Keşif Kulübü ile İstikamet Ankara!
Koray Avcı Çakman’ın yazıp Kıymet Ergöçen’in resimlediği Keşif Kulübü: Türkiye’nin Kalbi Ankara, tarihin farklı dönemlerinde pek çok farklı uygarlığa ev sahipliği yapmış, nice efsaneye kucak açmış Ankara’nın yakın ve uzak geçmişine göz kırpıyor, esrarengiz bir serüvenin izini sürüyor.
Ankaralı çocuklara, yaşadıkları kente daha önce hiç bakmadıkları bir gözle yeniden bakma fırsatı sunan bu merak uyandırıcı kitap; kalbi Ankara’da atan diğer bütün Türkiyeli çocuklara, güzel başkentimizin bilinmeyenlerle örülü destansı geçmişini tanıtıyor, onlara Ankara sevgisi aşılıyor.
Ankara sokaklarında panoramik bir gezi hissi yaratan akıcı metninin satır aralarında, Evliya Çelebi’nin meşhur Seyahatnâme’sinden Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiir dizelerine uzanan Keşif Kulübü: Türkiye’nin Kalbi Ankara, eğlendirirken öğreten, öğretirken düşündüren, etkileşimli bir kent keşfi deneyimi vadediyor.
Anadolu’nun bozkırında çapanın ne işi var? Leylekler, neden uzun yıllardır Julianus Sütunu’nu mesken tutuyor? Geç Veren Bağları, günümüz Ankara’sının hangi ilçesine adını vermiş olabilir? Aslanlı yolda yer alan yirmi dört heykel gerçekte neyi temsil ediyor? Bilmece içinde bilmeceler sıralanıyor, Keşif Kulübü üyeleri her birini büyük bir azimle açıklığa kavuşturuyor…
Otobüste düşürülen bir dosyanın gizemini çözmeye kararlı dört arkadaş, dosyadan çıkan yazı ve fotoğrafların peşine düşerken Gordion’dan Antik Roma Hamamı’na; Oğuz Boylarından Kurtuluş Savaşı’na uzanacakları tarihî bir keşif yolculuğuna çıkarlar. Yaşadıkları kenti çok daha yakından tanıma şansına erişecekleri bu serüvende, herkesin ve her yerin anlatılmaya değer bir hikâyesi olduğu gerçeğini fark eden kafadarlar, önyargıların ne denli yanıltıcı olabileceğini bizzat deneyimleyerek öğrenirler…
Koray Avcı Çakman’ın, gerçekler ile görünenler arasında köprüler inşa ettiği Keşif Kulübü: Türkiye’nin Kalbi Ankara, başkentimizin tarihi zenginliklerini gün yüzüne taşıyarak, tüm çocukları kültürel mirasımıza sahip çıkmaya davet ediyor.
Gizemli Dosya
Güneş tepede yükselirken, eski evlerden birinin avlusundaki çil horoz, avazı çıktığı kadar ötüyordu. Bir sokak kapısının önünde dikilmiş duran çocuk, “Üürüüüüü!” diye horozu taklit etti. Sabahtan beri üçüncü turist kafilesiyle yokuşu tırmanan genç turist rehberi, ‘sussana’ dercesine bir bakış attı oğlana… Oğlan dil çıkarıp içeri kaçarken genç rehber de sunumuna kaldığı yerden devam ediyordu: “Sayın konuklarımız, şimdi de Altındağ ilçemizde yer alan Ankara Kalesi’ne doğru tırmanmaktayız. Tepenin yüksek bölümünü kapsayan iç kale ve eski Ankara şehrini çevreleyen dış kale olmak üzere iki kısımdan oluşan yapının, Hititler tarafından inşa edildiği sanılmaktadır. Ama iç surları büyük olasılıkla Bizanslılar tarafından yapılmıştır.” Genç rehber kim bilir kaç kez anlata anlata artık ezberlediği şeyleri soluksuz aktarırken, kafiledeki yaşlı bir hanım araya girivermesin mi: “Ee… Hani nerede bu kale evladım? Kale diye diye onca yolu tırmandık. Ne bir sütun gördük ne bir burç. Masal mı anlatıyorsun, tarih mi, belli değil.”
