Bazen kedi fare oyunu aslında bir oyun değildir…
Oyun mu? Ne demezsiniz. Gurur sürüm dört bir yandan gelen saldırılarla karşı karşıya, babamın otoritesi sorgulanıyor ve sevgilim sürgünde. Yani Marc’ın muhteşem yüzünü aylardır görmedim. Üstelik korumam altında yeni anne olmuş bir kadın ve ben her şeyi bilirim diyen bir genç kız varken, onu tekrar görmekle ilgili hayal kurmak için vaktim de yok.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, uzun zamandır beklediğimiz kavuşma anımız serserilerin gerçekleştirdiği korkunç bir tuzakla mahvoluyor. Şimdiyse sürümüz saldırı altında ve Marc kayıp. Savaş yaklaşıyor ve sahip olduğum her türlü beceri ve akla ihtiyacım olacak, aksi takdirde ailem tamamen dağılabilir. Sonsuza kadar.
“Başından sonuna kadar bu kitaba bayıldım.”
-Gena Showalter-
“Karakteri beğendim ve hikâyedeki aksiyona bayıldım. Serinin bir sonraki kitabını okumak için dört gözle bekliyorum.”
-Charlaine Harris-
***
Bir
“Oraya bu yüzyıl içinde varmayı düşünüyor musun, Vic?”Ayağım arabanın zeminine sinirli bir ritimle vururken saatime göz attım.
Victor Di Carlo bana hoşgörülü bir şekilde gülümseyip tekrar yola döndü.
“Hız limiti yüz yirmi, Faythe. Ben yüz otuzla gidiyorum. Ama yürüyerek daha hızlı varabileceğini düşünüyorsan, lütfen çekinme.” Tabii ki gidemezdim. Dört patimin üstünde bile gidemezdim. Bir çita saatte yüz beş kilometre hızla koşabilirdi ama bu hızı uzun süre koruyamazdı. Ve ben bir çita değildim.
Bu yüzden Vic cipi kabul edilemez olarak gördüğüm bir hızla sürmeye inatla devam ederken, küt tırnaklarımı yolcu koltuğunun yanındaki kolçakta tıkırdatmaya mahkûm olmuştum.
“Gevşe.” Vic sola sinyal verdi ve ardından bir kereste kamyonunu geçmek için cipi sağ şeritten kusursuzca çıkardı. “Tam zamanında oraya varacağız ve Marc da bizi bekliyor olacak.”
Başımla onayladım ve Vic bana gözlerini dikene kadar yolcu kapısının kilidini açıp kapadım. “Üzgünüm.”
“Tanrım, Faythe, onu haftalardır görmemiş gibi davranıyorsun,” dedi Ethan. Koltuğumda dönünce arka koltuktan bana gözlerini devirdiğini gördüm; her zamanki neşeli gülümsemesi yüzündeydi. Dört ağabeyimin en küçüğüydü, benden sadece iki yaş büyüktü ve antrenmanlarda beni önce dövüp ardından da çürüklerim için buz getirmesi en muhtemel lider adamıydı. “Ne kadar oldu?”
Gözlerimi penceremden dışarı dikip boş arazilerin ve kışın yaprakları dökülmüş ağaçların akşamüstü ışığında giderek kararmasını izledim. “Yarın dokuz hafta oluyor.” Marc sürgün edildiğinden beri pek çok şey olmuştu ve bunun en göze çarpan örneği arkamdaki koltukta uyumaktaydı.
Manx’in bebeği. Des. İki haftalık bebek annesinin yanında, koltuğun üstündeki geriye bakan oto koltuğundaydı. Annesi açık ağzından salya akarken bile her nasılsa insanın kalbini kazanacak kadar güzel gözükmeyi başarıyordu. Bebek doğduğundan beri her fırsat bulduğunda kestiriyordu. Yani Des ne zaman sessizse. Tıpta geri kalanımız gibi.
Görünüşe göre kedilere özgü hassas işitme duyusu ciddi bir dezavantajla birlikte geliyordu.
Geçtiğimiz iki ay içinde Manx doğum yapmış ve evimize aldığımız ergenlik çağındaki vahşi dişi kedi Kari, çiftlik hayatına mümkün olduğunca uyum sağlamış fakat şimdiye kadar dönüşüm geçirmeyi reddetmişti. Kasım ayı ağaçlardaki yaprakları uçurmuş, aralık Teksas’ta ender görülen bir kar firtnasını getirmiş ve ocak ayının sekizinci günü daha da ender görülen ve çok daha güzel olan üstelik hâlâ tamamen erimemiş kalın bir kar tabakasıyla bunların hepsini taçlandırmıştı.
