Margaret George sürükleyici üslubuyla Helen’in ağzından hem Helen’e hem de Paris’e yeniden hayat veriyor. Hiçbir ayrıntı atlanmadan kaleme alınan bu romanı nefesinizi tutarak okuyacaksınız. Beraber kaçtıktan sonra Helen ve Paris’in başına neler geldiğini bilseniz bile George’un kalemi sizde bilmediğiniz hissini uyandıracak! En çok satanlar listesinin bir solukta okuyacağınız nadide örneklerinden biri…
– BARBARA TAYLOR BRADFORD, Kadının Gücü’nün yazarı
George’un kaleminde Helen beklenmedik ve şaşırtıcı bir biçimde modern bir karaktere bürünürken, antikçağın tüm özelliklerini de yansıtmaktan geri kalmıyor. Truvalı Helen’i bir tatil kitabı olarak niteyebilirdim ama bu böylesi derin bir hayal gücüyle çağdaş edebiyatın sınırlarını zorlayarak yazılan bir şaheser için büyük haksızlık olur!
– STEVEN PRESSFIELD, Son Amazonlar ve Ateş Geçitleri ‘nin yazarı
Kitabın ilk sayfasından itibaren Helen hikâyesini birinci ağızdan, aşkları, ihanetleri ve önlenemez hazin sona doğru sürüklenişiyle tüm samimiyetiyle anlatırken kalbimize dokunarak sempatimizi kazanıyor. Margaret George, gözünden kaçmayan detaylar ve can alıcı tasvirleriyle klasik edebiyatın karakterlerine sadık kalırken kolay okunabilir ve iddialı bir anlatıma da imzasını atıyor.
– SUSAN VREELAND, Hüzün Renkli Kız ve Artemisia’nın Çilesi’nin yazarı
ÖNSÖZ
Tuva’ya uçuyordum. Hayır, bu daha ziyade yüzmek gibi bir şeydi. Kanatlarım yoktu ama kollarımı iki yana açmıştım Kollarım beni sürüklemiyor ama en azından yön veriyordu. Parmaklarımın arasında dolanan şiddetli rüzgar hissedebiliyordum, Truva’ya gitmek için can atıyor. Truva’da olma fikrinin heyecanında kayboluyordum
Masmavi denizin parıltısı, dev dalgalar ve beyaz köpükler arasında canavarların kahverengi tüylü sırtları gibi duran adalar
Truva’ya giderken Paris’le konakladığımız ada hangisiydi? O kadar yüksekten geçiyorduk ki ayırt etmek imkânsızdı
Bir maninin kanatları başımı sıyırıp geçmişti. Bir an için dengemi yitirsem de hemen toparlanmıştım. Bir martının kanatlarına dolan rüzgara duacı olduğu gibi ben de pelerinimin eteklerine dolan rüzgâra duacıydım…
Aşağıda gemiler vardı. Kiçin birer eğlencelikten ibaret olduğumuzu idrak etmem bir ömre mal olmuştu.
Truva sahili görünmüştü bu kadar çabuk mu? Uzun zamandır tek bir arzuyla yanıp tutuşuyordum; Truva’yı yeniden görmek! Kapısından içeri girmek, sokaklarında gezinmek, binaların duvarlarına dokunmak, evet zamanında önemsemediğim sıradan taş duvarları bile özlemiştim. Truva’ya ait her bir ayrıntı benim için çok değerliydi. Güney kapıya yöneldim; en büyük olana. Truva’ya ilk adım attığım gün bu kapıdan geçerken gözüme ne kadar da devasa görünmüştü Hatta tepesinin bulutlara uzandığı bile geçmişti aklımdan. Ama şimdi yukardan bakınca hiç de öyle görünmüyordu.
İnanmak güç ama toprağa ilk ayak basınca zerre kadar toz kalkmadı. Her şeye rağmen yeniden Truva’da olduğum için adeta mutluluk sarhoşuydum. Çayırlardan gelen kuş sesleri ve öğle güneşinde ortalığa yayılan mayhoş çimen kokusu… Sağ tarafımda sürüyle meşhur Truva Atı otluyordu. Her şey sakin ve düzenliydi. Uzakta bir koruluğun içinde taştan bir çiftlik evi göze çarpıyordu. Gidip kapışım çalmak istedim. Ama çok uzaktaydı, ben de Truva’ya geri dündüm.
