RACHEL
5 Temmuz 2013 Cuma
Sabah
TREN RAYLARININ yanında bir elbise yığını vardı. Tişörte benzeyen açık mavi bir giysi, kirli beyaz başka bir şeyle birlikte tortop edilip atılmıştı. Muhtemelen kıyının yukarısındaki bol çalılıklı küçük ormana kaçak dökülmüş çöplerden bir parçaydı. Çalışmak için yolun bu tarafına sık sık gelen mühendisler de bırakmış olabilirdi. Ya da nedeni başka bir şeydi. Annem hep hayal gücümün fazla çalıştığını söylerdi, Tom da aynı fikirdeydi. Elimde değildi, kirli bir tişört ya da tek başına bir ayakkabı gibi kenara atılmış paçavralar gördüğüm anda düşünebildiğim tek şey, ayakkabının öteki teki ya da içine giren ayaklar oluyordu.
Tren sallanıp gıcırdayarak hareket ettiğinde küçük giysi yığını gözden kayboldu. Bir koşucunun hızıyla Londra’ya doğru yol almaya başladık. Arkamdaki koltukta biri, öfke içinde çaresizce iç çekti; Ashbury’den Euston’a 08.04’te yola çıkan yavaş tren, birçok deneyimli yolcunun sabrını sınayacak cinstendi. Elli dört dakika sürmesi gereken yolculuk nadiren bu sürede tamamlanıyordu: Yolun bu eski, çökük paftası sinyalizasyon sorunları ve bitmek bilmeyen mühendislik çalışmalarıyla doluydu.
Tren sürünerek ilerledi; ambarların, su kulelerinin, köprülerin, kulübelerin, arka cepheleri doğrudan yola dönük mütevazı Victoria stili evlerin yanından sarsılarak geçti.
Başımı vagonun penceresine dayamış, tıpkı filmlerdeki kayan çekimler gibi geçip giden evleri seyrediyordum. Onları, diğerlerinin görmediği gibi görüyordum, muhtemelen kendi sahipleri de bu açıdan görmüyorlardı. Günde iki kez, bir anlığına da olsa bana başkalarının hayatlarından bir manzara sunuluyordu. Evlerinde güven içinde oturan yabancıları seyretmenin rahatlatıcı bir etkisi vardı.
Birinin telefonu trenin ortamına uymayan neşeli ve hareketli bir şarkıyla çaldı. Cevap vermekte yavaş davrandığı için ses kafamda çınlayıp durdu. Diğer yolcuların koltuklarında kıpırdandıklarını, gazetelerini hışırdattıklarını, bilgisayarlarına hafifçe vurduklarını duyabiliyordum. Tren dönemeçten yalpalayıp sallanarak geçtikten sonra kırmızı ışığa yaklaşınca yavaşladı. Kafamı kaldırmadan istasyona giderken uzatılan bedava gazeteyi okumaya devam etmeye çabaladımsa da sözcükler gözlerimin önünde bulanıklaşıyor, hiçbiri bende ilgi uyandırmıyordu. Aklımda hala yolun kenarına terk edilmiş küçük giysi yığını vardı.
Akşam
Hazır cin toniği ağzıma götürüp bir yudum alırken kutu ağzına kadar köpürdü. Tom ile 2005 yılında Bask kıyısındaki bir balıkçı kasabasında yaptığımız ilk tatilin tadı gibi keskin ve soğuktu. Sabahları koydaki küçük adaya kadar yaklaşık bir kilometre yüzüp gizli saklı sahillerde sevişmiş, öğleden sonraları ise bir bara oturup sert ve acı cin toniklerimizi içerken denizin çekilmesiyle ortaya çıkan kumlarda karmaşık oyunlar oynayan kalabalık plaj futbolcularını izlemiştik. Bir yudum ve üstüne bir yudum daha aldım. Kutu neredeyse bitmişti ama sorun değildi, ayaklarımın dibindeki poşette üç tane daha vardı. Cuma günüydü ve trende içtiğim için kendimi suçlu hissetmeme gerek yoktu. Tanrı’ya şükür bugün cuma! Eğlence burada başlıyordu.
Güzel bir hafta sonu olacaktı, öyle söylüyorlardı. Güneş ışıl ışıl, gökyüzü bulutsuz olacaktı. Eskiden olsa gazetelerimizi alıp Corly Ormanı’na pikniğe gider, bütün öğleden sonramızı ağaçların arasından huzmeler halinde süzülen güneş ışığının vurduğu battaniyenin üstünde şarap içerek geçirirdik. Arkadaşlarla barbekü yapabilir ya da The Rose’a gidip bira bahçesinde yüzümüz güneşten ve alkolden kızararak bütün öğleden sonra oturabilir, sonra da yalpalayarak kol kola eve dönüp koltukta uyuyakalabilirdik.
Işıl ışıl bir güneş, bulutsuz gökyüzü ve oynayacak kimse, yapacak hiçbir şey yok. Bu şekilde yaşamak -şu an yaşadığım gibi- böylesine alabildiğine aydınlık ve gölgeden neredeyse yoksun, herkesin kendini sokaklara atıp alçakça ve insanı sinir edercesine mutlu olduğu yaz günlerinde daha zordu. Bu çok yorucuydu ve onlara katılmadığınız takdirde kendinizi kötü hissettiriyordu.
Önümde koca bir hafta sonu, doldurulacak kırk sekiz boş saat vardı. Kutuyu yeniden ağzıma götürdüm ama tek bir damla bile kalmamıştı.
8 Temmuz 2013 Pazartesi
Sabah
Yeniden 08.04 treninde olmak beni rahatlatmıştı. Nedeni, haftaya başlamak üzere bir an önce Londra’ya gitmek için sabırsızlanmam değildi. Hatta Londra’da olmak bile istemiyordum. Tek istediğim yumuşak, bel vermiş kadifeye yaslanıp pencereden sızan güneş ışığının sıcaklığını, vagonun devamlı ileri geri sallanmasını ve raylardaki tekerleklerin rahatlatıcı ritmini hissetmekti. Başka bir yerde olmaktansa burada olup tren yolunun kenarındaki evlere bakmayı tercih ederdim.
Bu hat üzerinde, yolculuğumun yaklaşık yarısına denk gelen hatalı bir ışık vardı. Daha doğrusu ben hatalı olduğunu düşünüyordum çünkü hemen hemen hep kırmızıydı, çoğu günler duruyorduk ve bu bazen saniyeler, bazen ise bitmek bilmeyen dakikalar boyu sürüyordu. D vagonunda oturuyorsam, ki genellikle otururdum, ve tren ışıkta durmuşsa, ki neredeyse her zaman dururdu, yol kenarındaki favori evim olan on beş numarayı mükemmel bir açıyla görebiliyordum.
