Hiç şüphe yok ki klasik musikimiz, medeniyetimizin önemli sanat dallarından biri, belki de en önde gelenidir. “Makam ve usul” temeline dayalı musikimizin, “üslup, tavır ve aralık” gibi hayati sayabileceğimiz bu üç özelliğini kâğıt üzerine aksettirmenin zorlukları bilinmektedir. Bu nedenle de musikimiz çok eskiden beri çeşitli nota yazımına sahip olmasına rağmen “meşk” sistemini en sağlıklı yol olarak benimsemiş ve uzun yıllar devamlılığını bu yol ile sağlamıştır. Dolayısıyla meşk için sağlam bir kaynak olarak bilinen (Fem-i Muhsin) bir üstattan eserleri geçmiş olmak, önemli bir ayrıcalık kabul edilmiştir.
Günümüzün teknolojisi, sahip olduğumuz ses kayıtlarıyla bize bu imkânı sunmaktadır. Bu yoldan hareketle 74 makamdan peşrev, kâr, kârçe,kâr-ı nâtık, beste, ağır semai, yürük semai ve saz semai’si gibi yüksek san’at değerine sahip 461 klasik formdaki eser, yetkin kurum ve solistlerin icrasına göre bire bir notaya alındı. (Günümüzde bile sağlıklı bir notaya ulaşmanın zorluğu da malumdur.)
Eserlerin büyük bir bölümünü kurucumuz Nevzat Atlığ ve 13 yıl kadar halefi olarak şefliğini yaptığım Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu ile vermiş olduğumuz konser kayıtları ve sahip olduğum geniş ses arşivi oluşturdu. Yine Münir Nureddin Selçuk, Kâni Karaca, Alâeddin Yavaşça, Bekir Sıtkı Sezgin, Meral Uğurlu, Münip Utandı ve diğer değerli solistlerimizin ve toplulukların icra ettikleri nadide makamlardaki eserler, bu çalışmaya temel teşkil etti.
74 Makam 461 Eser başlıklı bu kitap bu yönleriyle, nota yayıncılığı konusunda ciddi bir boşluğu dolduracak özelliğe sahiptir.
SUNUŞ
Hiç şüphe yok ki klasik musikimiz, medeniyetimizin önemli sanat dallarından biri, belki de en önde gelenidir. “Makam ve usul” temeline dayalı musikimizin, “üslup, tavır ve aralık” gibi hayati sayabileceğimiz bu üç özelliğini kâğıt üzerine aksettirmenin zorlukları bilinmektedir. Bu nedenle de musikimiz çok eskiden beri çeşitli nota yazımına sahip olmasına rağmen “meşk” sistemini en sağlıklı yol olarak benimsemiş ve uzun yıllar devamlılığını bu yol ile sağlamıştır. Dolayısıyla meşk için sağlam bir kaynak olarak bilinen (Fem-i Muhsin) bir üstattan eserleri geçmiş olmak, önemli bir ayrıcalık kabul edilmiştir. Günümüzün teknolojisi, sahip olduğumuz ses kayıtlarıyla bize bu imkânı sunmaktadır.
Bu yoldan hareketle kitabın hacmini de düşünerek 74 makamdan peşrev, kâr, kârçe, beste, ağır semai, yürük semai ve saz semai’si gibi yüksek san’at değerine sahip klasik formdaki eserleri yetkin kurum ve solistlerden dinleyerek notaya alıp yazmamın, klasik müziğimize önemli bir katkı sağlayacağını düşünerek çalışmaya koyuldum. (Günümüzde bile sağlıklı bir notaya ulaşmanın zorluğu da malumdur.) Eserlerin büyük bir bölümünü kurucumuz Nevzat Atlığ ve 13 yıl kadar halefi olarak şefliğini yaptığım Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu ile vermiş olduğumuz konser kayıtları ve sahip olduğum geniş ses arşivi oluşturdu.
Yine Münir Nureddin Selçuk, Kâni Karaca, Alâeddin Yavaşça, Bekir Sıtkı Sezgin, Meral Uğurlu, Münip Utandı ve diğer değerli solistlerimizin ve toplulukların icra ettikleri nadide makamlardaki eserler, bu çalışmaya temel teşkil etti. Klasik müziğimiz ile ilgili görüşlerini yazma dileğimi yerine getiren, sahip olduğu kültür birikimi ile bir hazine olarak gördüğüm sevgili Şule Gürbüz’e özel olarak teşekkür etmek isterim. Sanatçı kimliği ve görüşleri ile bu çalışmaya değer kattı. Bir hayli emek gerektiren bu çalışmamda bana çeşitli aşamalarda yardımcı olan meslektaşlarım kardeşim Faruk Salgar’a ve Tanburi Birol Yayla’ya teşekkür ederim. Yine yazmış olduğum notaları basıma hazırlayan Mert Erağan’a, Nurhan Alpay’ın şahsında Türk kültürüne büyük hizmetleri olan Ötüken Neşriyat’ın emektarlarına da teşekkürlerimi sunarım.