Truva! Büyüsüyle insanı içine alan muazzam şehir Truva karşımdaydı işte! İnsanoğlunun inşa edebileceği en yüksek kuleleri, en kavi surları ve en güzel saraylanyla… Şehrin içi… Al) o sevdiğim şehrin içi… Dünyanın tüm görkemini içine almış vahada bir serap gibi parlıyordu. Rüzgârlı tepeleri hanedanın tüm gizlerini kulağıma fısıldarken o gizemli büyü tüm ruhumu yeniden sarıp sarmalamıştı.
Kapıya doğru yürüdüm, doğrusu açık olmasını heklemiyordum. Ardına kadar açık bırakılmış kavi bronz zırhlı kapıların ardında hisara çıkan patika uzanıyordu. Genellikle muhafızların önünde nöbet tuttuğu kapıdan, neden etrafta ne bir muhafız ne de bir asker olmadığını sorgulamadan geçtim İçerisi sakindi, ne bir at arabasının tekerlek gıcırtısı, ne bir insan sesi… Mutlak bir sükunet!
Hisara uzanan yolda ağır adımlarla yürüyordum, şehrin tepesine kurulan saray kümeleri ve tapınaklara doğru
Kendimi ıssız ve terk edilmiş hissediyordum, bomboş evlerde yankılanacak tek bir ses duymak için kulak kesilmiştim ama nafileydi. Herkes nereye dağılmıştı böyle?
Bir an önce kaleye varmak istiyor, tanıdık yüzleri görmek için can atıyordum. Priam ile Hecuba ve Hector ile Andrormche kendi saraylarında olmalıydı. Kralın diğer çocuklan elli prens ve oniki prensesise kraliyet sarayının arkasında kalan kendi dairelerinde .. Athena Tapınağı ile Hector’un sarayı arrsında kalan arazide ise Paris’le ikimizin sarayı hepsinin arasında dimdik göğe doğru uzanıyordu.
İşte oradaydı. Muhteşem görünüyordu, en az Paris kadar muhteşem. Sarayımızın inşaatı başlamadan önce kafamda nasıl canlandırmışsam bire bir aynısı… Yatağımızda uzanıp yeni aşk yuvamıza dair hayaller kurarken kendimizi tam da böylesi muhteşem bir sarayın içinde hayal etmiştik. Ve işte oradaydı, tam hayallerimizde canlanan evimiz! Bizim evimiz; Paris’le benim.
Eskiden de böyle miydi? Taşlar bile aynıydı, hayır Phrygia’dan kırmızı taşları getirtemeyince yerine Lebos’tan gelen kara taşlan kullanmışıık. Oysa şimdi kırmızı taşlarıyla karşımda gözalıcı bir bina duruyordu Kafam karışmış, öylece sarayın duvarlarına bakakalmışEim. Bu karşımda duran hayalini kurduğumuz evdi, inşa edehıldiğimiz değil!
Omuz silkiniştim, anık ne önemi vardı? [çeri girip önce geniş nugarona sonra da merdivenlere yöneldim. Üst katla günün yorgunluğunu almak için (ekilip baş baja kaldığımız özel odalarımız iardı
Ayak seslerim boş binada yankılanıyordu Neden her yer bu kadar tenhaydı? Kendi sesim ve yankısından başka en ufak bir ses duyulmuyordu.
Odamızın ediğinde durmuştum Paris içerde olmalıydı Beni bekliyordu. Bulun günü en sevdiği isi yaparak, yabani allan ehlileştirmeye çalışarak merada geçirip evimize dönmüştü Yorgunluğunu atmak için cam önünde şarabını yudumluyor olmalıydı İçeri girdiğimi görünce başını kaldınp sevgiyle gözlerimin içine bakarak anlatmaya başlayacaktı. Helen şu sana bahsettiğim beyaz at var ya
Kararlılıkla kapıyı ittirdim. Odanın içi zifiri karanlıktı ve ne yazık ki bomboştu.