Ama Marc’ı görmemiştim. Geçen tüm bu haftalarda bir kez bile görmemiştim.
Vic önüne bakmadan önce bir an bana sırıttı. “Sanırım özlediğin şey şu cezbedici muhabbetiniz, değil mi?”
“La la la!” diyerek şarkı söylemeye başladı Ethan. Koltuğunda öne eğilip kız kardeşinden duymak istemediği cevaba engel olmak için kulaklığım taktı.
“Şu anda, yüz yüze olduğumuz sürece onun söyleyeceği her şeyi dinlerdim.” İç geçirerek aracın içecek tutacağından kâğıt bardağı alıp
Eleven’dan aldığımız kahvemin kalanını içtim. Soğuktu. Koltukların arasına sıkıştırılmış çöp kutusunun içine bardağı bıraktığım sırada Vic’in cep telefonu çaldı. Sağa eğildi ve sol arka cebinden telefonu çıkardı. Ardından yoldan bir santim bile çıkmadan kapağını açtı. Ben olsam muhtemelen bizi bir çukura sokardım.
“Alo?”
“Vic.” Arayan babamdı. Kibar bir şekilde horlayan tabii böyle bir şey mümkünse Manx dışında hepimiz onu kusursuz bir biçimde duyabiliyorduk.
“Baban beni ziyarete geldi. İlk bilen sen ol istedim.”
Vic sesli bir şekilde iç geçirdi ve orada olduğunu bile fark etmediğim gerginlik ifadesi aniden yüzünden çekildi. Cip başka bir tırın yanından hızla geçerken gülümsedi. “Hiç kuşku duymamıştım.” Fakat gözlerindeki rahatlama aksini söylüyordu.
Endişelenmişti. Hepimiz endişelenmiştik.
Hattın diğer ucunda yaylar gıcırdadı, Greg Sanders sandalyesinde geriye yaslanıyordu. Büyük ihtimalle haberi alır almaz aramıştı. “Faythe’e mesajımı ailene iletmesini hatırlat, lütfen.” Gözlerimi devirdim.
“Biliyorum, babacığım.”
Babam kıkırdadı. “Dikkatli sür, oraya vardığınızda bana haber verin.”
“Veririz.” Vic telefonu kapadığında hâlâ bir palyaço gibi sırıtıyordu. Neyi kabul ettiğini duyup duymadığından şüphe ettim. Neyse ki ben duymuştum.
“Bu durumda şimdi üç oldu, değil mi?” Ethan’a bakmak için koltuğumda döndüm. Müziğin sesini kısmıştı ve artık uyuyor numarası yapmıyordu.
Daha rahat bir pozisyon aradığı sırada arka koltuk gıcırdadı. “Evet. Rick amca ve Ed Taylor.” İkisinin de kızları hayatlarını Gururbölgemize borçluydu.
Bizi damızlık olarak satma niyetindeki bir orman serserisi tarafından kaçırıldıktan sonra kuzenim Abby’nin özgürlüğüne kavuşmasını sağlamıştım. Ardından Carissa Taylor’ı yakalayamadan aynı serseriyi yakalamış ve öldürmüştük. Bu yüzden babaları anlaşılır şekilde babama sadıktı. “Ve şimdi de Bert.”
Vic’in babası, Umberto Di Carlo, babamın en eski arkadaşlarındandı. Desteğine güveniyorduk ama bunu elde edeceğimizden hiç emin değildik. Ne de olsa politika bırakın arkadaşlığı, bütün bir aileyi dağıtabilirdi.
Üniversitedeki erkek arkadaşıma virüs bulaştırmak ve ardından nefsi müdafaa sırasında onu öldürmek suçlarından dokuz hafta önce kd payt suçsuz bulunmuştum. Marc’ın sürgün edilmesinin ertesi günü, mahkememin son gününde Calvin Malone babanım liderliğine resmi yollardan meydan okumuş, bölge konseyi başkanlığından alınması için dilekçe vermişti.
Babam liderimiz olarak kalmasına rağmen diğer konsey üyelerinin üstündeki yetkili konumundan geçici bir süre için uzaklaştırılmıştı. Diğer on liderden gelecek resmi oylamanın sonucu bekleniyordu. Oylamanın iki hafta sonra, şubatın ilk günü yapılması planlanmıştı.
Uzaklaştırılmasından bu yana babam ve Malone kendi akranlarından destek vaadi almak için sembolik bir kavga veriyorlardı.