Delikanlı, kurulu bir robot gibi, sözcükleri birbiri ardına sıralarken, sözünün böyle pat diye kesilmesine alışkındı alışkın olmasına ama yine de biraz canı sıkılmıştı. Bozulduğunu belli etmemeye çalışarak, “Efendim geldik, geldik, az kaldı. Ben bir yandan anlatıyorum. Neden derseniz, şu an Kaleiçi Mahallesi’nden geçiyoruz. Bakın şu geveze çil horozun öttüğü tüm bu yerler, eskiden şehrin ticaret merkeziymiş.” O anda, az önce dil çıkarıp kaçan oğlan avludan başını uzatıp onlara lâf attı: “Kale taa yukarıda!” Rehber, oğlanın bu çokbilmiş tavrına sinir olmuştu. Turistlere duyurmamaya çalışarak, “Geçsene sen içeri,” dedi. Yaşlı kadın yine araya girdi. “Bırak oğlum, tarif etsin kalenin yerini. Baksana belli ki buranın yerlisi… Öyle kitaplardan okumakla olmaz. Ondan iyi mi bileceksin sen?” Yaşlı turistin bu tavrı, oğlanın hoşuna gitmişti. Fırsat bu fırsat, oradan buradan duyduklarını sıralayıverdi: “Teee yukarı çıkınca kalenin en yüksek yerinde fotoğraf çekinmeyi unutmayın ha! Alitaşı orası…” Genç rehber, “Alitaşı değil Akkale!” dedi sert bir sesle. “Bizim burada herkes Alitaşı der.” “Halk ağzı işte! Ama gerçekte Akkale…” Bu kez orta yaşlarda bir adam aldı sözü:
“Bırakın şimdi Alitaşını Velitaşını! Bu yokuşta böyle dikilip duracağımıza, gidelim bir an önce nereye gideceksek.” Biraz daha yürüdükten sonra, sonunda Ankara’ya hâkim bir tepenin üzerinde kurulmuş olan kaleye varmışlardı. Yalnız genç rehber değildi kalenin hikâyesini anlatan; yörenin çocukları da yakaladıkları birkaç turiste, üç beş lira karşılığında oradan buradan duydukları şeyleri aktarmaya çalışıyorlardı. Az ötedeki oğlanın sesi, kendi sesini bastırınca rehber kızdı: “Sessiz olun biraz! Madem o kadar meraklısınız bu işe, burada oyalanacağınıza gidin okulunu okuyun da öyle gelin. Yalan yanlış bilgilerle hiç kimsenin kafasını karıştırmayın!” “Yalan yanlış değil,” dedi önde iki yeni dişi çıkan bir çocuk.
“Tabii tabii! Biz onca yıl boşuna dirsek çürüttük zaten okullarda.” Kafiledeki yaşlı hanım sabırsız bir sesle araya girdi: “Aaa! Rehber bey oğlum, bırak çoluk çocukla didişmeyi de şuranın hikâyesini etraflıca anlat bize. Kimler gelmiş, kimler geçmiş buralardan?” Delikanlı öksürerek sesini temizledikten sonra, her yıl çeşitli festivallere de ev sahipliği yapan bu görkemli surların ne zaman yapıldığının tam olarak bilinmediğini söyledi. “Hititlerden bu yana aynı yerde bulunan kale, Romalılar, Bizanslılar ve Selçuklular döneminde pek çok kez onarılmıştır,” diye de ekledi. Çilli bir kız çocuğu heyecanla atıldı: “Biz aşağı mahallede oturuyoruz abi. Bizim zamanımızda da onarıldı.” “Doğru,” dedi rehber. “Son yıllarda da yapılan restorasyon çalışmalarıyla kale sağlamlaştırıldı. Yapımında ise en çok Ankara taşı kullanılmıştır.” Rehber anlatırken gençlerden oluşan bir grup, üzerinde tarihi bir yazıt bulunan Hisar Kapısı önünde, marş söyleyerek video çekimi yapıyordu. Kafiledeki yaşlı bir adam onlara lâf atmadan duramadı. “Ah şu gençler! Gören de kaleyi fethettiler sanır.” Turist kafilesi tarihin izlerini sürerken aynı saatlerde otobüsün biri de yolcularını yüklenmiş, Ulus’tan Kızılay’a doğru yol alıyordu.