Odaya girdim, bacaklarıma sürtünen pelerinimin çıkardığı hışırtı haricinde çır çıkmıyordu. “Paris?’ Ağzımdan ilk dökülen sözcük Paris’in adı olmuştu
Masallarda bile insanlar en kötü ihtimalle taşa dönüyordu. Ama burada her şey yok olup gitmişti işte. İçeride birilerini hulmak umuduyla, tüm odaları lekrar tekrar dolaşmama rağmen kimseyi bulamamıştım Truva’nın surları, sokaklar, saraylar yerli yerinde duıuyordu. ama onu asıl muhteşem kılan Truvalılar sırra kadem basmıştı.
Ve Paris… Paris, neredesin? Evimizde değilsen, neredesin?
Pencereden içeri gün ışığı doluyordu, perdeleri her kim açık bıraktıysa müteşekkirdim Hâlâ üstüne güneş doğabildiğıne göre Truva yeniden hayata dönebilirdi. Deıin bir uykuya teslim olan şehrin sokakları yeniden hıncahınç insanla dolabilır, öyküsüne kaldığı yerden devam edebilirdi. Artık uyanma zamanı gelmişti!
“Leydim vakit geldi!” Biri omzuma dokunuyordu. “Uzun zamandır uyuyorsunuz.”
Hâlâ Truva’daydım. yatak odamızdan çıkamazdım. Biliyordum, Paris birazdan gelecekti. Emindim huna!
“Kolay olmadığını biliyorum ama kalkmalısınız!” Bu ses bir kadına aitti. “Menelaus’un cenaze töreni ancak bir kez düzenlenebilir ve o gün. bugün. Başınız sağ olsun leydim, güçlü olun!”
Menelaus! Gözlerimi açıp dehşetle etrafı süzdüm. Bu oda Truva’daki odamda değildim. Ah Tannlar! Sparta’daydım ve Menelaus ölmüştü.
Spartalı kocam Menelaus ölmüştü. Truvalı Paris burada değildi. Neredeyse otuz yıldır yoktu. Truva yerle yeksan olmuştu. Dumanı tulen bir kül yığınından bile söz etmek mümkün değildi, tütecek dumanı savrularak külü bile kalmamıştı artık. Truva çok uzun zaman önce haritadan silinmişti…
Gördüğüm bir rüyadan ibaretti, Truva’da falan değil Sparta’daydım. Rüyama giren, surlar, kuleler, sokaklar ve saraylar anık yoktu. Geride hiçbir şey kalmamıştı; gözyaşlarıma engel ola iniyordu m.
Omzumda nazik bir el. “Acı çektiğinizi biliyorum. Ama yine güçlü—”
Bacaklarımı yataktan aşağı sarkıttım. “Biliyorum. Cenaze törenine katılmalıyım. Katılmaktan öte cenazesine ben sahip çıkmalıyım.” Başını dönmesine rağmen ayağa kalktım. ‘Bu benim son görevim.”
“Leydim, ben öyle demek isteme—”
“Ne demek istediğini anladım. Şimdi lütfen bana matem elbiselerimden birini getir”
Menelaus ölmüştü. Evet, gerçek bundan ibareni. Çekip giderek benden özür diliyordu, onu affeımiştim. Bu çok uzun zaman önceydi. Ve Paris: Gelecek nesiller bile senden sözedecek derken ne kadar toy ve aptalmışım. O gitmişti, rüyama bile gelmiyordu. Her şeyin en başından beri bir rüya olduğunu idrak etmem çok uzun zaman almıştı. Paris ve ben; ikimiz mazide kalmıştık.
Hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Rüyam bana yol gösteriyordu. Cenaze töreninden sonra. Spartada her şey normale dönünce Truva’ya gidecektim. Beni bekleyen her ne olursa olsun, yüzleşmeye hazırdım. Yeter ki Truva’yı bir kez daha görebileyim. Ben gerçekten yaşadığımı sadece Truva’da hissetmiştim. Helen. Truvalı Helen olarak anılırken gerçek kimliğini bulabilmişti.
