Türkü, gerçekle hayali, sağ düşünce ile rüyayı, sözün ve ona koşulan sazın dili ile birleştiren şiirdir. Bu şiir ve müzik kucaklaşması, bir yanı ile size kanat takar, gökyüzünün mavi yüceliklerine ağar.
Tatlı bir ses, güzel bir dil ve ince bir tel sizi kirden pastan arıtır, yunursunuz, acerlenirsiniz, yeğnilmiş hissedersiniz kendinizi, eğer türkü seviyorsanız. Türkünün bir yanı da var, ayağınızı yere basmaya çağırır sizi. Doğanın ve toplumun gerçeği içinde olacaksınız. Oradan uzaklaşmak yok.
Yunus demişti ya: “Benim ayım yerden doğar.” Türkü de aynı şeyi söyler: “Havalanma telli turnam.”
***
FOLKLORA EMEK VERENLERE SAYGI
Bir türkü nakışları analizi olan (Thematique Analysis) bu küçük çalışmayı hazırlamaya karar verince, türkü kaynaklarımızı gözden geçirdim. Bakalım ne kadar malzememiz var diye. 1923’ten, yani Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana yayınlanan türkü ve mânilerin sayısı beni şaşırttı. Bu büyük derleme ve yayın gayreti, 1933’ten sonra Halkevleri çatısı altında yer almış. Her Halkevi bir dergi yayınlamış. İzmir’de Fikirler Dergisi, Diyarbakır’da Dicle, Sivas’ta 4 Eylül, Samsun’da 19 Mayıs, Adana’da Görüşler, Afyon’da Taşpınar, Ankara’da Ülkü, Balıkesir’de Kaynak, Kayseri’de Erciyes, Isparta’da Ün ve aklımda kalmayan daha başkaları hep Halkevleri tarafından yayınlanmış. Bir yandan, bu dergilere malzeme toplayan amatör gönüllüler, bir yandan çalışmaları gene Halkevlerince yayınlanan bir hayli araştırıcı bize binlerce sayfalık halk edebiyatı malzemesi armağan bırakmış. Bu gönüllü iş erlerinin hatırlayabildiğim veya bulabildiğim kadarının adlarını burada anmayı borç biliyorum. Murat Uraz, Bilâl Aziz Yanıkoğlu, Fikret Memişoğlu,Vehbi Cem Aşkun, Mustafa Salman, Naki Tezel, fievket Beysanoğlu, Osman Turgut Pamirli, Ahmet fiükrü Esen, Fikri Gönen, İsmet İmamoğlu, Yusuf Ziya Demirci, Ali Rıza Yalman, Pertev Sungur, Mehmet Halit Bayrı, Sadettin Nüzhet Ergun, Osman Attila, Ali Rıza Önder, Mehmet Bozdoğan, Sadi Leblebici, Ferruh Arsunar, İ. Hakkı Akay, Naci Kum, Mustafa Uz, Faruk Rıza Güloğlu, Hamamizade İhsan, Ahmet Baha Gökoğlu, Sefer Aytekin, Vehbi Evinç, Taha Toros, Ziya Günalp, Nuri Katırcıoğlu, Sabur fiahin, Selahattin Arıkan, Osman Bayatlı, Mithat Atakurt, İbrahim Gökbakar, Talat Mümtaz Yaman, Mustafa Salman, Sadi Yaver Ataman ve daha nice, nice isim. Bunlara çalışmaları derli toplu kitaplar hâlinde yayınlanmış folklorcuları katmıyorum. Bunlardan Niyazi Eset iki ciltlik kitabının birinci cildinde 1618 mâni toplamış. İkincide binlerce mâniyi, tek tek okuyarak son dizenin son harflerinden geriye doğru, alfabe sırasına koymuş, öyle yayınlamış. Ne büyük bir emek. Kilisli Muallim Rifat 1750 mâni toplamış. Kaynaklara ulaşmak için harcanan zamanı bir tarafa bırakalım. Her mâniyi yazmak, basılır hâle getirmek, tashih etmek için 10 dakika harcandığını düşünsek 7291 saatlik bir emek. Ahmet fiükrü Esen’in 1930’larda kaymakamlık yaparken derlediği ağıtları ve türküleri Pertev Boratav hazırladı ve İş Bankası bu değerli çalışmayı iki cilt hâlinde yayınladı.