Rehber olan kuzeni turistleri gezdirirken, Efe de dershaneden çıkmış, sinemaya gitmek üzere o otobüse binmişti. Birden bir şey dikkatini çekti Efe’nin ve “Hey amca! Dosya… Dosyanızı düşürdünüz. Hey, size söylüyorum!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Her şey kaşla göz arasında olmuştu: Dosya yere düşmüş, Efe bunu görmüş, otobüs durağa yanaşmış; seslendiği adam, onu duymadan apar topar inmiş, kapı kapanmış ve otobüs hareket etmişti. Efe bir yerde duran dosyaya, bir de arkalarında kalan ve gittikçe uzaklaşan durağa baktı. Görünüşe göre ondan başkası durumun farkında değildi. Hatta yolculardan birkaçı onun otobüsün içinde böyle avazı çıktığı kadar bağırmasından rahatsız olmuştu. Yaşlı bir hanım, “Kulağımın zarını patlatacaksın be evladım. Opera sahnesi mi sandın burayı da öyle bas bas bağırıyorsun?” dedi. Tam da o anda Ulus semtindeki opera binasının önünden geçiyorlardı. Efe, hiç beklemediği bu azar karşısında şaşkındı. “Şey… ben… dosya. Dosyasını düşürdü de inen amca.” Orta yaşlarda bir bey tedirgin olmuştu. “Aman ha, ortalığı yaygaraya verme oğlum. Şimdi otobüsü polis karakoluna falan çekerler. Bizi de şahit yazarlar. Akşama kadar çıkamayız oradan. Sonra uğraş dur! Sorgu da bitmek bilmez. Kim düşürmüş, ne düşürmüş, niye düşürmüş.
Akşama kadar cevaplar dururuz artık.” O anda şoför karıştı söze: “Merak etme bey amca! Karakola marakola gitmeyeceğiz. Cüzdanını düşürmemiş ya… Hem bir çocuğun lâfıyla koskoca otobüs, yolunu değiştirmez.” Efe ona çocuk denilmesine bozulmuştu. “Çocuk sensin…” diye söylendi kendi kendine. Hem, otobüsü karakola çekin, falan da dediği yoktu. O gün ne kadar garip insan varsa otobüse doluşmuştu anlaşılan. Dosya yerde öylece duruyordu. Hışımla onu eline alıp dışarı baktı. ‘Keşke şunlara lâf anlatmaya çalışacağıma hemen bir önceki durakta iniverseydim. Yakalayıp verirdim şunu o amcaya. Kim bilir ne sevinirdi!’ diye düşündü. Ama iki durak arasındaki mesafe hiç de öyle kısa değildi. O gidene kadar adamcağız çoktan gözden kaybolmuş olurdu. Üstelik adamı yalnızca inerken arkadan görmüştü. Üzerinde kahverengi, uzun bir pardösü, başında da şapkası vardı. Bu haliyle tıpkı Büyük Macera filmindeki ajanlara benziyordu. O bunları aklından geçiredursun, otobüstekiler de aralarında kaynaşmakla kalmamış, koyu bir sohbete dalmışlardı. Yaşlı bir hanım, gençken dolmuşun birinde cüzdanını düşürdüğünü anlatıyor; orta yaşlı bir adam, şimdiki gençlerin iyice sorumsuz ve vurdumduymaz olduklarından söz ediyordu. Efe, “Ben miyim vurdumduymaz, siz misiniz acaba? Benim kadar düşünceli olsaydınız bu dosya belki de şu an sahbini bulmuştu,” diye mırıldandı.
