“Dünya mı kımıldadı o sıra, güneş mi, ağacın çekim gücü mü, bilemedi, ince bir güneş huzmesi vurdu katılaşmış bal damlasının üzerine, yandaki ağaçların dallarından sıyrılıp geldi, tozlarıyla geldi, yeşilleriyle geldi, mavileriyle, sarı daha mı sarı oldu o zaman, kıvamlı sarı, bal sarı, güneşle doldu turuncu sarı, güneşle, gökle, yerle.”
Behçet Çelik, şehirdeki bir kadının hikâyesini takip ediyor. Sözünü sakınmayan, zorunluluklarla kavgalı, yalnızlığıyla barışık, belirsizliklerden ürkmeyip güç devşiren, durup kalmayı değil hareket etmeyi şiar edinmiş bu kadın bir adamla tanışıyor. Kitaplardan ve şiirden konuştuklarında kendisine hem yakın hem sinir bozucu gelen bu adamla karşılaşmak, kadını çocukluğundan ve gençliğinden unutamadığı üç sihirli ânın bir benzerine mi götürecek ya da bu yol nereye varacak?
Turuncunun Kıvamı, dili, akışı ve ritmiyle anlatının kendisinin başlı başına bir karakter gibi ön planda olduğu bir roman.
0.
Buncasını ne zaman, nasıl aldım eteğimin dibine, bilmiyorum. Çok mu sevdiler, havalı mı buldular? Yanıtım yok. Huzur muydu verdiğim, eğlence mi? Buyur edeyim etmeyeyim, geldiler. Eğlenceli buldular belki de. Eh, sıradan değilim, bunu biliyorum, ama eskiden eğlence değil sükûnet arayanlar gelirdi. Huzurlu bir eğlence ya da; şimdilerde şamata tantana, kimse kimseyi duymasa ne olur! Buna şaşıyorum işte. “Aman,” diyorum sonra, “zamanla neler değişmiyor?”
Yine de her şey denebilse de öfkeli denmez bana. Kuytularım var, kaldı, bu sayede sakinim, asırlar oldu kendi kuytularımda kendi kuytularıma saklanmayı öğreneli. Başkası olsa çıldırır. (Şöyle desem: “Çıldırırsın!”) Ha, bak, bir şey daha var beni koruyan: Bunu da yaşamadım, demeyeyim hevesi. En büyük ortaklığımız Arzu’yla. Hayatta bir ilkem varsa, bundan ibaret. Beni de cazip kılan bu mu yoksa?
Kaçabildiğim köşelerimde, sabaha karşılarda, denize inerken, usulca, adım adım dönerken burnu, karşıda demirlemiş kocaman, çirkin gemiler bu saatte kıpırdaşan ışıklardan ibaretken – sabah kuşları, martılar, kargalar, öbürleri, uyanmak üzere. Yahut günbatımlarında bütün telaşların üzerine kırmızıya çalan bir turunculuk vurduğunda.
Akışın ritmiyle, akarken sekişin –engebelerden, setlerden, zamandan–, birikip göllenişin, yeniden akışın, bir daha sekişin ritmiyle. Sessizlik çınlasın öyleyse sokak aralarında, yıkık binaların diş yuvalarında – bu saatlerin tenha kavşaklarında da. Çünkü bitimsiz değiller, çünkü sürekli. Taşma pahasına, savrulma, dağılma, parçalara ayrılma. Kimsesizliğimizin parçaları kaynarken birbirine. Kaç yüz asırlık, beş yahut altı, belki daha da eski şarkıların, insanın kanını kaynatan ritimlerindeki hüznü hatırla, o da bitimsiz değil çünkü, hareketteki saklı kederi ya da, o da akıp sekiyor – bunun gibi şeyler.
Telaşsız hatırla, koşturmadan. Geçmişi hatırlar gibi şimdiyi hatırla, ağırdan alarak, soluklanıp bakınarak etrafa, olmuşlar kadar olmamışları, pekâlâ olabilecekken her nasılsa sekenleri, ya olsaydılar’ı, belki de olmuşları, olmuşken gözümüzden kaçanları, görmezden geldiklerimizi, hiç olmadılar’ı, hiç mi olmadılar’ı, hani olmayacaktı’yı es geçmeden, atladıklarımızı, çatladıklarımızı, düşmüş satırları, silinmiş paragrafları, olmayacak olmayacak şeyleri, ezgilerini hatırla, cemi cümlesinin, hepsini hatırla, önlerinden artlarından dolaşarak, akışa kapılmamanın akışını hatırla, kendi akışında hatırla, ritim sensin, unutma, dolarak dolanarak hatırla – olarak, oldurarak…
1.