Çoğunun adı sadece dergi sayfalarında kalan bu folklor araştırıcılarından bazılarını, 1940’lı yıllarda, öğrenci iken tanımıştım. Ahmet Adnan Saygun, hemşehrim Muzaffer Sarısözen’in Ankara Radyosu’ndaki Yurttan Sesler Programı’nı eleştiren bir yazı yazmış. Aynı dergi, Sarısözen’in cevabını yayınlamamış. Ben de bir yazımda Yurttan Sesleri faydalı bulmuşum. Radyo Evi’nin önünde rastlaştık Sarısözen’le. “Hemşerim” dedi, “turnayı gözünden vurdun, sağol”. Sarısözen’in 4500 türkülük büyük derleme külliyatı, plâklarda, arşivlerde ve nota yapraklarında kalmıştı. Kubilay Dökmetaş bunları bilgisayar ortamına aktarmakla halk kültürümüze büyük bir hizmette bulundu. Ellerine sağlık.
Ragıp Soysal bir atasözleri kitabı hazırlıyormuş. Soysal, Ankara’nın sayılı zenginlerindendi. Kızılay’daki Soysallıoğlu Çarşısı, apartmanları ve dükkânları onun olacak. Adımı kimden öğrenmiş bilmiyorum.Birgün beni çağırdı ve yazmakta olduğu kitap için benden yardım istedi. Apartmanlarından birinin en üst katını ağaçlar ve çiçeklerle bir bahçe gibi düzenlemişti. Bir apartmanda, böyle bir bahçeyi ilk defa görüyordum. Konuştuk. Kitabı için düşündüklerimi söyledim. Dönerken bir dolap açtı ve bana bir avuç banknot verdi. Taksi parası imiş. Bu taksi parası benim iki aylık öğrenci bursumdu.
İçel Folkloru adlı iki ciltlik kitabı yayınlanan Sait Uğur’u tanımadım. İçel müftüsü imiş. Yüzlerce sayfaya rastgele daktilo edilmiş olan büyük bir derleme tomarını Kutsi Tecer’e yollamış. Tecer o vakit Halkevleri Bürosu Başkanı idi. Bu tomarı bana verdi: “Bak bakalım düzenlenebilirse yayınlayalım” dedi. Bu tomarı iki cilt hâlinde düzenledim ve yayınlandı.
Eflatun Cem Güney’i Üsküdar’daki küçük evinde ziyaret etmiştim. Emekli idi. Sivas’ta öğretmenlik yapmıştı. Komünistlikten hapsedilen Rûşen Zeki’nin öğrencisi veya meslektaşı imiş. Solcu diye ona da takmışlar. Halk hikâyelerinin ve masallarımızın renkli dilini ve tekniğini iyi biliyordu. Yayınladığı masallar ve fıkralar nihayet aydınların dikkatini çekmiş`ve uluslararası bir ödül almıştı. Memnundu.
Ferruh Arsunar ve Osman Attila ile Halkevleri Bürosu’nda beraber çalıştık. Arsunar o yıllarda türküleri notaya çekebilen sayılı insanlardandı. Béla Bartók’la yapığı gezinin anısını hiç unutmamıştı. Osman Attila Afyon türkülerini yayınlamıştı. Cumhuriyet Halk Partisi’nde çalışkan bir üye idi. Sonra, yanılmıyorsam Demokrat Parti’den milletvekili seçildi.
Vehbi Cem Aşkun’u Sivas’ta Türkçe öğretmenliği yaptığı yıllarda tanıdım. İki ciltlik Sivas Folkloru kitabını bir yazı ile eleştirmiştim. Boratav’ın yanında doktora yapıyordum. Amatör folklorcuların kitabında yanlışlar bulmak gururumu okşuyordu. Ne kadar üzgünüm şimdi. Onun derlemelerini her zaman kullandım. Haksızlık etmişim.
Cumhuriyet’in bu ilk kuşak folklorcularından çoğu düzenli bir folklor eğitimi almamıştı. Belki eserlerinin yayınlanacağından bile emin değillerdi. Ama, yaman emek harcamışlar, halk kültürümüzü bize tanıtmak için büyük bir özveri ve idealizmle çalışmışlardı. Cumhuriyet’in 930’lu yıllardaki o büyük heyecanı içinde idiler. Cumhuriyet’e çağdaş, aydınlık bir kültür temeli hazırladıklarına inanıyorlardı.. Bu çalışkan iş erlerinin Cumhuriyet’i halk kültürüne bağlamak için harcadıkları emeğe dehşetli saygı duydum.