Sonra da dosyayı koltuğunun altına sıkıştırıp başını önüne eğdi. Bir an önce ineceği durağa varmak için sabırsızlanıyordu. Nedense on dakikalık yol bu kez ona çok uzun gelmişti. İnmek için düğmeye basmadan önce saatine baktı. Neyse ki planladığı gibi, filmin seansına zamanında yetişmişti. Aslında, haftalardır heyecanla gösterime girmesini beklediği bu polisiye filme, en yakın arkadaşı Arda ile gitmeyi planlıyordu. Arda gelmek istemeyince o da rehber olan kuzenine teklif etmişti. Ama Eren abi, işlerinin yoğunluğundan yakınmış, “Her gün turistlerin peşinde yeterince macera yaşıyorum zaten ben,” deyip gelmemişti. Efe’nin payına da her zamanki gibi sinemaya kendi başına gitmek düşmüştü. Mademki buraya stresli bir otobüs yolculuğu yaşayarak ulaşabilmişti, o halde kendini ödüllendirmeliydi. Film başlamadan önce bir şişe gazoz ve koca bir paket patlamış mısır alıp koltuğuna oturdu. Temposu bir an bile düşmeyen filmi soluk soluğa izledi. Film bitip de ekran kararınca, ‘Vay canına, süperdi!’ diye geçirdi içinden. Şimdiye kadar izlediği en iyi polisiyelerden biriydi bu. O heyecanla hemen telefona sarılıp en yakın arkadaşı Arda’yı aradı: “Çok şey kaçırdın dostum. Görmen gerekirdi, müthişti!” Konuya böyle pat diye girdiği için Arda onun neden söz ettiğini anlamamıştı. “Ne müthişti?” “Film ya; Karanlık Sokaklar! Unuttun mu? Bugün vizyona girdi.”
“Ben de bilgisayardan izlerim.” “Ses ve efektler harikaydı. Koca ekranda çıkar böylesinin zevki… Bilgisayardan izleyip de beğenmedim deme sonra. Hem kim bilir ne zaman yayınlanır internette.” İki arkadaş kısa bir süre daha konuştular. Efe sinema salonunda biraz gezinip gelecek filmlerin afişlerine baktı, sonra da çıkıp durağa doğru ilerledi ve otobüslerden birine atladığı gibi evin yolunu tuttu. Sinema keyfi onu öyle heyecanlandırmıştı ki elindeki dosyanın bir başkasına ait olduğunu unutmuş; sanki kendi eşyasıymış gibi taşıyıp beraberinde getirmişti.
Okuldan dönüşte ilk iş, elindekileri masasına koymak olurdu hep. Dosyayı da öyle yaptı. Ama koyar koymaz durdu. Sanki ilk kez görüyormuşçasına baktı masanın üzerine. “Of ya! Nerden aldım bunu. Ben de diğer yolcular gibi ilgilenmeyebilir, otobüste bırakabilirdim. Kim bilir kimin nesi bunun sahibi? Belki de adamcağızın adresine kadar götürmek zorunda kalacağım. Üstelik bir cüzdan da değil ki bulduğum. Belki de içinden önemsiz evraklar çıkacak. Keşke cüzdan falan düşürseydi. O zaman bulup da getirdim diye, bana çıkarıp biraz para falan verirdi sahibi.