Bir zamanlar bir Helen vardı, hayatının en güzel günlerini Truva’da geçirdi ve sadece orada nefes aldığını hissetti Nefreti, savaşı ve ölümü peşi sıra sürükledi. Yüzünü kır çiçeklerinin çevrelediği bir kadın olarak değil, bronz kılıçların çevrelediği bir kadın olarak anıldı
Böyle olmasını o da istememişti, niyeti bu değildi. Suç aslında onun peşine düşen adamların ayaklarının altında yatıyordu.
Helen’in kim olduğunu biliyormuşsunuz gibi anlatıyorum Peki Helen kim?
Dinleyin, size her şeyi anlatacağım Nefesinizi tutarsanız, onun sesini duyacaksınız…
Helen. İsmimi duyup Helen olduğumu idrak ettiğimde henüz konuşmaya bile başlamamıştım. Annem ismimi kulağıma fısıldarken, sesi tatlılıktan uzak; çirkin bir sırrı paylaşır gibiydi. Bazen kulağıma eğildiğinde, sıcak nefesinin tenimi gıdıkladığını hissederdim. Sesini yükseltmekten hoşlanmadığı gibi mırıldanmayı da sevmezdi. Ona göre mırıldanmak sevgi, bağırmak ise uyan ifadesiydi.
Bazen de evcil hayvanlar için kullanılan Cygnet ismiyle çağırırdı. Cygnet hitabı hoşuna gidiyordu. “•Cygnet”‘ başkalarının yanında asla kullanmadığı bizim küçük, sevimli sımmızdı
Tepelere sinen sis yavaş yavaş dağılıp, tamamen gözden kaybolduğunda kaya ve ormanlar netleşirdi; tıpkı zamanla hafızalardan silinen anıların yerini alan hayat gibi. İç içe geçmiş anılarımın ve çocuksu duygularımın girdabında annemin ailesinin yaşadığı, kendisinin de doğup büyüdüğü sarayı hatırlıyorum. Anımsamaya çalıştığımda yüzlerini gözümün önüne geıiremesem de o zamanlar anneannem ve dedem hâlâ hayattaydı. Babam, Sparta’daki tahtında sorunlar yaşamaya başlayınca yanlanna sığınmıştık. Artık babam tahtı elinden alınmış, karısının ailesinin yanında yaşayan sürgünde bir hükümdardı.
O zamanlar mevkiler, yerler ve isimler hakkında hiçbir şey bilmediğim gibi gittiğimiz yerin Anatolia olduğunu da bilmiyordum. Bildiğim yegâne şey Sparta tepelerine kurulu olan sarayımızın daha çok güneş gördüğü ve rüzgâr aldığı idi. Tabii daha karanlık olduğu da… Yaşadığımız yeni yerden memnun değildim ve eski odama dönebil mey i diliyordum. Anneme ne zaman geri, eski odama dönebileceğimi sorup duruyordum.
“Ev mi?” diye sormuştu annem, “Evimiz burası!”
Hiçbir şey anlamamış, başımı önüme eğmekle yetinmiştim.
“Benim evim burası, doğup büyüdüğüm yer. Spana hiçbir zaman benim evim olmadı.”
“Ama benim evim Spana.” Bir daha evime geri dönememe fikrini aklıma getirmemeye çalışarak gözpıııanmda biriken yaşlara hâkim olsam da titreyen dudaklarım beni ele veriyordu.
-Ağlama bebeğim!” Annem kolumdan sıkıca kavramıştı “Prensesler ağlamaz, annelerinin önünde bile.. ” Başını eğip benimkine yasladığında yüzünün aldığı halden hiç hoşlanmamıştım Dar ve uzun yüzü, başını eğdiğinde sanki daha da uzamış, burun delikleri bir hayvanınkine benzemişti. “Yakında burada ne kadar kalacağımızı ve burdan nereye gideceğimizi öğreneceğiz. Yolumuzu Delphi Kâhini çizecek tatlım.”