Yağmurun, rüzgârın, yılın son ayına dek dallarda kalmayı başardıktan sonra anacaddeye konfeti gibi saçılıp ıslak zemine sim misali yapışmış, sarılı, turunculu, öbürlerinin yanında sayıca az da olsa köz gibi parlayan kırmızı yaprakların tadını kimse çıkarmıyor. Dönerek, birbirlerine dolanarak düşüyorlar, caddenin koyu zeminine yapıştıklarında uzun süre öyle kalakalacaklar gibiyken üzerlerine düşen damlalarla, alttan akan sularla kımıldamaya başlıyor, sürükleniyor, bir engele rastgeldiklerinde birikiyorlar – daha hızlı bir akışa kadar. Cadde eğimli, yağmurun hızı arttıkça, yaprağı, dalı, kiri pası önüne katan minik ırmaklar süzülüyor aşağılara. Yağmur iplikleriyle örülmüş perdeye vitrin ışıkları yansıyor –birikintilere de, akışlara da–, onlar da kıpır kıpır, kırılıyor, parçalanıyor, taşıyor, yayılıyorlar.
Bir saattir, yağmur hızlanalı sadece bir kadın hızla geçip gitti; üzerlerinden, aralarından, içlerinden az önce, ayaklarının ucuyla yaprakları sağa sola savurarak. Başka kimse geçmedi, gün içinde insanların tıklım tıkış doluşup itişerek yürüdüğü caddede kadının hızlı yürümesinin nedeni telaşı, üşümesi yahut ıslanma korkusu değildi, hep böyle yürür yalnız olduğunda, yanında biri olduğunu unuttuğunda bile bazen. Hızlı, hıphızlı yürüdüğünde, rüzgârı, damlaları, güzün renk cümbüşünü daha güçlü, daha derinden hissetmeyi umduğunu duyuran bir gülümseme olur yüzünde. Biraz da yarışır gibidir – ama keyfine, saymadan, sıralamadan, geçmeden geçilmeden, yine de inatla, artırarak çabasını, anbean.
Peki ya, kimle? Kendisiyle, önceki günkü, bir saat önceki, alıştığı, sıkıldığı, sevdiği, sığındığı, çekindiği kendisiyle.
Kimseye sözüm yok, vakit geç, yağmur hızlı, hava sert; insanlar uykularındalar. Söz söylemek bana düşmez zaten, konuşuyorum öyle, dinleyen varmış gibi. Gececiler belki, bir de erken de yatsa, geç de, bir türlü uyku tutmayanlar. Onlar herhangi bir meşgaleye vermişlerdir kendilerini; geçmişi didiklemek, cümlelere, görüntülere, kaygılara, arzulara gömülmek, ne varsa ellerinde ya da ne geçirmişlerse ellerine, daha fenası neler kalmışsa. Ne ki onlar da geceye sokakta, caddede değil, ev içlerinde sığınıyorlar – iç kabuk, dış kabuk, zarlar, duvarlar. Onların hızına yetişmek de imkânsız; kim yarışabilir düşmenin hızıyla. Dibe yahut aşka. Neyse.
Düzensiz derin soluklar alarak hızını hiç kesmeden yürüyor kadın. Onu böyle gören olsa, ceza mı çektiğini özgür mü kaldığını kestiremez; cezasını çekerken de, öncesinde, sırasında yargılar, hırpalarken de kendisini, koşar adım yürür aynı caddelerde. Bir ben biliyorum aralarındaki farkı: Ferah fezaysa içi, yerden yarım parmak yukarıda gibidir, birikinti, yaprak, çamur fark etmez, hiçbiri sıvanmaz paçasına, eteğine, üzerlerinden süzülerek geçer. Kendisini hırpalıyorsa, daha dikkat eder bastığı yere, adımlarını sağlam atmak için değil, yok yere bir suç daha işlemekten çekinerek. Üstü başı batar o zaman.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıTuruncunun Kıvamı
- Sayfa Sayısı204
- YazarBehçet Çelik
- ISBN9789750537288
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Şahsi Düşler ve Onur Kırıcı Gerçekler ~ Batıkan Köse
Şahsi Düşler ve Onur Kırıcı Gerçekler
Batıkan Köse
“Abi bana iki öykü sar.” “Az bekle, çıkar.” Elleri yana yana tezgâha öyküleri bıraktı, üstü başı mürekkepti. Elimi uzattım, “Dokunma,” dedi. Yazıcıdan yeni çıkmışlar....
- Elfida ~ Onur Kaplan
Elfida
Onur Kaplan
Artık bir hikâyem var, yontulmuş kayaların arasından delice çağlayan bir damlada boğulduğum. Sana çehresini henüz tanıyamadığım bir balığın karnından sesleniyorum. Burası karanlık ve ıssız...
- Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır ~ Suat Derviş
Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır
Suat Derviş
Menekşe Toprak’ın önsözü, Serdar Soydan’ın titizlikle hazırladığı kronolojik biyografisiyle Bir dokuma fabrikasında sömürülen, bütün hakları gasp edilmiş bir avuç insanın hayatının anlatıldığı roman toplumcu...