Amcam anında yanımızda durmuş ve Edward Taylor da bir hafta sonra onu takip etmişti. Ama Gurur bölgemizin diğer müttefikleri düşünmek için zaman istemişti. Seçeneklerini değerlendirmek için. Tereddütleri can acıtıyordu ama mantıklıydı.
Ne şekilde oy kullanırlarsa kullansınlar, kararlarının konseyin ve geniş kapsamda bütün kedi adam topluluğu üstünde geri dönüşü olmayan bir etkisi olacaktı. Ne de olsa çoğunun anlaşmazlığın olduğu her iki Gurur bölgesinde de görev yapan oğulları vardı.
Malone’a sadık bölgelerde yaşayan erkek kardeşler. Darbede yer alan erkek kedilerle evli olan kızlar veya kız kardeşler. Şanslıydım çünkü üç ağabeyim Michael, Owen ve Ethan hiç kimseye bağlı değildi. Diğer ağabeyim Ryan’a gelince… Eh, onun hakkında ne kadar az konuşursak o kadar iyiydi.
Bekleyiş Vic için zordu ama tüm bu olanlar, babanım dostumuz olan adamlarından Jace’e yaptığı etkiyle karşılaştırıldığında önemsiz kalıyordu. Babamı koltuğundan etme girişimini organize eden kişi Jace’in üvey babasıydı. Bunu durdurmak için yapabileceği hiçbir şey olmamasına rağmen, Calvin Malone’un ihanetinden kendisini sorumlu tutuyordu.
“Peki ya Malone?” diye sordum öteki liderleri zihnimden sayarak.
Ethan kulaklığını çıkardı ve kablosunu bir eline doladı. “Son duyduğumda onun da üç oyu vardı. Milo Mitchell, Wes Gardnerve Paul Blackvvell.”
Mitchell’ın oğlu Kevin, bir serserinin Orta Güney Gurur bölgesine tekrar tekrar girmesine yardım ettiği için dört ay önce Gurur bölgemizden kovulmuştu. Gardner, Manx tarafından öldürülen kardeşi Jamey’nin intikamım almamızdaki “başarısızlığımızdan” ötürü sinirliydi. Ve anladığımız kadarıyla, Paul Blackwell de babamın liderlik için eşit-fırsat yaklaşımına mantıklı bir şekilde itiraz ettiği için karşı taraftaydı.
Görünen o ki yaşlı bir köpeğin yeni numaralar öğrenme konusundaki beceriksizliği yaşlı kediler için de geçerliydi ve Blackwell, Malone’un aksine kadınlardan ve serserilerden nefret etmiyor gibi gözükse de, topluluğumuzun liderleri arasında onların da yer edinmelerini hayal edemiyordu.
Bu da geriye iki kararsız lider bırakıyordu: Nick Davidson ve babamın dostumuz olan başka bir adamının babası, Jerald Pierce. Ve şimdi her iki taraf da bu oyları elde etmek için mücadele ettiğinden kesin olan bir şey vardı. Kavga çirkinleşmek üzereydi.
“Parker’ın babası yola gelecek.” Vic’in ses tonu, benim hissettiğimden çok daha kendinden emin çıkıyordu. “Bu bize dördüncü oyu verir.” Ama Davidson’ın oyuna da ihtiyacımız vardı. Dört oy davayı sadece bir çıkmaza sokardı ve bizim kesin bir zafere ihtiyacımız vardı.
Aksi takdirde babam konumunda tutunmayı başarsa bile bu huzur fazla sürmezdi.
Elim arabanın kapı koluna kenetlenmiş halde, “Daha ne kadar kaldı?” diye sordum.
“Bir sonraki çıkıştan sapacağız.” Vic bir buçuk kilometre sonra yemek ve benzin olduğunu gösteren ilerideki tabelaya doğru başıyla işaret etti.
Zamanı gelmişti! Yolda geçen saatlerden ve sayılamayacak kadar çok kahveden sonra…
Koltuğumda döndüğümde Ethan’ın artık dimdik oturduğunu ve ceketini giymiş olduğunu gördüm. Manx hâlâ uyuyordu; siyah bukleleri koltuğun arkasına ve bluzunun önüne yayılmıştı. Çok az dinlenmesine ve yolculuğumuzun tatsız amacına rağmen huzurun, mutluluğun ve anneliğe özgü neşenin resmi gibiydi.
Des, 2008’in son günü doğmuştu. Manx eğer bir Amerikan vatandaşı veya yasal bir göçmen olsaydı, ona fazladan bir vergi indirimi kazandırabilirdi.