Dört tekerlekli bir at arabasıyla ormanlık bir araziden geçiyorduk. Civar topraklar Spana’nın naif yeşil vadilerine hiç benzemezken, cılız ağaçlarla çevrili keskin tepeler yolculuğumuzu güçleştiriyordu. Delphi Kâhini’nin yaşadığı dağa yaklaştığımızda arabadan inmek zorunda kalmış, yolculuğumuza tekerlek izleri olan dar patikadan yukan tırmanarak devam etmiştik. Patikanın her iki tarafında da gökyüzüne doğru cılız ağaçlar uzanıyordu. Önümüze çıkan büyük kaya parçalanılın üzerinden atlayarak yola zorlukla devam edebiliyorduk.
“Tüm bunlar yolculuğumuzun amacını dalıa özel kılıyor,” demişti benden beş yaş büyük erkek kardeşim Castor. Koyu renk saçlarını annemden almış olmasına rağmen daha sevecen ve aydınlık bir yüzü vardı. Kardeşlerim arasında en iyi Casıor’la geçinirdim En küçükleri olmasına rağmen benle en çok ilgilenen hep Castor olmuştu. Neşeli, sıcakkanlı, eğlenceli ve bir o kadar düşünceliydi “Eğer ulaşmak kolay olsaydı, yolun sonundaki ödül değerini yitirebilirdi .” “Ödül mü?” Castor’un ikizi Polydeuces oflayıp puflayarak yanımıza gelmişti Castor ne kadar esmerse Polydeuces da bir o kadar açık tenliydi. Ancak önlemlerin ve şüphelerin altında sürdürdüğü yaşamı, açık tenini bile gölgeler gibiydi. “Ben Parnassus Tepesine uzanan kuru ve nemli bir yokuştan başka bir şey göremiyorum. Hem ne ödülünden bahsediyorsun? Bir kâhinin bize ne yapacağımızı anlatacak olması mı bir ödül? Sen de bal gibi biliyorsun ki, annem kâhinin söylediklerini beğenmezse duymazdan gelmeyi tercih edecektir. Buraya kadar gelmemizin ne anlamı var ki, pekâlâ görkemli odasında otururken de ayağına kadar bir kâhin getirtebilir.”
“Ne yapacağını bilmesi gereken babamız,” dedi Castor “Annemiz dikkate almasa bile, babam kâhinin söylediklerine göre yolunu çizecek. Soru işaretlerine gebe olan. onun tahtı.”
…….
“Truvalı Helen” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTruvalı Helen
- Sayfa Sayısı608
- YazarMargaret George
- ISBN9944485555
- Boyutlar, Kapak13,5x21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hokus Pokus ~ Paul Kieve
Hokus Pokus
Paul Kieve
Sihrin altın çağında yaşamış yıldız sihirbazların, 21. yüzyılda yaşayan acemi bir sihirbazın evine yaptığı ziyaretler sizi hayretler içinde bırakacak! Önsözünü Harry Potter karakterini canlandıran...
- Zamanın Çocukları ~ Adrian Tchaikovsky
Zamanın Çocukları
Adrian Tchaikovsky
Günümüz bilimkurgu ve fantastik edebiyatının en üretken ve yaratıcı yazarlarından Adrian Tchaikovsky, insanlığın dünyaya dönüştürülmüş bir gezegendeki hayatta kalma savaşının destansı hikâyesi Zamanın Çocukları...
- Düzelti ~ Thomas Bernhard
Düzelti
Thomas Bernhard
Bernhard DÜZELTİ romanında, Avusturyalı çağdaş felsefeci Ludwig Wittgenstein’ın yaşamından bir kesiti esas alarak Roithamer karakteri odağında düş gücüyle genişletir. –Ludwig Wittgenstein 1920’li yıllarda Viyana’da...
betimlemeleri cok sıkıcı. hatta gereksiz yere ayrıntıya inildiğini düşünüyorum. olaylar ise fazla ayrıntılı anlatılmamış. kısacası ayrıntı gereksiz yerde kullanılmış. konu olarak cok hoş fakat ben istediğimi bulamadım :(