On beş numara, yol boyunca uzanan diğer evlere çok benziyordu: Yarı Victoria stilindeydi, iki katlıydı ve ardında demir yoluna ulaşan sahipsiz birkaç metre toprağın bulunduğu çitlere doğru altı metre kadar uzanan dar, bakımlı bir bahçeye açılıyordu. Bu evi ezbere öğrenmiştim. Her tuğlasını, üst kattaki yatak odasının perdelerinin rengini (bej, üstü koyu mavi baskılı), banyo penceresinin çerçeve boyasının soyulduğunu ve çatının sağ tarafında dört kiremidin eksik olduğunu biliyordum.
Sıcak yaz gecelerinde, ev sakinleri Jason ile Jess’in ara sıra geniş sürme pencereden büyütülmüş mutfağın üstündeki derme çatma terasa çıktıklarını biliyordum. Mükemmel, pırlanta gibi bir çiftlerdi. Adam koyu renk saçlı, yapılı, güçlü, koruyucu ve kibardı. Harika bir kahkahası vardı. Kadın ise ufak tefek, güzel, açık tenliydi ve sarı saçları kısa kesilmişti. Muhteşem bir kemik yapısı, çillerle bezenmiş keskin elmacık kemikleri ve hoş bir çenesi vardı.
Kırmızı ışıkta beklerken gözlerim onları aradı. Jess sabahları, özellikle de yazın, kahvesini genelde dışarıda içiyordu. Bazen onu gördüğümde sanki onun da beni gördüğünü, bana baktığını hisseder ve el sallamak isterdim. Çok utangaçtım. Jason’ı ise çok sık görmüyordum, çalıştığı için genelde dışarıda oluyordu. Ama evde olmasalar bile neyle meşgul olduklarını düşünürdüm. Belki de bugün ikisinin de izin günüydü ve sabah Jess yatakta uzanırken Jason da kahvaltıyı hazırlıyordu ya da birlikte koşuya çıkmışlardı çünkü koşmayı seviyorlardı. (Tom ve ben de pazar günleri koşardık, ben her zamanki hızımın hafifçe üstüne çıkardım, Tom ise kendi hızını yarıya düşürürdü, böylelikle yan yana koşabilirdik). Belki de Jess yukarıdaki hobi odasında resim yapıyordu ya da birlikte duşa girmişlerdi. Jess’in elleri fayanslarda, Jason’ınkiler ise Jess’in kalçalarındaydı.
Akşam
Sırtımı vagondakilere verip hafifçe pencereye doğru dönerek Euston’daki Whistlestop’tan aldığım küçük Chenin Blanc şişelerinden birini açtım. Soğuk olmaması sorun değildi. Plastik bardağıma biraz boşalttıktan sonra kapağını yerine yerleştirip şişeyi çantama koydum. Pazartesileri, biriyle birlikte içmediğin sürece ki ben böyle yapmıyordum, trende içmek daha az kabul edilebilir bir şeydi.
Bu trenlerde tanıdık, her hafta gördüğüm, bir yerlere gidip bir yerlerden dönen insanlar olurdu. Muhtemelen benim onları tanıdığım gibi, onlar da beni tanıyordu. Yine de gerçekte kim olduğumu görüp görmediklerini bilmiyordum.
Olağanüstü bir akşamdı, sıcak olsa da fazla boğucu değildi, güneş tembel batışına geçmiş, gölgeler uzamaya başlamıştı ve ışık, ağaçları altın rengine bürümeye koyulmuştu. Tren takırdayarak ilerliyordu. Evlerinin önünden geçerken Jason ile Jess akşam güneşinin bulanıklığında kaybolup gittiler. Sık olmasa da bazen onları yolun bu tarafından görebiliyordum. Ters yönde giden tren yoksa ve yeterince yavaş ilerliyorsak, bazen onları teraslarında yakalayabiliyordum. Tıpkı bugün olduğu gibi bunu başaramazsam da hayalini kuruyordum. Jess, elinde bir kadeh şarapla ayaklarını masaya uzatmış terasta oturuyor, Jason ise ellerini Jess’in omuzlarına koymuş, yanı başında dikiliyordu. Ellerinin hissinin, ağırlığının rahatlatıcı ve koruyucu olduğunu hayal edebiliyordum. Bazen kendimi, sarılmak ve içten bir tokalaşma da dâhil olmak üzere, başka biriyle en son ne zaman anlamlı fiziksel bir temasa geçtiğimi hatırlamaya çalışırken buluyordum ve kalbim sıkışıyordu.
9 Temmuz 2013 Salı
Sabah
Geçen haftaki giysi yığını hala oradaydı ve birkaç gün öncekinden daha tozlu, daha perişan görünüyordu. Bir yerlerde, tren çarptığında giysilerinizin yırtılabileceğini okumuştum. Tren çarpması sonucu ölmek o kadar da alışılmadık değildi. Söylenene göre yılda iki yüz ila üç yüz kişi bu şekilde ölüyordu. Yani en azından iki günde bir. Bunların ne kadarının kaza olduğunu bilmiyordum. Tren yavaşça ilerlerken giysilerde kan lekesi olup olmadığına dikkatlice baktım ama bir şey göremedim.
Tren her zamanki gibi ışıkta durdu. Jess’in çift kanatlı kapının önündeki verandada durduğunu görebiliyordum. Üstünde parlak, basma bir elbise vardı ve ayakları çıplaktı.
Hafifçe kafasını arkaya çevirmiş, eve bakıyordu; muhtemelen kahvaltıyı hazırlayan Jason ile konuşuyordu. Tren ilerlemeye başladığında gözlerimi Jess’ten ve evinden ayırmadım. Diğer evleri görmek istemiyordum; özellikle de eskiden oturduğum dört ev ötedekini.
Beş yıl boyunca Blenheim Caddesi’ndeki yirmi üç numarada olağanüstü mutlu ve tepeden tırnağa sefalet içinde yaşamıştım. Şimdi ona bakamıyordum bile. Orası benim ilk evimdi. Ailemle ya da diğer öğrencilerle paylaştığım değil, benim ilk evimdi. Bakmaya yüreğim dayanmıyordu. Yani, bakabilirdim, bakardım, bakmak isterdim, istemezdim, bakmamaya çalışıyordum. Her gün kendime bakmamam gerektiğini söylüyor, her gün de bakıyordum. Orada görmek istediğim hiçbir şey olmamasına ve yine de gördüğüm her şey canımı acıtacak olmasına rağmen kendime engel olamıyordum. Bir keresinde kafamı kaldırıp baktığımda, yukarıdaki yatak odasında bulunan krem renkli keten perdenin yerini yumuşak, bebek pembesi bir şeyin aldığını fark edince kendimi nasıl hissettiğimi, Anna’nın çitin kenarındaki gülleri, üstünde büyümüş karnına kadar uzanan esnek tişörtüyle suladığını gördüğümde hissettiğim acıyı çok belirgin bir şekilde hatırlıyordum. Dudağımı öyle sert ısırmıştım ki kanamıştı.