Bu araştırıcılara, bilgi dağarcıklarını büyük bir cömertlikle açan masal analarımıza, dilinden bal damlayan fıkra söyleyenlerimize, sazına bülbül konduran âşıklarımıza 1943’ten sonra ben de ulaştım. Hüseyin Dede’nin köyüne Erzurum’dan at sırtında gitmiştim. Heybemin bir gözünde zebellah bir Grundig ses alma makinesi, ötekinde, başka eşyalarımla birlikte bir şişe rakı ile Dede’nin kapısını çalınca gün devriliyordu. Dede vakitsiz gelen bu acayip insana kim olduğunu sormamıştı. Mihman Ali sayılırdı. Ve konuğa niye geldin demek ayıp olurdu. Dede çekiniyordu. Bir türlü küçük curasını bağrına basıp türkü söylemiyordu. Yemek vakti gelip de, sofra ortaya serilince, “Dede” dedim, “Lokma demsiz boğazdan geçer mi?” Heybeden rakıyı getirip sofraya koyunca Hüseyin Dede’nin dili de teli de açıldıydı. “Cin misin, şeytan mısın” diyerek sazını istedi. Kaç gün evinde konuk kaldım, hatırlamıyorum. Türküleri şimdi Milli Kütüphane Folklor Arşivi’ndedir.
Persor Köyü’nde (Aşkale), Üryan Hızır evlâtlarından Kamer Emir Ankara’ya gelmiş. Bir müridi, Çankaya’da kapıcı imiş. Kamer Emir onlarda kalıyormuş. Bunu bana Sefer Aytekin haber verdi. Sefer Alevî idi. Elimde ses makinemle bu kapıcının dairesini buldum. Kamer Emir’in ve müridi Dursun Türker’in türkülerini ses şeridine alırken epey korkmuştum. Devir Adnan Menderes’in demokrasi devri idi. Korkulurdu. Hem çaldı çağırdı, hem semah döndülerdi Persor köylü konuklar. Ellerinin ve ayaklarının sesleri hâlâ ses şeridimdedir. Bu eski ve değerli Alevî türkülerini Kalan Müzik’e verdim. Umarım yakında yayınlarlar.
Erzurum’da İshak Kemali’yi küçük bir nalbant dükkânında bulmuştum. Yazın nalbantlık yapıyor, kışın kahvelerde hikâye anlatıyordu. Nakşibendi tarikatındandı. fieyhi Süruri Efendi aşk hikâyeleri anlatmasını yasaklamıştı. Saz çalmayı bilmezdi, ama çok güzel bir sesi vardı. Nalbant önlüğünü çıkarıp, günlerce otelime geldi. Bildiği türküleri ve hikâyeleri ses makineme söyledi ve anlattı. Nur içinde yatsın.
Âşık Muharrem’i Kars’ta tanıdım. Küçük bir eskici dükkânı vardı. Dükkânında bir kaç parça eski elbiseden başka mal yoktu. Anlattığı hikâyelerden birinde çocuğu olmayan padişaha Muharrem Usta şunları söyletiyordu: “Padişahım hazineni fukaraya dağıt, halk ağır vergiler altında eziliyor, vergileri azalt. Tarlası olmayan köylüye tarla ver, ineği olmayanlara inek al. O vakit Hakteala sana bir hayırlı evlat ihsan eder.” Ben bu ifadenin Muharrem Ustanın kendi dilekleri olduğunu çok sonra anlayacaktım.
Gülistan Çobanlar Kars’ta otçuluk yapıyordu. Murat Çobanoğlu’nun babasıdır. 940’lı yıllar. Murat o vakit yeni yetişmekte olan bir âşıktı. Yenani mahlasını kullanıyordu… Gülistan Usta Âşık fienlik’in yedi sene sazını taşımış. Ona çıraklık etmiş. fienlik’in tasnif ettiği hikâyeleri en iyi Gülistan Usta bilirdi. Tatlı bir Terekeme ağzı ile bana yalnız bildiği hikâyeleri anlatmadı, onlarca türkünün ezgisini de verdi. Çok güzel saz çalardı. Bu kasetlerin bir kopyasını yıllar sonra oğlu Murat’a göndermiştim.
Rus hududunda, Kızılçakçak’ta uzaktan bir akrabam Hamdi Alper Beyin evinde misafiriz. Ben, Pertev Boratav, Özdemir Sarıca… Geceleri Rus nöbetçilerinin sınırdaki kuleleri ve ışıkları görünüyordu. Ve yakındaki tren yolu köprülerinin hepsine, otlara sarılı tahrip kalıpları bağlanmıştı. Ruslar Türkiye’ye hücum ederse köprüler atılacaktı. İkinci Dünya Savaşı’nın en azgın günlerindeydik. Yakın köyler âşık yatağı idi. Her gün Hamdi Bey’in evine bir âşık geliyor, bizim için çalıp çağırıyordu. Aküzümlü Âşık Aziz “İzzetli, hürmetli Hamdi Bey” diye bir türkü söyleyerek odamıza girmişti. Levazım subayı Hamdi Bey bizi yolunca konuk etti ve evinden ayrılırken beni bir kenara çekti: “İlhancığım kavakta nar biter mi derlerse, kafam kadar diyeceksin.” Hamdi Ağabey Pertev Hocanın da benim de solculuğumuzla ilgili bazı şeyler duymuş olmalıydı. Beni korumak istiyordu. Ben Hamdi ağabeyin bu sözünü tutamadım.