M. Fatih Salgar
ÖN SÖZ
Dünya günlük dertlerin birikmesinden büyük dertler mi biriktirir yoksa günlükler günü gelince ve geçince çöp olur -denemese de zayi olur- da büyüğe ancak mı sıra gelir? Malum, düşünülenin, söylenenin hem de durmaksızın söylenenin aksine dünyada bir tek ehem ve mühime sıra gelmez. Ama söz gelir, değer, çarpar, ah eder… Bir devir azmanının en ehemmiyetsizi, bu ehemi hiç zahmet çekmeksizin kaldırır atar. O, incittiği nazeninin belini büken, kör eden başkasıymış gibi anmaya devam eder. Türk müziğinin de önemi, değeri, bizim için ne ifade ettiği bu sözü edilenler hayatta iken, dolayısıyla ölü olmayıp anılma programlarına, müstakil yâd edişlere ihtiyaç yokken akla gelir şeyler değildi. Benli Hasan Ağa’ya, Tanbûrî İsak’a, Dellalzâde’ye, daha ileri dönemden Asdik Ağa’ya “bu müziğin manası, ederi nedir, olmasa ne olur, başka bir kılığa girse onu yeni kılığında değil de değişmiş bir cinsiyette mi bulursunuz, bu sizi öldürür mü….” yollu akla gelen sorular sorulsa o şey ile henüz birlikte nefes alırken nefesin kesilse ne olursun sorusuna bile nefesini bir yandan tutarken cevap verilemeyeceğinden bu da olmayacak sanılan her şey gibi sükûta devrilirdi muhtemelen.
Ama ölürken susulan her şey gibi sonradan da mütemadiyen konuşarak elbette. Bir şey, hakkında konuşulmaya başlandığında dedikodusu yapılacak ya da kârına ortak olunacak bir şey haline gelmiş demektir. Hani tencerede pişen bir şey olsa bakılıp “tamam” denecek, el oğuşturulacak o vakit. Sözü edilen şey sağken ve kendisine sadakatle seslenecek bir harfe muhtaçken söz orucuna girmiş de ağzını mumlamış olanlar mevzu hayattan, hayat sadece kalbi atanları ihtiva eden bir şeymiş gibi uzaklaşınca ve öbür dünyaya doğunca diri iken korktukları bir canlıya ölü iken artık korkmadan yanaşanlar ve etraflarına “ölü, ölü” diye telkinde bulunanlar gibi bir kalp ferahlığı ile ölüden faydalanma yollarını birer birer yola koyarlar.
Meseleyi yeni duyup çığırtkan sedasına yetişenler, her şeye inanan ve ah eden masum ve düşkünler, anlatılınca bile anlamayanlar ile anlatılanı daha fazlası ile bilip anlamamanın rahatında bir uzun gerneşenler, bir şey yapınca bir şey olacak sanan iflah olmaz romantikler ile belki bu sefer olur diyen romantik görünümlü bankerler…ilâ ahir bir cümbüş bir araya gelir. Gele gel efsunlu Merâgî’nin, kendi kendine büyümenin timsali Itrî’nin, suzişli traşide bestelerin yuvası Küçük Mehmed Ağa’nın, baş dönmesi ile karışık kapalı gözlerde görülen ışık hüzmelerinin ve şekillerin sahibi Sadullah Ağa’nın, büyük bestekârlığını büyük muzdariplikle hem de çok kısa zamanda ödeyen Şevki Bey’in …yanına gelirler. Zaman bunca şeyi nasıl bu hale getirdi diye düşünüp dertli olmamak elde değil ama aslında elde. Çünkü gerçekten dertli olunsa sahte dertler kaçacak delik arayacaktır, gerçeği olsa öbürü bir yan sanayi ürünü gibi şehir dışında sunulacaktır ve sanat, mütefekkirâne duyuş çıktığı yerden inecektir. Devir proje üretme devri, hem de dünyanın her yerinde.