Gözlerimi sıkı sıkı kapadım ve ona, on beşe, yirmiye kadar saydım. İşte, geçip gitmişti, görecek hiçbir şey yoktu. Witney istasyonuna girip çıktık. Banliyöler kuzey Londra’nın pisliğine karışıp teraslı evlerin yerini grafitili köprüler ve kırık pencereli boş binalar aldığında tren hızlanmaya başladı. Euston’a yaklaştıkça gerilmeye başlamıştım; baskı altında gibiydim, bugün nasıl olacaktı? Euston’a girmeden yaklaşık beş yüz metre önce, vagonun sağ tarafında pis, alçak, betondan bir bina vardı. Üstüne biri resimli bir şekilde: HAYAT BİR PARAGRAF DEĞİLDİR1 diye yazmıştı. Yol kenarındaki giysi yığınını düşündüm ve boğulur gibi hissettim. Hayat bir paragraf değildir ve ölüm de bir parantez.
Akşam
Akşam bindiğim 17.56 treni sabahkinden biraz daha yavaştı. Bir saat bir dakika sürüyordu. Yani fazladan herhangi bir istasyonda durmadığı halde sabahkinden tam tamına yedi dakika daha uzundu. Umursadığım söylenemezdi çünkü sabah Londra’ya gitmek için sabırsızlanmadığım gibi, akşam da Ashbury’ye dönmek için sabırsızlanmıyordum. Her ne kadar l960’larda yeni kurulmuş ve Buckinghamshire’ın merkezinde tümör gibi yayılmış bir kasaba olan Ashbury yeterince kötü bir yer de olsa, nedeni bu değildi. Buraya benzeyen, merkezi kafeler, cep telefonu mağazaları ve JD Sports şubeleriyle dolup taşan, etrafı banliyö hattıyla çevrilmiş ve ardında çok katlı sinemayla kasaba dışı Tesco diyarı bulunan onlarca diğer kasabadan daha iyi ya da kötü değildi. Ticaret merkezinin kasabanın eteklerine yayılmaya başladığı noktada bulunan akıllı(ca), yeni(ce) bir mahallede oturuyordum ama burası benim evim değildi. Benim evim, kısmen sahibi olduğum, yol kenarlarındaki yarı Victoria stilindeki evdi. Ashbury’de ev sahibi değildim, hatta kiracı bile değildim. Cathy’nin, sıkıcı ve kendi halindeki dubleksinin küçük ikinci yatak odasının geçici pansiyoneriydim ve onun nezaket ve iyiliğine tabiydim.
Cathy ve ben üniversiteden arkadaştık. Sıradan arkadaşlardık ve hiçbir zaman o kadar yakın olmamıştık. İlk yılımda salonun karşısında yaşıyordu ve ikimiz de aynı dersleri aldığımız için doğal olarak ilk birkaç göz korkutan hafta boyunca arkadaş olmuştuk. Sonrasında daha çok ortak noktamız olan insanlarla tanışmıştık. İlk yıl ve istisnai bir durum olan düğünler dışında üniversite bittikten sonra birbirimizi pek görmemiştik. Ama ihtiyacım olduğu sırada onun boş bir odası vardı ve orada kalmak mantıklı gelmişti. Yalnızca birkaç ay, en fazla da altı ay kalacağımdan çok emindim ve başka ne yapabileceğimi de bilmiyordum. Hiç tek başıma yaşamamıştım, ailemden sonra ev arkadaşlarıyla, sonra da Tom ile yaşamaya başlamıştım. Tek başına yaşama fikrini bunaltıcı bulunca da evet demiştim. Üstünden hemen hemen iki yıl geçti.
Korkunç değildi. Cathy kesinlikle iyi biriydi. Bu yönünü fark ettiriyordu. İyiliği apaçıktı, onu tanımlayan bir özelliğiydi ve bunun sık sık, neredeyse her gün bilinmesini istiyordu. Bu da yorucu oluyordu. Ama o kadar da kötü değildi, bir ev arkadaşının çok daha kötü huyları olabilirdi. Hayır, bu yeni durumum konusunda (iki yıl olmasına rağmen hala yeniymiş gibi geliyordu) canımı en çok sıkan Cathy ya da Ashbury değildi. Kontrol kaybıydı. Cathy’nin evinde, nezaketine rağmen kendimi fazlasıyla misafir gibi hissediyordum. Bunu mutfakta akşam yemeğimizi pişirmek için birbirimizi itelerken hissediyordum. Koltukta, ben arkasında otururken o elindeki uzaktan kumandayı sıkı sıkı tutunca hissediyordum. Bana aitmiş gibi hissettiğim tek yer, küçük yatak odamdı. İçine tıkıştırılmış yatakla masanın arasından zar zor geçilebiliyordu. Yeteri kadar rahattı ama insanın olmak isteyeceği türden bir yer değildi. Bu yüzden ben de oturma odasında ya da mutfak masasında rahatsız ve bitkin bir şekilde oyalanıyordum. Her şeyin, aklımın bile kontrolünü kaybetmiştim.
10 Temmuz 2013 Çarşamba
Sabah
Hava ısınıyordu. Saat neredeyse sekiz buçuk olmuştu ve gün çoktan bunaltıcı bir hal almış, hava nemden ağırlaşmıştı. Fırtına çıkmasını dilesem de gökyüzü cüretkâr bir şekilde boş, açık ve su mavisiydi. Üst dudağımdaki teri sildim. Bir şişe su almayı unuttuğum için pişman olmuştum.
O sabah Jason ile Jess’i göremediğim için büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Bunun aptalca olduğunu biliyordum. Eve pürdikkat bakmama rağmen görünürde bir şey yoktu. Aşağı katın perdeleri açık ama çift kanatlı kapı kapalıydı ve güneş ışığı cama yansıyordu. Yukarıdaki sürme pencere de kapalıydı. Jason işe gitmiş olabilirdi. Sanırım doktordu ve muhtemelen denizaşırı organizasyonlardan birinde çalışıyordu. Devamlı göreve hazırdı, gardırobun üstünde hazır bekleyen bir çanta vardı; İran’da deprem ya da Asya’da tsunami olunca her şeyi bırakıp çantasını alarak saatler içinde soluğu uçup hayat kurtarmak üzere Heathrow’da alıyordu.
Jess ise çarpıcı baskıları, Converse ayakkabıları, bütün güzelliği ve nezaketiyle moda sektöründe çalışıyordu. Ya da belki müzik veya reklam sektöründe. Stilist ya da fotoğrafçı olabilirdi. Aynı zamanda sanatsal yetenekle dolu, başarılı bir ressamdı. Şimdi onu açık penceresinden bangır bangır müziğin yayıldığı yukarıdaki hobi odasında, elinde bir fırçayla ve duvara yaslanmış kocaman bir tuvalle görebiliyordum. Akşam üzerine kadar orada kalacaktı; Jason onu çalıştığı zamanlarda rahatsız etmemesi gerektiğini biliyordu.