Ankara’da Hasan bana sazla Mevlevi peşrevini çaldı. Bununla öğünüyordu. Adını hatırlamadığım başka bir güzel insan bana sazın eşliğinde Kur’an okudu. Aksaray’da Yusuf Darılmaz’ın çalıp söylediği Hafız türküsünü hiç unutmadım. Bu hafız öyle ahretlik bir hafız değil. “Hafız mektepten geliyor, edayınan nazınan, Hafız evlenmek istiyor çalgıyınan sazınan”. Urfa’da Mahmut Güzelgöz gibi büyük bir türkü ustası tanıdık Fikret Otyam’la. Geçen yıl belediye başkanı Dr.Ahmet Eşref Fakıbaba’nın davetlisi olarak fianlı Urfa’ya gidince Mahmut Güzelgöz’ü dinlettim Urfalılara. Salondan çıt çıkmıyordu. Bandımdaki 32 türküyü Belediye’ye armağan ettim. Kalan Müzik’le anlaşmışlar. Kalan Müzik bunları yakınlarda yayınladı.
Kilis’te idik. Fikret Otyam’la beraber. Bize Ceylan Ali’yi haber verdiler. Ceylan Ali veremmiş, kendi sazında da bir bozukluk varmış. Başkasının sazı bulundu… Ceylan Ali mayın tarlasında havaya uçan Topal Abdo’nun türküsünü çaldı söyledi. Abdo “Türkiye’de oturur da Suriye’de gezermiş.” Ceylan Ali “sazın acemisiyim” diye özür üstüne özür diliyordu. Halbuki sazı orkestra gibi ses veriyordu. Ceylan Ali’yi Fikret Otyam Gide Gide serisinin birinde daha etraflı yazdı ve resimledi. Ellerine sağlık.
Âşık Sabit Müdami’yi iki hafta Ankara’da, bodrum katındaki evimde konuk ettim. İşsizdim, gereği gibi ağırlayamadım onu. Hastaydı, ama gene de bildiği bütün hikâyelerini ses makineme anlattı. Muayene ettirdim, şeker hastalığı varmış. “İlhan bey, kardaşım! Biz şeker bulup yiyemiyoruz ki! Nasıl şeker hastası olmuşuz?” diyordu. fieker hastalığına şeker yemenin neden olduğunu sanıyordu. Onun güzel hikâyeleri şimdi Indiana Universitesi Türk Folkloru Arşivinde saklanıyor. Müdami’nin evime gelişinden 15 yıl sonra onu Posof’ta ziyarete gittim. Altımda yeni bir araba, elimde Indiana Universitesi’nin verdiği en hassas ses kayıt makinesi vardı. Bana istediğim hikâyeleri anlattı.
Bu güzel insanların hepsi kondular, göçtüler. 16. yüzyıl divan şairlerinden Baki’nin bir dizesi vardır. Kendi adıyla da bir kelime oyunu yaparak: “Baki kalan bu kubbede bir hoş sada”imiş der. Bu fani kubbede onlardan da yalnız bir hoş sada kaldı sanmayın. fiimdi anlıyorum ki, vatanımızın bütünlüğünü, insanlarımızın kardeşliğini ve kültürümüzün süreliliğini bu halk adamlarının dili ve teli sağlarmış. Onlar her isteyene bilgilerini bir kardeş sofrası gibi, cömert açmışlar. Dünya öküzün boynuzunda durmuyor, arı gibi çalışan bu iş erlerinin omuzunda duruyor.
Cumhuriyetin, Menderes devrinin ve daha sonraki devirlerin aydınları, askerleri ve bürokratları bu gönüllüler ordusunun emeğini değerlendirememişiz. Hâlâ bir müzik arşivimiz yok. Derlenen binlerce türkü metni, notalarda, plaklarda, Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de şurada burada darma dağınık dökülüyor. Doğru dürüst bir etnografya müzemiz yok. Ziya Gökalp 1923’te Diyarbakır’da bir etnografya müzesi kurmakta olduğunu söylüyor. Bu müzenin bugün imi timi yok. 1933’lerde Halk Bilgisi Haberleri Dergisi binlerce sayfalık halk edebiyatı malzemesi topladı. Bir arşiv kuruluyordu. Bugün ortada yok… 1940’larda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde kurduğumuz Halk Edebiyatı Arşivinin yerinde yeller esiyor. 1947’lerde Kutsi Tecer’in öncülüğünde binlerce sayfalık malzemeyi fişlere geçirerek bir arşiv kuruyorduk. fiimdi o da kayıp… Her Halkevinin bir kitaplıği vardı. Demokrat Parti Halkevlerini kapatmak gibi affedilmez bir hata yapınca, bu kitaplar çuvallarla İzmit Kağıt Fabrikası’nın yolunu tutmuş. Ne büyük hoyratlık ve korkunç bir değer bilmezlik.