Eski, yeniye bir devam ipi değil bir müze bırakmış. Müzesi güzel, zengin ve saltanatlı olanlar şimdilik hayatlarını bundan devşiriyorlar, olmayanlar müzelerini yeni kurmaya her bulduklarını yan yana dizip adeta bir Anadolu şehir müzesi oluşturmaya çalışıyor, bunu da kendileri için yapıyorlar. Ama müze olmak da, o müzenin gişesine oturmak da kolay değil. Vakti ile önemsenmeyenler, hatırlatılmayanlar, ardından bir derin ah edip o ahı semada seyyalelerin her geceki ayininde döndürmeyenler, ferahfeza ayinini bir şükür gülşeninde kanatlandırmayanlar yüz, iki yüz sene sonra birdenbire Itrî deyip Itrî’yi de anmak için Yahya Kemal’in şiirinden başka kaynak ve övüş bulamayanlar şehir müzesine dikiş makinesinden başka, ahşap hamur teknesinden başka bir şey koyamayanlar gibi kurdukları yere değil bir ciğer yangını ile koşan samimi kişi, müşteri bile bulamıyorlar. “Büyük bir hazinemiz var” deniyor bir gömü arayıcısının iştihası ile ama hazinenin hazineliğine kimse pek ikna edilemiyor. Ne Tanbûrî Cemil’in balmumundan yapılmış gibi duran muzdarip yüzü ve nasıl icra edildiğine hâlâ şaştığımız “Gül’izar Taksim”i, ne Giray Han’ın “Dünya bu yürüyüşte bir mesafedir” der gibi uygun adım seyreden müstakim besteleri, ne Tab’î Mustafa Efendi ile kadembaz olan yürük semailer, ne Dede’nin sonu gelmez seylabeler halinde yağan ilhamı ile patır patır aydınlanan gökyüzüne bir aralık bulduğunda giren ayinleri, ne şarkı formuna sıkışmasına rağmen 19. asrın direnişi ile daha evvelkilerin uğramadığı bir “başka türlüsü de yok mu?” sorusu ile melankolikleşmiş ve en derin sözüne mahdut bir zaman biçildiği için şarkı bestelemek gibi bir kafeste yaşamış son pervaneler…
Hazine diye beşlilere, dörtlülere denmiş, “ardından gidin” diye blok flüte, mandoline denmiş. Onlar da, denilenler de buna inanmışlar sımsıkı hem de. Belki büsbütün inanmaktan değil de eskilerin sözü ile “Emzirme tabiatleri değiştirir” sözü vücut bulmuş, mahsulsüz kalınmış. Seneler sonra neyin mansur akordundaki dikliğinden, kudüm velvelesinden bahsetmek için ancak küçük müstakil insan toplulukları bir araya gelebiliyor, onlar da birbirlerini akrep bacağı toplayan koleksiyoncu, çikolata kâğıdı biriktiren bir tekinsiz kadın, ruh çağırmalarla uğraşan bir âdem ejderhası… gibi “sana ne oldu da bu müziği dinlemeye, icraya başladın, nerden bu işe girdin ?” yollu sorularla travma arar gibi önce emin olmaya sonra bu bir lisanı konuşanı yakîn bilmeye varıyorlar. Giden kendi yerine gitti, yapıp edip de gitti, Zühre’de çengi eline aldı da seyretti. Mühim olan kalanın ne yaptığı. Kalan hâlâ takvime bakarak bir sonraki hafta bir sonraki ay ve sonraki sene kimin mezar taşında sofra kurulur, kimi anarak borç kapatılır, kimi yâd eder gibi yaparak kendini işaret edilir ile oyalanmada. Devir, Şiraz Sultanı’nın “her kelimeyi avamın bildiği şekli ile değil bilenin bilip, kalbine doğup da söyleyemediği şekli ile yazacaksın” deyip Zakâni’nin Lugatnâme’sini oluşturduğu esere bakıp hakikat süzme devri.
Zakâni’nin hekim için mesela; “hakikatte kimsenin sıhhatini istemeyen, sızlanmaların devamından aş deren kimsedir,” yazdığı gibi aslen hiçbir şeyin dirilmesini istemeyenlerin devridir. Bir dirilinse bu şimdiki diri görünümlülerin ölümü olur çünkü. Zakâni’nin görevi bir anlığına alınacak olsa geçmiş, mazi, âtî, maddesinin karşılığına: İyi ki verem varmış, penisilin yokmuş, harp üstüne harp çıkarmış gelen geldiği gibi çabucak gidermiş, fodla ekmeği yiyen de uzun ömür süremezmiş, yazılabilir. Sanat maddesinin karşılığına, eskiyi bir iyi süzecek ve iyileri anlayacak yetenekte olup bunların karışımından yeni bir ürün meydana getirip üstüne de kendi adını yazıp yeni devrin süsü icabı, estağfurullah efendim, min gayri haddin biz de bir şeyler yaptık işte, deyip tevazu ibadetini de son sünneti ihmal etmeden yerine getirmektir, denilse yeridir. Şikâyet de aslen kötü ahlak cümlesinden. Güzeli arayan gözü ile arıyor, hâlbuki kendinde bulmalı.