Elbette onu gerçekte göremiyordum. Resim yapıp yapmadığını ya da Jason’ın harika bir kahkahası olup olmadığını ya da Jess’in elmacık kemiklerinin güzel görünüp görünmediğini bilmiyordum. Buradan kemik yapısı da ayırt edilmiyordu ve Jason’ın sesini de hiç duymamıştım. Onları yakından hiç görmemiştim, ben yolun o tarafında yaşarken onlar orada oturmuyorlardı. O eve, ben iki yıl önce oradan taşındıktan kısa bir süre sonra taşınmışlardı, tam tarihini bilmiyordum. Sanırım onları ilk fark edişim yaklaşık bir yıl önceydi ve aylar geçtikçe, gitgide benim için önem kazanmaya başladılar.
İsimlerini de bilmediğim için onlara benim isim vermem gerekmişti. Jason, çünkü İngiliz film yıldızları gibi yakışıklıydı, Depp’e ya da Pitt’e değil, Firth’e ya da Jason Isaacs’e benziyordu. Jess de Jason ile uyumluydu ve ona da yakışıyordu. Güzel ve umursamaz tavrına uyuyordu. Onlar bir çift, bir takımdı. Mutlu olduklarını tahmin ediyordum. Benim eski halim gibi, beş yıl önceki Tom ve ben gibiydiler. Kaybettiğim şey onlardaydı, istediğim her şeye sahiptiler.
Akşam
Düğmeleri göğsümü geren, rahatsız edici derecede dar gömleğimin koltuk altlarında ıslak lekeler oluşmuştu. Gözlerim ve boğazım ağrıyordu. Bu akşam yolculuğun uzamasını hiç istemiyordum; eve gitmek, soyunup duşa girmek, beni kimsenin göremeyeceği bir yerde olmak istiyordum.
Karşı koltukta oturan adama baktım. Benim yaşlarımda, otuzlarının başlarında ya da ortasındaydı, saçları koyu renkliydi ve şakaklarına doğru beyazlaşıyordu. Benzi soluktu. Üzerinde takım elbise vardı ama ceketini çıkarıp yanındaki koltuğa fırlatmıştı. Önünde açık duran MacBook’u kâğıt gibi incecikti. Yavaş yazıyordu. Sağ bileğinde geniş yüzeyli gümüş bir saat vardı. Pahalı gibi görünüyordu, Breitling olabilirdi. Yanağını yiyordu. Gergin gibiydi. Belki de sadece derin düşünüyordu. Belki New York’taki ofiste bulunan bir iş arkadaşına önemli bir e-posta ya da kız arkadaşına sözcüklerini dikkatli seçtiği bir ayrılık mesajı yazıyordu. Aniden kafasını kaldırıp baktığında göz göze geldik; bakışları üzerimde ve önümdeki masada duran küçük şarap şişesinde gezindi. Başka tarafa döndü. Tiksintinin okunduğu dudaklarının kapanışında bir şey vardı. Beni tiksinç bulmuştu. Eskisi gibi değildim. Artık arzu edilmiyordum, iticiydim.
Bunun tek nedeni kilo almam ya da yüzümün içkiden ve uykusuzluktan şişmesi değildi; sanki insanlar yüzümden, kendimi tutma ve hareket etme şeklimden üstüme yazılmış hasarı okuyabiliyorlardı.
Geçen hafta bir gece, bir bardak su almak için odamdan çıktığım sırada Cathy’nin erkek arkadaşı Damien ile oturma odasında konuştuklarını duymuştum. Koridorda durup kulak kabarttım. “Kız yalnız,” diyordu Cathy. “Onun için gerçekten endişeleniyorum.” Sonra, “İşten ya da ragbi kulübünden falan kimse yok mu?” diye sordu. Damien ise, “Rachel için mi? Cath, dürüst olmak gerekirse o kadar çaresiz durumda olan kimseyi tanımıyorum,” demişti.
11 Temmuz 2013 Perşembe
Sabah
İşaret parmağımdaki yara bandını didikliyordum. Bu sabah kahve fincanımı yıkarken ıslanmıştı; yapış yapıştı ve kirlenmişti. Oysa henüz bu sabah temizdi. Kesik derin olduğu için çıkarmak istemiyordum. Eve vardığımda Cathy dışarıdaydı ve ben de içki almaya gidip iki şişe şarapla geri dönmüştüm. İlkini içtikten sonra dışarıda olmasından faydalanıp kendime biftek pişirmek, kırmızı soğan sosu hazırlamak ve yeşil salatayla birlikte yemek istedim. Güzel, sağlıklı bir yemek olacaktı. Soğanları doğrarken parmağımın ucunu da kesiverdim. Temizlemek için banyoya gittikten sonra bir süreliğine uzanıp her şeyi unutmuştum ki saat on civarında uyanıp Cathy ile Damien’ı konuşurken duydum. Damien mutfağı bu şekilde bırakmış olmamın ne kadar iğrenç olduğunu söylüyordu. Cathy bana bakmak için yukarı çıktı, kapıma nazikçe vurdu ve hafifçe açtı. Kafasını içeri uzatıp iyi olup olmadığımı sordu. Ne için olduğunu tam bilmesem de özür diledim. Sorun olmadığını ama biraz temizlik yapıp yapamayacağımı sordu. Kesme tahtasında kan vardı, mutfak çiğ et kokuyordu, biftek hala tezgâhtaydı ve griye dönmüştü. Damien beni görünce merhaba bile demeden yalnızca başını iki yana sallayarak yukarı çıktı, Cathy’nin yatak odasına girdi. İkisi de yatağa gittikten sonra ikinci şişeyi içmediğimi hatırlayıp hemen açmıştım. Koltuğa oturup duymasınlar diye sesi çok kısarak televizyon izledim. Ne izlediğimi hatırlayamıyorum ama bir an kendimi yalnız ya da mutlu ya da öyle bir şey hissetmiş olmalıyım ki, biriyle konuşmak istedim. Birileriyle temas kurma ihtiyacı ağır basmıştı ve Tom dışında arayabileceğim kimse yoktu.
Tom dışında konuşmak istediğim kimse yoktu. Telefonumdaki arama kaydı onu dört kez, saat 11.02’de, 11.12’de, 11.54’te ve 12.09’da aradığımı söylüyordu. Aramaların uzunluğuna bakacak olursam, iki mesaj bırakmıştım. Telefonu açmış bile olabilirdi ama onunla konuştuğumu hatırlamıyordum. İlk mesajı bıraktığımı hatırlıyordum; galiba yalnızca beni aramasını istedim. Her iki mesajda bunu söylemiş olabilirdim ve bu da o kadar kötü değildi.