Bu büyük halk hazinesinden bir kısmını Pertev Boratav kurtardı. Bir kısmını da ben. Elbet başka folklor gönüllüleri de kendi çaplarında üniversitelerinde ve evlerinde küçük arşivler kurmuşlardır. Böyle olmamalıydı.
fiimdi bir kültür bunalımından şikâyetçiyiz. Dilimiz ve kültürümüz yeniden ya Medine’nin yahut Washington’un etkisine giriyor. Kendi kültür kaynaklarımızı büyük bir aymazlıkla har vurup, harman savurmasaydık, sonuç elbet böyle olmayacaktı.
Cumhuriyetin folklor gönüllülerine minnet ve saygı borçluyum. Onlar olmasaydı ben bu küçük kitabı yazamazdım. Çalışmam onların anısına armağan olsun.
Halk Türküsü: Gerçekle Hayali Birleştiren fiiir
“Umum Âşıklar Müdürü” İlhan Başgöz’den
“Türküler Müfettişi” Yaşar Kemal’e.
Biz bu türkülerin milletiyiz.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Türküz türkü çağırırız.
Âşık Veysel Şatıroğlu
Halk türküsü ezgi ile söylenen halk şiiridir. Halk şiiri ifadesini, hem anonim şiir, hem de âşıklarımızın şiiri anlamında kullanıyorum. Âşıklarımızın şiirleri de bir ezgi ile söylendiği için, yaratıcıları anonim olmadığı hâlde, onlara da türkü diyoruz: Karac’oğlan türküsü gibi, Emrah türküsü gibi. Bundan başka, âşık şiiri ile halk türküsü arasında sık sık, birinden ötekine geçişler oluyor. Tanınmış bir âşığımızın adı koşmasının son dörtlüğünden düşüyor ve türkü olarak söyleniyor. Dedemoğlu’nun uzun destanının bir parçası Antep’te türkü olarak derlenmiş. (Bak: Elâ Gözlüm: 479 ve Başgöz 1968: 136). Bunun tersi de oluyor. Karac’oğlan’ın şiirlerinin bir kısmı halk türküsünden alınmış. Metinler arasına aldığımız 4 numaralı Balalı Tavuk türküsü Pir Sultan Abdal’ın bir şiiri olarak da yayınlandı. (Boratav-Fıratlı 1943: 280). Ama, biz kitabımıza âşıklar tarafından yazılan, söylenen türküleri almayacağiz. Yalnız anonim örnekler üzerinde duracağız.
Türkü, gerçekle hayali, sağ düşünce ile rüyayı, sözün ve ona koşulan sazın dili ile birleştiren şiirdir. Bu şiir ve müzik kucaklaşması, bir yanı ile size kanat takar, gökyüzünün mavi yüceliklerine ağar.Tatlı bir ses, güzel bir dil ve ince bir tel sizi kirden pastan arıtır, yunursunuz, acerlenirsiniz, yeğnilmiş hissedersiniz kendinizi, eğer türkü seviyorsanız. Türkünün bir yanı da var, ayağınızı yere basmaya çağırır sizi. Doğanın ve toplumun gerçeği içinde olacaksınız. Oradan uzaklaşmak yok. Yunus demişti ya: “Benim ayım yerden doğar.” Türkü de aynı şeyi söyler: “Havalanma telli turnam.”