Ama ikisi de değildi ve bu aynı zamanda uçağa da binemeyeceği anlamına geliyordu. Bu yüzden Vic, Ethan ve ben onu Teksas’ın doğusundaki çiftliğimizden, Vic’in babasının ve babamın en yeni müttefikinin Manx‘in duruşmasına ev sahipliği yaptığı Atlanta şehrinin dışına araçla götürüyorduk.
Normalde çok sıkıcı bir görev olan ulaşım için gönüllü olmuştum çünkü Atlanta’ya gitmek için serbest bölgeden geçmek zorundaydık. Marc serbest bölgedeydi.
Ve dakikalar içinde kollarımda olacaktı.
“Manx, uyan!” Kolçağın üzerinden uzanarak ortadaki koltuğun altını dişi kediyi dürtmeye yetecek kadar sertçe ittim ama bacağına değmemeye dikkat ettim. Dokunulmaktan hoşlanmıyordu. Maruz kaldığı kötü muameleyi düşünecek olursak onu suçlayamazdım.
Göz kapakları titreyerek açıldı ve gözlerini kırpıştırarak uyku sersemliğini yüzünden silip imrendiğim o ani uyanıklık haline büründü. Ardından da sanki o uyurken birisi çocuğunu çalmış gibi panik dolu bir arayışa geçti. Korktuğu şey tam olarak buydu.
Hamileyken hepimiz onun geceleri çığlık attığını, uykusunda ağladığım duymuştuk. İlk birkaç seferde annem onu uyandırmaya çalışmıştı ama babam çabalarından ötürü kırık bir burna sahip olmadan önce durması için ısrar etmişti.
Neyse ki bebek doğduğunda kâbuslar sona ermiş ve Manx bebeğin kendisiyle kalması konusunda ısrar etmişti. Bu şekilde bebeğin daha iyi uyuduğunu söylüyordu ama bu durumdan yararlananın asıl Manx olduğunu düşünmeden edemiyordum. Huzurlu bir sessizlikten yararlanan geri kalanımız gibi.
Gözleri Des’i bulduğunda ve hâlâ oto koltuğunda uyuduğunu gördüğünde Manx rahatladı. Saçlarım yüzünden çekip başını kaldırdı.
“Burası Mississippi mi?”
“Evet.” Vic sağa sinyal verdi ve tekrar koltuğuma yerleştiğim sırada çıkış yoluna saptı. Geçtiğimiz restoranlara aldırış etmeyip küçük mağazalardan oluşan bir sıranın sonundaki Conoco benzin istasyonuna odaklandım.
Söylenenlere göre Marc yeni yaşantısına beklendiği gibi uyum sağlamıştı. Bir iş ve ıssız bir yerde kiralık bir ev bulmuştu. İnsanların dünyasında kendisine yavaş yavaş bir hayat şekillendiriyordu; artık içinde benim olmadığım bir dünya. En azından bedenen. Ama neredeyse her gün telefonda konuşuyorduk ve bir ay önce ona kısmi dönüşüm hakkında bilgi bile vermiştim.
Kısmi dönüşümü sadece dostum olan Gurur kedilerine öğretmem emredilmiş olsa bile, en gözde serserim Marc
Ramos’un bunu başaran ilk erkek kedi olduğunu söylemekten gurur duyuyordum.
Marc’ın yüzdeki dönüşümü tetiklemek için gerekli olan bastırılmış öfkeden daha fazlasını hissettiği belliydi. Bu bir sürpriz değildi.
Gözlerimi kalabalık otoparkta gezdirdim. Mississippi sınırının hemen gerisindeki Natchez’de durup dinlenmeyi planlamıştık.
Marc bize orada katılacak ve bütün serbest bölge boyunca bize eşlik edecekti; buna Mississippi’nin ortasında bir gece konaklama dâhildi. Ama arabasını göremiyordum. Üzüntüyle parmaklarım acıyana kadar ellerimi kucağımda sıkı sıkı kenetledim.
Vic sağa, otoparka sapıp arabayı arka taraftaki boş bir yere çekti. Mağazanın içinde Marc’ı aramak için dışarı çıkacaktım ama tam kapıyı açtığım sırada Vic bir elini koluma koydu. “Onlarla bir dakika kalabilir misin? Tuvalete gitmem gerek.”
Önce Vic’e, ardından Ethan’a baktım. Normalde en küçük ağabeyim lohusa bir dişi kedi ile bir bebek için yeterli güvenliği sağlardı. Ama serbest bölgede hiçbir kanun ve kural işlemiyordu ve Manx öldürülmeye çalışılmadığında bile ürkekti.