Neyse bir bakalım şuna, neymiş?” Böyle söylene söylene açtı dosyanın kapağını. İçinden birtakım evraklar çıkmıştı çıkmasına da, bunlar hiç de onun düşündüğü gibi değildi. Üzerinde çivi yazısına benzer bir şeylerin karalandığı bir kâğıt, yine bilmediği harflerle yazılı başka bir kâğıt ve iki adet fotoğraf. İyice meraklanmıştı. Heyecanla elindekilerin ne olduğunu anlamaya çalışırken dosyanın içinden küçücük bir kağıt parçası masanın altına düşüverdi. Efe bunu fark etmedi; çünkü tüm dikkatini fotoğraflara yöneltmişti. Onlara uzun uzun baktı. Birinde eski amforalar, antik görünüşlü çanak ve çömlekler vardı. Sararmış siyah-beyaz fotoğraf ise oldukça ilginçti. Bir masanın etrafında oturmuş üç gencin resmiydi bu. Gençlerden biri, tıpkı bir hırsız gibi, kafasına simsiyah bir kar maskesi geçirmişti. Diğerleri normal giyimliydi ama masanın üzerinde deste deste paralar vardı. Heyecanla yutkundu Efe. Bu eski püskü fotoğraf neyin nesiydi böyle? Poz veren gençlere uzun uzun baktı. Yoksa bunlar banka soyguncusu falan mıydı? Belki de tarihi eser kaçakçısıydılar. “Tabii ya, bunlar da yeni kaçırmayı planladıkları tarihi eserler olmalı,” diye mırıldandı. Kendini bir anda izlediği ve hayran kaldığı polisiye filmlerin kahramanları gibi hissetmişti. Heyecanla dosyadaki diğer şeyleri incelemeye koyuldu. Yine çivi yazısına benzeyen ama daha farklı harflerle yazılı bir kâğıt daha… Gördüğü her şey onu daha da meraklandırıyordu. Keşke bu yazılanların ne olduğunu çözebilseydi. O anda gözüne not defterinden koparılmış küçük bir sayfa ilişti. Üzerine tarih atılmış, altına da “Pazar günü kalede, Engür’ün dükkânında, saat üçte…” yazılmıştı.
O tarihin üzerinden tam bir hafta geçmişti. Efe önündeki fotoğraf ve kâğıtlardan oluşan yığına baktı, baktı. Gerçekten bu dosyayı düşüren azılı bir kaçakçı ya da bir hırsız olabilir miydi? ‘Neden olmasın? Öyle olmasa koşarcasına iner miydi otobüsten? Belki de birilerinden kaçıyordu,’ diye düşündü. Şimdi polise gitse, bu dosyayı onlara verse, tüm şüphelerini onlarla paylaşsa… Ama çabucak vazgeçti bu fikrinden. Polisler ona pekâlâ, “Ortada anormal bir şey yok ki. Bizim işimiz suçluları yakalamak, öyle saçma sapan şeylerden yola çıkıp da insanları suçlamak değil,” diyebilirdi.
Efe bunun üzerine, o halde adamı bulup da dosyayı ona verelim, sahibine ulaştıralım, diyebileceğini düşündü. Ama adamı tarif et deseler, edemezdi. Yalnızca arkadan görmüştü. Tarif edemeyince de polisler, büyük olasılıkla, “Kayıp eşya bürosu değil burası. Yardım etmek istesek bile tarif edemediğin birini nasıl bulabiliriz ki?” deyip onu tersleyebilirlerdi. Düşündü taşındı. Polise gitmeyecekti gitmesine de, böyle eli kolu bağlı da duramazdı. Bu olayı çözmeliydi. Hemen telefona sarılıp Arda’yı aradı. “Arda, müthiş bir şey buldum.” “Biliyorum biliyorum, film müthişti. Efektler harikaydı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTürkiye'nin Kalbi Ankara
- Sayfa Sayısı112
- YazarKoray Avcı Çakman
- ISBN9786052852682
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Demir Ökçe ~ Jack London
Demir Ökçe
Jack London
Eserlerinde doğanın karşı konulamaz gücünü alt etme ve hayatta kalabilme mücadelesini romantik bir yaklaşımla ele alan Jack London, Demir Ökçe’de sınıf mücadelesini konu alır....
- Paravan ~ Tim Weaver
Paravan
Tim Weaver
Bir yıl önce, Alex Towne’nın cesedi bulundu. Bir ay önce, annesi Alex’i sokakta gördü. Bir hafta önce, David Raker onu aramaya karar verdi. Şimdi...
- Savaş Meydanları ~ Jean Rouaud
Savaş Meydanları
Jean Rouaud
Jean Rouaud, Goncourt Ödülü’nü kazanan romanında, bir ailede ardı ardına yaşanan üç ölümle anımsanan eski hikâyeleri deşiyor. İlk başta, babanın ölümü, trajik bir başlangıç...