmadıysanız Bu Kitap İçinize Şüphe Düşürecek… ~ Mehmet Coşkundeniz
Aldatılan Kadınlar; Hiç Aldatılmadıysanız Bu Kitap İçinize Şüphe Düşürecek…
Mehmet Coşkundeniz
Bugüne kadar hep aldatanların hikâyesini okuduk. İhanetin diğer tarafı; yani en çok yara alan, en çok acı çeken, en çok kırılanları ise bu hikâyelerin...