Bu yüzden ona her daim çifte korama sağlamaya çalışıyorduk. “Evet, kalırım. Ama acele et.” Kapımı kapadığım şırada bana teşekkür edercesine gülümsedi, ardından kendi kapısını kapayıp binanın ön tarafına doğru ilerlemeye başladı.
Des arkamda zayıf bir sesle ağladı. Arkamı dönüp Manx‘in bebeğini çıplak göğsüne yaklaştırdığını, bebeğin de ona hevesle yapıştığını gördüm. Des emmeye başlayınca ağlaması yumuşak bir emme sesine dönüştü.
Tekrar. Ufaklık yemek yemekten başka bir şey yapmıyor gibiydi. Bakınca cinsiyeti belli olmayan bebek yüzüne rağmen sadece iştahından bile minik canavarın bir erkek olduğunu söyleyebilirdim.
Yine de sürücü penceresinden otoparka göz atmak için önüme döndüğüm sırada gülümsemeden edemedim. Ufaklık tüm zorluklara rağmen hayatta kalmayı başarabilen birisiydi.
Tıpkı annesi gibi.
“Beni mi arıyorsun?” Arkamdaki cama bir şey çarpınca yerimden sıçradım, ardından başımı güneşliğe çarpacak kadar hızla dön
düm. Marc pencerenin dışında kahverengi, eskimiş bir deri ceket ile eski bir kot pantolonla duruyor, memnuniyet dolu sıcak gözleriyle bakıyordu. Beceriksizce kapı kolunu aradığım sırada gülümsemesi genişledi. Ama heyecandan kolu bulamadım. Bu yüzden kapıyı menteşe yerlerinden neredeyse sökerek benim yerime o açtı.
Ayaklarım hiç yere basmamıştı. Bir an için ön koltukta, sonrasında ise kollarındaydım; bacaklarım beline sarılmıştı, dudakları yumuşak ama ısrarcı bir şekilde dudaklarınım üstündeydi. İnsanlar bakıyordu, onları Marc’ın omzunun üstünden görüyordum ama ardından gülümseyip işlerine geri döndüler. Gösterimize kıkır takır gülen birkaç çocuk dışında.
Belli ki kavuşma sahneleri her türde aşağı yukarı aynıydı.
“Saçların uzamış,” diye fısıldadı Marc, nefesinin kulağıma vuran sıcaklığı, içime otoparkı yarı yarıya kaplayan karla hiç alakası olmayan bir ürperti gönderdi.
“Sen kestirmişsin.” Elimi soğuk, kısa buklelerin arasında gezdirdim.
Beni yere indirdi ama hâlâ sıkı sıkı tutuyordu. “Evet, neden yeni hayatla birlikte yeni bir görünüş denemeyeyim ki diye düşündüm. Nasıl buldun?”
Sırıtarak daha iyi bakmak için bir adım geri çekildim. “Fena değil.” Marc eğer takmaya karar verirse turuncu bir palyaço peruğuyla bile iyi gözükürdü. Yine de sadece beş santim kestirmesine rağmen, saçlarının geri kalanını özlemeden edemedim. Ama onu özlediğim kadar değil.
Koluna girmek üzereydim ki tamdık bir koku dikkatimi çekti. Bir serseri kokuşuydu ve tuhaftır ki tanıdığım bir kokuydu.
Daniel Painter.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTuzak
- Sayfa Sayısı440
- YazarRachel Vincent
- ÇevirmenEsra Doyuk
- ISBN9786055289652
- Boyutlar, Kapak13,5x21,5, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yahudi Sevgili ~ Jenna Blum
Yahudi Sevgili
Jenna Blum
UMUTSUZ ZAMANLARIN UMUTSUZ ANILARI Yahudi Sevgili okurların yüreğinin telini titretecek kadar anlamlı ve dokunaklı bir roman. “Hatıraların yük ve sorumluluklarıyla mücadele eden iki kadının...
- Öteki Kızlar ~ Lesley Lokko
Öteki Kızlar
Lesley Lokko
Yolsuzluklarla zengin olmuş işadamı bir babanın kızı Nic, alkolik annesi ile kardeşlerine bakmak zorunda kalan yoksul Caryn, ablasının öldürülmesinin etkisinden kurtulamayan Tory… Bu üç...
- Işıklar Sönünce ~ Agatha Christie
Işıklar Sönünce
Agatha Christie
Bu, John Seagrave'in mutsuz yaşamının, kötü biten aşkının, düşlerinin ve ölümünün hikayesidir. Düşlerinde ve ölümünde ilk ikisinde elde edemediklerini bulduysa, yaşamı başarılı sayılır. Bunu kim bilebilir?