Tren kırmızı ışıkta titreyerek durunca kafamı kaldırıp baktım. Jess verandasında oturmuş, bir fincan kahve içiyordu. Ayaklarını masaya koymuştu ve başını arkaya yaslayarak güneşleniyordu. Arkasında yavaşça hareket eden birinin gölgesini gördüğümü düşündüm: Jason. Onu görmeyi, yakışıklı yüzünün ışıltısını yakalamayı diliyordum. Dışarı çıkmasını, hayalimdeki gibi Jess’in arkasında durmasını, başını öpmesini istiyordum.
Dışarı çıkmadı ve Jess’in başı öne düştü. Bugünkü hareketlerinde farklı görünen bir şey vardı; daha ağır ve bitkindi. Jason’ın onun yanına gelmesini istiyordum ama tren sallanıp ilerlemeye başladı ve hala görünürde yoktu; Jess yalnızdı. Şimdi de hiç düşünmeden kendimi doğrudan eve bakarken buldum ve gözlerimi kaçıramadım. Çift kanatlı kapı ardına kadar açıktı ve ışık mutfağa süzülüyordu. Bunu gerçekten görüyor muydum, yoksa hepsi bir hayalden mi ibaretti, bilmiyordum ama Jess gerçekten orada, lavaboda bulaşık mı yıkıyordu? Mutfak masasının üstünde, sallanan bebek sandalyesinde oturan küçük bir kız var mıydı?
Gözlerimi kapadım ve karanlığın büyüyüp yayılarak mutsuzluk hissinin daha da kötü bir şeye dönüşmesini bekledim: bir anı, geçmişe bir dönüş. Ondan yalnızca beni aramasını istememiştim. Şimdi hatırlamıştım, ağlıyordum. Onu hala sevdiğimi, her zaman da seveceğimi söylemiştim. Lütfen, Tom, lütfen, seninle konuşmam gerek. Seni özledim. Hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır.
Kabullenmem gerekiyordu, aklımdan uzaklaştırmaya çalışmamın bir anlamı yoktu. Bütün gün kendimi berbat hissedecektim, karın boşluğumdaki bu sancı, utancın verdiği acı, yüzümü basan ateş dalga dalga gelecekti: önce güçlü, sonra zayıf, sonra yeniden güçlü. Sanki her şeyi silebilecekmişim gibi gözlerimi sıkmıştım. Ve bütün gün kendime, en kötüsünün bu olmadığını söyleyip duracaktım. Yaptığım en kötü şey bu değildi, herkesin ortasında yere düşmek ya da sokaktaki bir yabancıya bağırmak gibi değildi. Yazın barbekü yaparken kocamı, arkadaşlarından birinin karısına hakaretler ederek aşağılamak gibi değildi. Bir gece evde kavga ederken ona golf sopasıyla saldırıp bu sırada koridor duvarının da sıvasını kaldırmak gibi değildi. Üç saatlik bir öğle yemeğinden sonra işe geri dönüp herkesin bakışları altında ofise sendeleyerek girmek gibi değildi. Martin Miles beni kenara çekip, Bence şimdi eve gitsen iyi olacak Rachel, demişti. Bir keresinde, Londra’nın kalabalık bir ana caddesinde, biraz önce restoranda tanıştığı iki farklı adama oral seks yaptığını anlatan eski bir alkoliğin yazdığı bir kitap okumuştum. Onu okuyunca o kadar da kötü olmadığımı düşünmüştüm. Sınırımı orada çizmiştim.
Akşam
Bütün gün, bu sabah gördüklerim dışında hiçbir şeye odaklanamadan sadece Jess’i düşünüp durmuştum. Yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğuna inanmama neden olan neydi? Uzaktan yüzündeki ifadeyi görmem mümkün olmamıştı ama ona baktığımda tek başına olduğunu hatta yapayalnız olduğunu hissetmiştim. Belki de öyleydi, belki de Jason evde yoktu, hayat kurtarmak için tehlikeli ülkelerden birine gitmişti. Ve Jess onu özlüyor, her ne kadar gitmesi gerektiğini bilse de onun için endişeleniyordu.
Tabii ki onu özlüyordu, tıpkı benim gibi. O nazik ve güçlüydü, bir kocada olması gereken her şeye sahipti. Üstelik bir birliktelikleri vardı. Bunu anlayabiliyordum, öyle olduğunu biliyordum. Gücü, yansıttığı koruyuculuğu Jess’in zayıf olduğunu göstermiyordu. Onun da güçlü olduğu taraflar başkaydı; Jason’ın ağzını hayranlıktan açık bırakan entelektüel sıçramaları vardı. Bir sorunun özünü kesip parçalara ayırarak başka insanların günaydın deme hızında analiz edebiliyordu. Partilerde Jason, Jess’in elini yıllardır birlikte olmalarına rağmen bırakmıyordu. Birbirlerine saygı duyuyor, küçümsemiyorlardı.
Bu akşam kendimi bitkin hissediyordum. Tamamen ayıktım. Bazı günler kendimi öyle kötü hissediyordum ki, içmem gerekiyordu; bazı günler ise kendimi öyle kötü hissediyordum ki, içemiyordum. Bugün ise alkol fikri midemi altüst ediyordu. Ama akşam treninde ayık olmak çok zordu, özellikle de şu an, bu sıcakta. Tenimin her santimetresini bir ter tabakası kaplamıştı, ağzımın içi karıncalanıyor, gözlerim acıyordu ve ovuşturduğumda bütün maskara kenarlara bulaşmıştı.
Çantamın içindeki telefonum vızıldayınca yerimden sıçradım. Vagonun öteki tarafında oturan iki kız önce bana, sonra birbirlerine bakıp sinsice gülümsediler. Hakkımda ne düşündüklerini bilmesem de iyi şeyler olmadığını tahmin edebiliyordum. Telefona uzanırken kalbim göğüs kafesimde küt küt atıyordu. Bunun da iyi bir arama olmadığını biliyordum: Bu akşam içkiye bir ara vermemi isteyecek olan Cathy olabilirdi. Ya da haftaya Londra’da olacağını, ofise uğrayacağını ve öğle yemeğine çıkabileceğimizi söyleyecek olan annemdi. Ekrana baktım. Arayan Tom’du. Yalnızca bir saniyelik tereddütten sonra telefonu açtım.
“Rachel?”