Bir yer karasında, bir gök mavisinde kanat vurmak türkü dörtlüğünün oyunudur size. Türküde ana birim dörtlüktür. Bu dörtlüğün iki çift dizesi Don Kişot’la Şanso Pansa gibidir. İlki gerçek dünyaya çeker sizi, öteki fikir, duygu ve hayal dünyasına.Türkünün ilk dizelerinin bize sunduğu doğa gerçektir. Şöyle dillenir türkülerde:
“Tarsus’un etrafı bahçeler, bağlardır. Maraş’ın içinde bir çeşme akar (Esen, Anadolu Türküleri: 79); Eğin’in altında akan Fırat’tır (89); Dersim üç dağ içindedir, altı da kelektir (115); Baba yağmur yollarına bir duman çöker (299); karşı dağlar ceviz ile kilisedir, yüce dağ başında da Çanlı Kilise vardır (69); çölyazıya duman çökmüştür (Kömür Gözlüm: 309); yüce dağ başında bir kuzu meler (Esen: 101); yeşil kurbağalar öter göllerde (91); ağası, beyi Akdağ’a yaylaya çıkar (107); İstanbul’un etrafı dağdır, meşedir (109); yol karlı dağdan aşar (76); Engürü’nün kalesi eğridir (109); dağlar bölük bölük olmuş ve dumanlıdır (82); iniler dağların karı iniler (86); Kemah’ın yolları dağdır, geçilmez (112); kara bulutlar yaman bağlanır (61); yüce dağ başında durulur, oturulur, yahut yüce dağ başında kar katar katardır (69); Evlerinin önü yüksek kaldırımdır (Kömür Gözlüm: 355); evlerinin önü arpa, kırat gelir kırpa kırpa, Urfa dağlarında gezer bir ceylan (Elâ Gözlüm: 330).
Türkünün bize sunduğu vatan coğrafyasıdır. Bu öyle bir coğrafyadır ki onda hem binlerce yüzyıldır insan eli değmemiş temizliği ve doğallığıyla Anadolu’yu hem de en az bin yıldır halkımızın alın teri ve göz nuru ile değiştiregeldiği toprağımızı buluruz.
Dağ, çöl, nehir ve çeşmenin baskın olduğu bu sert doğaya, ki bu memleketimizin gerçeğidir, türkülerimiz çayır çimenden, lâleden, nergisten, ayva çiçeğinden, ezilip tabağa dizilen güllerden oluşan renkli ve ışıklı bir nakış vurarak bu ağır havayı yumuşatır. Bazan sembollerle, bazan düpedüz, hiçbir sembol kullanmayan bu dizelerde: Mor sümbüllü bağlar özlenir (Esen: 82); bahçelerde gül ile nergis biter (93); gül ezerler gül ezerler, gülü tabağa dizerler (105); kırmızı güllerin dalları yerdedir (83); has bahçenin gülleri belki de açmıştır (46); ayva da çiçek açmıştır (55); ilin menekşesi top biter (76); Adana’nın kozası çiçek açar (78); narin şimşir yaprakları yer alır (112); Efendilerbağı beş gül ağacıdır (Kömür Gözlüm: 142); Kiraz dalı eğilir (Kömür Gözlüm: 165); Değirmenin üstü çiçektir (307). Fırat kenarında koyunlar kuzlar (Kuzular anlamında, Dökmetaş arşivi, Urfa). (Buradan sonra bir dizenin sonuna sadece bir yer adı yazılmışsa o metin Dökmetaş’ın arşivinden alınmış demektir.)
Kadın olsun erkek olsun, türküde konuşan insanlar bu gerçek doğa parçasının içine yerleştirilerek bize gösterilir. Sevgili erkekse, giyim kuşamına şöyle bir dokunulur, nihayet erkektir, giyim kuşam önemli değildir. Karac’oğlan’ın dediği gibi “Giyim ile meydan olmaz, vur kantara tart yiğidi.” Bu sevgili, ayağına üç güllü çorap giymiştir (Kömür Gözlüm: 125); mendili yandan bağlar (124); mendili salkım saçaktır (Esen: 118) Bu türkülerde giyim kuşam üzerinde fazla durulmaz da, erkek sevgili asıl iş içinde dönelerken girer türküye. Bu erkek kapının önünde ekin biçer (Kömür Gözlüm: 66); çöllere ekin eker (158); koyunları güde güde getirir (120); değirmen çevresindeki çimen çiçeği orak ile biçer (307); dağda keser meşeyi (169); demirciyse demir döğer, tunç olur (170); yelkeni takar, Kızılırmak’a ığrıbı atar, havyarı tutar, keyfine bakar (151); adı Ali’dir arpa biçer (Elâ Gözlüm: 34); arpayı biçip deste yapar (Esen: 80); yüce dağ başına ark açar (90); kiraz dalını eğip meyve topladığı da olur (Kömür Gözlüm: 165); dağdan keser meşeyi (169); kuyuya bakır salar, soğutmak için bakırdakini (Esen: 103); yürüye yürüye tabanı da şişer (53); ulu yol üstüne pazar kurar (71); şeftaliden başak toplar (77); biçtiği çayır incedir, zor biçilir (Kömür Gözlüm: 212). Yar gelir güle güle, elinde ipek mendil terini sile sile (Malatya).