O zaman şifa da bulur belki. Yükseği arayan tırmanmayı göze almalı her cefasına rağmen. Hep en aşağıda durup başkalarının yeri hususunda ölçü kutbu kesilmemeli. Aslolan hareket ve gayret çünkü. Bir şeyler hep yer değiştirecek, mana ve önem değiştirecek, gününe mağlup olmayan daha sağlam bir ipi tutmuş olacak. Azlığa rağmen kıymetlinin yanında duranın, ona iltica edenin, akarı olmayanın önünde sebat edenin nasıl edinildiği dışarıdan bilinmeyen armağanları vardır, dünyanın en güzel armağanları hem de. Sıkı dokunmuş samimi dostlar, iyi ve kötüyü kolay tefrik eden sağduyulu bir kalp, yanlıştan çok çabuk dönen bir heves, kanaatkâr bir gönül, bazı şeyleri okurken, dinlerken tam anlamadığını düşünse bile içine inen derin bir duyuş, dünyanın geri kalanını kapının dışında bırakacak kadar sahici bir hakikat duygusu. Bunlara paha biçilemez.
Türk müziğini duyar ve sever olmak benim elime âdeta bir süpürge verdi. Fazlayı, orada da bir şey var mı diyen uzun emelleri bertaraf etmemi sağladı, bakışımı ve kulağımı neye uzatacağımın temelini verdi, en önemlisi sahici dostlar verdi. Bunların en başta geleni bu müziğe sadakatini, hayretini ve coşkusunu bir an bile kaybetmemiş Fatih Salgar’dır. Dede’ye hayreti ve hayranlığının bir an kalp seviyesinden aşağı düştüğüne tanık olmadım, ömrünün kahir ekseriyetinde yazdığı notaları gökteki yıldızlar gibi seyrettiğine çok tanık oldum. İçine başka şey katıştırmadığı yekpare bir hayatı bu müziğe teslim etti. Müzik de onu hep kollayıp muhafaza etti, bu bir mukabeleden ziyade muhabbetti. Aralarındaki ilişki gıpta edilecek kadar sıkı, hiçbir şüphenin ve hevayıhevesin güve yeniğinin olmadığı, gizlisi saklısı olmayan bir ilişkidir.
Topkapı Sarayı’nda Enderun’da, Harem’de, oranın ufacık Meşkhanesi’nde dolaşırken hep aklıma sanılanın aksine hapsolunmuş, feda olunmuş bir hayattan, duvarları olan bir hayattan, kökü olan bir ağaçtan filizlenen cevherler gibi ancak bir hayalhanenin inşa edilebileceği, kalabalığın, çokluğun hep aldanış olduğu, çok zaman kaybettirdiği ve içe kapalı, içtimai şeylere mani olduğu duygusu eşlik eder. Benliğim öne uzanan taşların ve yukarı tırmandıracağı ilhamı veren basamakların hep geriye götürdüğüne şahitlik eder. Fatih Salgar da bu zaman illetini kendine bulaştırmadan darlık görüneni başının üstünde vasi bir gök olarak yaşayabilmiş ender bir kişidir. Yaşamı da yaptıkları da hep böyle olmuştur. Meydana getirdiği bu eserde yine kendini katmadan sadece bir mevcudun bilinmesine, varlığın olur da bir nazenine görünmesine gayret etmiş, emeği buna sarf etmiştir. Yüzlerce eser, eskisinden son devre kadar kendilerini görseler tanımayacakları nota kalıpları içinde, onları şimdinin tanım ve tasnifine getirmek için uğraşmanın neticesi bir buket olmuş. Kıymetli ve vefakâr bu eseri onun muhatabı değerlendirecek ve uzun yıllar sayfaları çevrilecektir.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Kültür Sanat
- Kitap AdıTürk Müziği Klasikleri
- Sayfa Sayısı900
- YazarM. Fatih Salgar
- ISBN9786254080524
- Boyutlar, Kapak13,5 cm x 21 cm, Ciltli
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2024