Onu tanıdığım ilk beş yıl, hiçbir zaman Rachel olmamıştım, her zaman için Rach’tim. Bazen Shelley diye seslenirdi çünkü bundan nefret ediyordum ve öfke içinde kıpırdanıp sonra onun kahkahalarına katılmadan edemediğim için kıkırdamaya başlamam onu güldürüyordu. “Rachel, benim.” Sesi kasvetliydi, yorgun bir hali vardı. “Bak, buna bir son vermen gerek, tamam mı?” Tek kelime etmedim. Tren yavaşlıyordu ve evin neredeyse önündeydik, eski evimin. Ona Dışarı çık, çimenlerde dur. Seni bir göreyim, demek istedim. “Lütfen, Rachel, beni böyle sürekli arayamazsın. Kendini toplamalısın.” Boğazıma çakıl taşı kadar sert bir yumru oturmuştu, pürüzsüz ve inatçıydı. Yutkunamıyordum. Konuşamıyordum. “Rachel? Orada mısın? İşlerin yolunda gitmediğini biliyorum ve bunun için üzgünüm, gerçekten ama… sana ben yardım edemem ve bu devamlı aramaların Anna’yı gerçekten üzüyor. Tamam mı? Sana artık yardım edemem. AA2‘ya falan git. Lütfen, Rachel. Bugün işten sonra bir AA toplantısına git.”
Pis yara bandını parmağımın ucundan çekip altındaki soluk, kırışmış ete baktım. Tırnağımın kenarındaki kan kurumuştu. Sağ elimin başparmağını kesiğin ortasına bastırınca yara açıldı, acı keskin ve güçlüydü. Nefes aldım. Yaradan kan sızmaya başladı. Vagonun öteki tarafındaki kızlar boş gözlerle beni izliyordu.
MEGAN
Bir yıl önce
16 Mayıs 2012 Çarşamba
Sabah
TRENİN GELDİĞİNİ duyabiliyordum; ritmini ezbere biliyordum. Northcote istasyonundan çıkarken hızlanıyordu, dönemeçten tıngırdayarak geçtikten sonra homurdanmaya başlayarak yavaşlıyordu. Bazen de evden iki yüz metre kadar önceki ışıkta durduğunda frenin tiz sesi duyuluyordu. Masada duran kahvem soğumuştu ama ben oldukça terlemiştim ve kalkıp bir kahve daha yapamayacak kadar tembeldim.
Bazen gelip geçen trenleri seyretmiyordum bile, yalnızca dinliyordum. Sabahları burada gözlerimi kapayıp oturuyordum, gözkapaklarıma değen sıcak güneş turuncu renkli oluyordu. Şu an başka bir yerde olabilirdim. İspanya’nın güneyinde, sahilde olabilirdim; İtalya’da, o güzelim rengârenk evlerin ve turistleri getirip götüren trenlerin bulunduğu Cinque Terre’de olabilirdim. Kulaklarımda martı çığlıkları, dilimde tuzla yeniden Holkham’da olabilirdim ve beş yüz metre uzaktaki paslanmış demir yolundan hayalet bir tren geçiverirdi.
Tren bugün durmuyor, yavaşça ilerliyordu. Tekerleklerin makasların üzerinde gıcırdadığını duyabiliyor, hatta neredeyse sarsıntısını bile hissediyordum. Yolcuların yüzlerini göremiyordum ve onların yalnızca masaların arkasına oturmuş Euston yolcuları olduğunu biliyordum ama hayal kurabilirdim, daha egzotik yolculukların, hattın sonundaki ve ötesindeki maceraların hayalini. Holkham’a yeniden gitme fikrini aklımın bir kenarına yazmıştım, bunu hala böyle sabahlarda bu kadar içten, bu kadar arzuyla düşünüyor olmam çok tuhaftı ama durum bundan ibaretti. Çimlerdeki rüzgâr, kumulların üzerindeki barut rengi gökyüzü, fareyle kaplanmış, mum, pislik ve müzikle dolup taşan çürük evler. Şu an bana rüya gibi geliyordu.
Kalbimin biraz fazla hızlı attığını hissedebiliyordum.
Basamaklardaki ayak seslerini duyabiliyordum, bana sesleniyordu.
“Bir kahve daha ister misin, Megs?” Büyü bozuldu, uyandım.
Akşam
Rüzgârdan üşüdüysem de martinime eklediğim iki parmak votka yüzünden ter basmıştı. Terastaydım ve Scott’ın eve gelmesini bekliyordum. Beni akşam yemeği için Kingly Caddesi’ndeki Italian’a götürmesi için onu ikna edecektim. Yıllardır hiç dışarı çıkmamıştık.
Bugün pek bir şey yapmamıştım. St Martins’teki mefruşat kursu için başvurumu halletmem gerekiyordu; başlamıştım da ama mutfakta çalışırken bir kadının çığlık çığlığa bağırdığını, korkunç sesler çıkardığını duydum ve birinin öldürülüyor olduğunu düşündüm. Koşup bahçeye fırladım ama hiçbir şey göremedim.
Kadının sesini hala duyabiliyordum, rahatsız ediciydi, kulaklarımı tırmalıyordu, gerçekten tiz ve çaresizdi. “Ne yapıyorsun? Ona ne yapıyorsun? Onu bana ver, onu bana ver.” Yalnızca birkaç saniye sürse de devam etmişti.
Yukarı koşup terasa çıktım. Ağaçların arasından birkaç bahçe yukarıdaki çitin kenarında iki kadın gördüm. Bir tanesi bağırıyordu -belki de ikisi birden bağırıyorlardı- ve avazı çıktığı kadar bağıran bir de çocuk vardı.
Aklıma polisi aramak geldiyse de sonrasında her şey sakinler gibi oldu. Bağırıp duran kadın evin içine, kucağında çocukla birlikte koştu. Diğeri dışarıda kaldı. Eve doğru koştu, tökezledi, doğruldu ve sonra bahçede volta atmaya başladı. Bu gerçekten tuhaftı. Neler olduğunu ancak Tanrı bilirdi. Ama haftalardır yaşadığım en büyük heyecan da bu olmuştu.
Artık gidecek bir galerim olmadığı için günlerim bomboş geçiyordu. Galerimi çok özlüyordum. Sanatçılarla konuşmayı çok özlüyordum. Hatta ellerinde Starbucks’larla devamlı gelip resimlere bakarak arkadaşlarına küçük Jessie’nin anaokulundayken bunlardan daha güzel resimler yaptığını söyleyen sıkıcı, kusursuz anneleri bile özlüyordum.
Bazen eskilerden birilerinin izini bulmayı denesem mi diye düşünüyordum ama onlarla ne konuşacaktım ki? Mutlu bir evlilik yapan banliyölü Megan’ı tanımayacaklardı bile. Zaten geriye bakma tehlikesine atılamazdım, bu her zaman kötü bir fikirdi. Yazın bitmesini bekledikten sonra iş arayacaktım. Bu uzun yaz günlerini harcarsam çok yazık olurdu. Burada ya da herhangi bir yerde bir şeyler bulacaktım, bunu biliyordum.