Eğer sevgili kadınsa asıl giyim kuşama önem verir türkünün giriş dizeleri: O vakit sevgili Sarı pabuç giyer ağca kıçına (ayağına demek, Esen: 187); al önlüklüdür de kıvırcık mesli (187); giydiği atlastır, (Elâ Gözlüm: 111); göğsü sedef düğmeyinendir (115); dizecek keten gömlek giyer (Esen: 95); ayağına giyer kara yemeni (Elâ Gözlüm: 365); basma fistan giyer önü düğmeli (502) al giyer, mor giyer, atlas giyer (Gül Yüzlüm: 513); ayağına giyer Konya mesini; Tire çoraplıdır, iskarpini sedef düğmeli (Esen: 220); keten gömlek giyer göğsü delmeli, yakası nazik, yeni dizinde (122); Zeynep’in giydiği karalı basma, karalı kutnudur (111); sarıkızın ayağında nalini vardır (Elâ Gözlüm: 485); basma fistan giymiş önü düğmeli (502). Fistan giymiş kırmalı, göğsü çapraz düğmeli (Çorum). Benim yarim telli giyer fistanı (Kütahya).
Sevilen kız da tümden iş hayatının dışında kalmaz, türküde aylak yatmaktan bunalıma düşen kızlar yoktur. Kız da iş hayatının bir parçasıdır, bize orda tanıtılır. Sevgili oturmuş koyun sağar (Kömür Gözlüm: 147); kapı ardına çıkrık asar, oyun havasına iplik büker (452); küre koymuş yol üstüne çıkrığı, Aydın havasına büker ipliği (bir Van türküsünden); sabahtan suya gider, bir eli helkededir bir elinde testi (Esen: 187); kapıya oturmuştur çeyiz diker (Elâ Gözlüm: 457); üç güzel oturmuştur gergefin işler (25) damda puşi işler (Kömür Gözlüm: 168); dama çıkmış bulgur seçer (261); o yâr oturmuş gül bağlar (105); Erkilet güzeli bağlar bozuyor; (Bir Kayseri türküsünden); kapıya oturur çeyiz diker (Ela Gözlüm: 457); sağar koyunu, ineği (Gül Yüzlüm: 114); sabahtan kalkar süt pişirir, çorba pişirir, sütün köpüğünü yere taşırır, burçak tarlasında oğlan düşürür. Aman beyler ne de zordur burçak yolması, burçak tarlasında yâr yâr gelin olması. Daha türkü bitmedi. Siz olsanız küfretmez misiniz, sormaz mısınız? “Daha şu deyyusun kaç tarlası var?” Türkü sorar (Esen: 183); Türkmen kızı da türküdedir. Yedeğine almıştır ağca mayayı (20). Ekine gider elinde orak (Yıldızeli). Sabahın seher vaktinde oturmuş kahve içer, bir elinde altın makas yârine fistan biçer (Manisa). Kapının önünde önlük dikiyi (Malatya). Oturmuş kazak örer (Bolu). Üç kız da oturmuş dokuyor halı (Erzurum). Hoca ezan okuyor, Hatçam peşkir dokuyor (Burdur). O yar, arpa da yolmuş yorgundur (Aksaray). Sabahınan vardım hamur kesiyor (Özbek: 97). Kastamonu’dan, Sarı Recep’ten derlenen bir türküde kadın çok ayrıksı bir eğlence içinde gösterilir bize. Bu yeni bir türkü olmalı, hem de ortanın üstünde bir sınıfın kadınları bunlar. Üç güzel oturmuş iskambil oynar (Kastamonu). Türküde gördüğümüz iş bölümü, bizde kadın erkek arasındakı iş bölümünün gerçeğidir.
Yukarıdaki dizeleri sadece yan yana koymak bile, Türkçe’nin ne yaman bir şiir dili, türkünün şiir dizip koşmakta ne denli usta olduğunu göstermeye yeter. Bu giriş dizeleridir ki, türküde seviyi, gurbeti, hatta tanrısalı soyutluktan kurtarır, insanın ve doğanın dünyasına indirir. Bu gerçek dünyaya hayal sevgililer yakışmaz.
Türkülerimizde sevgilinin görüldüğü sosyal mekân da bize aynı gerçeklikle verilir. Sevgili en çok pınar yolunda, pınarda ve pencerede görülür. Pencere ev içi ile ev dışı, kişiselle sosyalin kesiştiği noktada durur. Seven kızın pencereden dışarıya veya sevgilisine bakması olağan sayılır. Sokaktan geçen sevgili de pencerede kızı görebilir. Gerçi İstanbul gibi büyük kentlerde pencereye bir kafes konarak kızın pencerede bile görülmesi önlenmiştir. Ama kız kafesin arkasından gene de sevgiliye bakacaktır. Şu bilmece bu gerçeği göstermektedir:
İri gözler, ufak gözler
Beni gizler yari gözler. (Pencere kafesi, cumba)
Kadını yüksek duvarlar ardına saklayan eski yapılara sokağı uzunlamasına gören küçük bir pencere yerleştirilirdi. Bu pencerenin kadının dışarıyı, sokağı, sevgiliyi gözetleme gibi bir fonksiyonu olduğu açık. Çünkü böyle bir pencerenin yer almadığı evde kadın yapı ustasına ileniyor.