14 Ağustos 2012 Salı
Sabah
Kendimi gardırobun önünde, yüzüncü kez güzel giysi rafıma bakarken yakaladım. Bu, küçük ama modern bir sanat galerisinin yöneticisi için mükemmel bir gardıroplu. İçindeki hiçbir şey “dadılık” değildi. Allah’ım, bu sözcük bile midemi bulandırıyordu. Kot pantolon ve tişört giydikten sonra saçlarımı arkaya attım. Makyaj yapma zahmetine girmek bile istemiyordum. Bütün günümü bir bebekle geçirmek için güzelleşmenin ne anlamı vardı ki?
Çatacak yer ararcasına hızla aşağı indim. Scott mutfakta kahve yapıyordu. Gülerek bana dönünce ruh halim anında değişti. Somurtmamın yerini gülümseme aldı. Kahvemi uzatıp beni öptü.
Onu bu yüzden suçlamanın hiçbir anlamı yoktu, benim fikrimdi. Aynı cadde üzerindeki insanlara çocuk bakıcılığı yapmayı ben istemiştim. O zaman eğlenceli olabileceğini düşünmüştüm. Tamamen delilikti bu, gerçekten, kafayı yemiş olmalıydım. Sıkılmış, delirmiş, merak etmiş, görmek istemiştim. Galiba bu fikir aklıma onun bahçede bağırdığını duyduktan sonra gelmişti. Neler olduğunu öğrenmek istemiştim. Bunu tabii ki sormamıştım. Böyle bir şeyi soramazsın değil mi?
Scott beni cesaretlendirmişti. Teklifi yaptığımda havalara uçmuştu. Bebeklerle zaman geçirmenin beni sakinleştireceğini sanmıştı. Aslında tam tersi oluyordu; evlerinden çıkınca koşa koşa kendi evime geliyor, sabırsızlıkla giysilerimi çıkarıp duşa giriyor, üstümdeki bebek kokusundan kurtuluyordum.
Bakımlı, saçları yapılmış bir şekilde galeriye gidip yetişkinlerle sanat, film ya da herhangi bir konuda konuştuğum günlerimi özlüyordum. Hiçbir şey Anna ile ettiğim sohbetlerden daha kötü olamazdı. Tanrım, o kadın çok sıkıcıydı! Eskiden kendiyle ilgili konuştuğu zamanlar da olmuş olabilirdi ama artık tek konusu, çocuğuydu: Üşümüyormuş değil mi? Yoksa terlemiş mi? Ne kadar süt içmiş? Üstelik de sürekli evdeydi, o yüzden çoğu zaman kendimi yedek parça gibi hissediyordum. Benim işim Anna dinlenirken çocukla ilgilenmek, mola vermesini sağlamaktı. Ne molasıydı ki bu? Bir de çok gergindi. Sürekli dolanıp durduğu, kıpırdandığı için varlığını hissettiriyordu. Ne zaman bir tren geçse irkiliyor, telefon çaldığında yerinden sıçrıyordu. Ne kadar da hassaslar değil mi, diyordu ve bu konuda haksız olduğunu söyleyemezdim.
Evden çıkıp ağırlaşmış bacaklarımla Blenheim Caddesi’nden evlerine kadar elli metre kadar yürüdüm. Adımlarımı hızlandıramazdım. Bugün kapıyı Anna değil, kocası açtı. Tom takım elbise ve çizme giymiş, işe gitmeye hazırdı. Takım elbise içinde yakışıklı görünüyordu. Elbette Scott kadar değil, daha kısa, daha soluk tenliydi ve yakından bakıldığında gözleri birbirine biraz yakındı ama fena sayılmazdı. Bana o kocaman, Tom Cruise gülümsemesini gösterdikten sonra gitti. Ben, Anna ve bebek baş başa kalmıştık.
16 Ağustos 2012 Salı
Öğleden Sonra
İşi bıraktım!
Kendimi daha iyi hissediyordum, sanki (artık) her şey mümkündü.
Terasta oturmuş, yağmuru bekliyordum. Üzerimdeki siyah gökyüzü daireler çizip pikeler yaparak her şeyi yutuyordu, hava nemden ağırlaşmıştı. Scott bir saat kadar sonra evde olacaktı ve ona söylemem gerekiyordu. Siniri yalnızca bir iki dakika sürecekti, gönlünü almasını bilirdim. Bütün gün evde oturmayacaktım: Bir süredir plan yapıyordum. Fotoğrafçılık kursuna gidebilir ya da bir tezgâh kurup mücevher satabilirdim. Yemek yapmayı öğrenebilirdim.
Okuldaki bir öğretmenim bana bir keresinde kendimi sürekli yeniden icat ettiğimi söylemişti. O sırada ne demek istediğini anlamamış, öylesine söylediğini sanmıştım ama artık bu fikir hoşuma gidiyordu. Kaçak, âşık, eş, garson, galeri yöneticisi, dadı ve birkaç tane daha. Peki yarın kim olmak istiyordum?
İşten gerçekten ayrılmak istemiyordum ama sözcükler bir anda dökülüverdi. Mutfak masasında oturuyorduk, Anna’nın kucağında bebek vardı ve Tom da bir şey almak için eve geri döndüğünden mutfaktaydı ve kahve içiyordu. Bu çok gülünçtü, orada olmamın hiçbir anlamı yoktu. Daha da kötüsü kendimi sanki davetsiz bir misafirmişim gibi kötü hissediyordum.
“Başka bir iş buldum,” dedim, pek düşünmeden. “O yüzden bu işi artık yapamayacağım.” Anna bana baktı, sanırım bana inanmamıştı. Sadece, “Ah, çok yazık,” dedi ama pek de samimi değil gibiydi. Rahatlamışa benziyordu. Bana işin ne olduğunu bile sormadı ve bu da beni rahatlatmıştı çünkü ikna edici bir yalan düşünmemiştim.
Tom biraz şaşırmışa benziyordu. “Seni özleyeceğiz,” dedi ama bu da bir yalandı.
Gerçekten hayal kırıklığına uğrayacak tek kişi Scott’tı, ona söyleyecek bir şeyler düşünmeliydim. Belki de ona Tom’un bana göz koyduğunu söyleyebilirdim. Bu her şeye son noktayı koyardı.
20 Eylül 2012 Perşembe
Sabah
Saat yediyi henüz geçmişti ve burası çok serindi ama bütün o yan yana dizilmiş yeşil ve soğuk, kendilerini raylardan kurtarıp her şeyi canlandıracak güneş ışığı dokunuşlarını bekleyen bu bahçeler çok güzeldi. Saatlerdir uyanıktım, uyuyamıyordum. Günlerdir uyumamıştım. Bundan nefret ediyordum, uykusuzluktan her şeyden daha çok nefret ediyordum. Burada öylece yatmıştım ve beynim dönüp duruyordu, tık, tık, tık, tık. Her yerim kaşınıyordu. Kafamı kazımak istiyordum.