Bu evi yapan usta
Dilerim olsun hasta
Bir pencere koymamış
Nasıl bakayım dosta.
(Safranbolu’dan, özel arşivimde)
Ama, gene de kızın pencereden bakmaktan korktuğu olmuş. Bir mâni diyor ki: “Pencereden bakamam, babam görse öldürür” (Beysanoğlu: 143). Ne olursa olsun, pencere türkülerde sevgililerin görüldüğü en önemli mekân. Pencere türkülerde sadece sevgiliyi uzaktan görmek olanağı sağlamakla kalmıyor. Bazı türkülerden anlıyoruz ki pencere sevenler arasında gizli mesajlar alınıp verilmesine de yaramış. Türkü diyor ki: “Sen değil misin pencereden el eden?” (Denizli). Pencereden bakıp kaçmak gibi bir oynaşma işareti de var türküde: “Pencereyi açan yar, açıp bakıp kaçan yar.” (Kars). Dahası var. Pencere camına ufak ufak taşlar atarak sevgiliye ben geldim diye haber de gönderilmiş: “Pencereden taş geldi, sandım ki Mamoş geldi.” (Edirne). Pencere sevgilinin odasına ulaşmak için bir vasıta olarak da kullanılmak istenmiş. Ama pek başarılı değil bu tırmanma. Beceriksiz sevgili düşmüş, kıza da kötü dua ediyor: “Pencerede şişesin, gül ile menekşesin, benim düştüğüm gibi pencereden düşesin.” (Van). Türküde, pencere önünde kitap okuyan bir sevgili fotoğrafı da var. Besbelli yeni bir olay bu: “Pencereden bakıyor, kitap almış okuyor.”(Van). Bu kitap okuyan insanın kadın olduğunu sanıyorum.
Çeşme yahut pınar türküde daha değişik bir mekân. Bunlar, köyde önemli bir iş yeri. Eve suyu pınardan kız getirir, bu erkek işi değildir. Kız hemen her gün çeşmeye gidecektir. Haberleşmeye çok yatkın bir mekân su yolu. Toplum içine katılmanın, bir çeşit sosyalleşmenin kapısı pınar. Sevgiliyi su yolunda görmek türkülerde sık rastlanan bir nakış: “Helkeler kolunda suya gidiyor.” (Sivas). “Elinde testisi gider pınara.”(Erzurum). “Sabahtan erkenden gelmiş çeşmeye.” (Balâ). Türkü, insan ilişkilerini sevilen kızı uzaktan görmek gibi masum bir duyguda bırakmıyor. Belli ki kızla erkeğin ilişkileri pınar yolunda daha yakından bakışmalara, gizli işaretleşmelere hatta tutkuya dönüşüyor: “Yar bana işmar etti, akpınardan çeşmeden.” (Uşak). “Çeşmenin başında aklımı çeldi.” (Urfa). Daha sonra gül alıp vermeler de başlıyor pınarda. Gül sevgi işaretidir: “Pınara varmadın mı, gül koydum almadın mı.”(Manisa). Bir türkümüz pınar yolunda sevgiliye kavuşmak için Tanrı’ya dua ediyor: “Allah bizi kavuştur, su yolunda pınarda.” Hemen arkasından su yolunda kavuşmanın pek de mümkün olmadığını öğreniyoruz. Su yolu, kızın adının çıkmasına neden olacak açık bir mekân. Olsa olsa su yolunda sevgilinin sadece yanından geçilir, türkü bu gerçeği görmüş: “Fatma kıza su yolunda kavuştum, Fatma aşağı, ben yukarı savuştum.” (Denizli). Erkeğin pınara varmasının kolay bir bahanesi de var. Susayan insana kim bir bardak su vermek istemez? “Yandım kızlar bir su verin pınardan.” (Kırşehir).
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Folklor Şarkılar-Türküler Türk Müziği
- Kitap AdıTürkü
- Sayfa Sayısı191
- Yazar İlhan Başgöz
- ISBN9789944396332
- Boyutlar, Kapak16x23,5, Karton Kapak
- YayıneviPan Yayıncılık / 2008