Koşmak istiyordum. Üstü açık bir arabayla uzun yola çıkmak istiyordum. Arabamı kıyıya sürmek istiyordum, herhangi bir kıyıya. Sahilde yürümek istiyordum. Ben ve Ağabeyimle arabayla yolculuk yapıp duracaktık. Ben ile benim böyle planlarımız vardı. Yani, aslında çoğu Ben’in planıydı, tam bir hayalperestti. Motosikletle Paris’ten Côte D’Azur’e ya da ABD’ye gidip Pasifik kıyısına inecek, Seattle’dan Los Angeles’a gidecektik; Buenos Aires’ten Caracas’a Che Guevara’nın yolunu takip edecektik. Belki tüm bunları yapmış olsaydım, şimdi burada, ne yapacağımı bilmez halde olmazdım. Belki de tüm bunları yapsaydım, tam burada ve halimden tamamen memnun olurdum. Ama tabii ki yapamadım çünkü Ben Paris’e kadar gidemedi. Cambridge’e kadar bile gidemedi. A103‘da öldü, kafatası bir tırın tekerlekleri altında ezildi.
Onu her gün özlüyordum. Sanırım herkesten çok. Hayatımdaki, ruhumun ortasındaki en büyük boşluk oydu. Ya da belki de sadece bir başlangıçtı. Bilmiyordum. Tüm bunların Ben ile ilgili olup olmadığından emin değildim. Ya da her şeyin ondan sonra ve ondan beri olanlarla ilgili olup olmadığını bilmiyordum. Bildiğim tek şey, bir an her şey yolunda gidiyor, hayat güzelleşiyor ve hiçbir şeye ihtiyaç duymuyor, sonra bir anda uzaklaşmak için can atıyor, allak bullak, darmaduman oluyordum.
O halde terapiste gidecektim! Bu tuhaf olabileceği kadar zevkli de olabilirdi. Katolik olmanın, günah çıkarmaya gidebilmenin, yükünden kurtulmanın ve seni affettiğini, günahlarından arındırdığını, geçmişe sünger çektiğini söyleyen birinin olmasının her zaman çok eğlenceli olabileceğini düşünmüştüm.
Bu tabii ki tam olarak aynı şey değildi. Biraz gergindim ama son zamanlarda uyuyamamıştım ve Scott da benimle aynı durumdaydı. Ona tanıdığım insanlarla bu konuyu konuşmanın çok zor olduğunu düşündüğümü söylemiştim, seninle bile bunu konuşamıyordum. O da bana sorunun bu olduğunu, yabancılarla her şeyi konuşabileceğimi söylemişti. Ama bu çok da doğru değildi. Öyle her şeyi anlatamazdım. Zavallı Scott. Yarısını bile bilmiyordu. Beni o kadar çok seviyordu ki, içim acıyordu. Bunu nasıl beceriyordu, bilmiyordum. Kendi kendimi delirtecektim.
Ama bir şeyler yapmam gerekiyordu ve en azından bu biraz harekete geçmek gibiydi. Bütün planlarım -fotoğrafçılık kursu ve aşçılık dersleri- gerçekten düşününce biraz saçma geliyordu, sanki gerçek hayatı yaşamaktansa rol yapıyor gibiydim. Yapmam gereken bir şey bulmalıydım, reddedilemez bir şey. Bunu yapamazdım, yalnızca bir eş olamazdım. İnsanların hiçbir şey yapmadan nasıl öylece bekleyebildiklerini anlamıyordum. Erkeklerinin eve gelmesini ve onları sevmesini bekliyorlardı. Ya da kafalarını dağıtacak bir şeyler arıyorlardı.
Akşam
Bekletildim. Randevum yarım saat önceydi ve hala burada, bekleme odasında oturmuş, Vogue’un sayfalarını karıştırarak çekip gitmeyi düşünüyordum. Doktor randevularının uzadığını biliyordum ama ya terapistlerin? Filmler bana hep onların sizi otuz dakikanız sona erer ermez kapı dışarı ettiklerini öğretmişti. Galiba Hollywood, Devlet Sağlık Merkezi’ndeki terapistleri kastetmiyordu.
Tam danışmaya gidip yeterince beklediğimi, artık gideceğimi söyleyecekken doktorun ofisinin kapısı açıldı ve çok uzun, sırık gibi bir adam dışarı çıkarak özür dileyen gözlerle bakıp bana elini uzattı.
“Bayan Hipwell, sizi beklettiğim için çok özür dilerim,” dedi. Gülümseyip sorun olmadığını söyledim. O sırada gerçekten de sorun olmayacağını düşünmüştüm çünkü yalnızca bir iki dakikadır yanındaydım ve kendimi çoktan hafiflemiş hissediyordum.
Sanırım bunun nedeni sesiydi. Yumuşak ve alçaktı. Hafif aksanlıydı ki bunu bekliyordum çünkü adı Dr. Kamal Abdic’ti. İnanılmaz koyu bal rengindeki teniyle her ne kadar daha genç gösterse de, otuzlarının ortasında olduğunu tahmin ediyordum. Üstümde hayal edebildiğim ellere sahipti, parmakları uzun ve narindi, tenime değdiklerini neredeyse hissedebiliyordum.
Elle tutulur bir konuda konuşmadık, yalnızca giriş safhasını, tanışma faslını atlattık; bana sorunun ne olduğunu sorunca panik ataklarımdan, uykusuzluğumdan, geceleri uykuya dalmaktan korkarak öylece uzandığımdan bahsettim. Bu konuyu biraz daha açmamı istedi ama henüz hazır değildim. Uyuşturucu ve alkol kullanıp kullanmadığımı sordu. Ona bugünlerde başka günahlar işlediğimi söyledikten sonra gözlerinin içine baktım. Sanırım ne demek istediğimi anlamıştı. Sonra sanki konuya daha ciddi yaklaşmam gerektiğini hissettiğim için galerimin kapandığından ve kendimi sürekli boşlukta hissettiğimden, yönümü kaybettiğimden, aklımın içinde çok fazla zaman geçirdiğimden bahsettim. Pek konuşmuyor, yalnızca ara sıra cevap veriyordu ama konuşmasını duymak istediğim için giderken ona nereli olduğunu sordum.
“Maidstone,” dedi, “Kent’te. Ama birkaç yıl önce Corly’ye geri taşındım.” Sorduğum şeyin bu olmadığını biliyordu; kurnazca gülümsedi.
Eve vardığımda Scott beni bekliyordu, elime bir içki tutuşturdu, her şeyi öğrenmek istiyordu. Her şeyin yolunda gittiğini söyledim. Bana terapist hakkında sorular sordu: Onu sevmiş miydim, iyi birine benziyor muydu? İyiydi, dedim çünkü çok coşkulu görünmek istemiyordum. Ben hakkında konuşup konuşmadığımızı sordu. Scott her şeyin nedeninin Ben olduğunu düşünüyordu. Belki de haklıydı. Beni sandığımdan daha iyi tanıyor olabilirdi.
25 Eylül 2012 Salı
Sabah
Bu sabah erken uyanmıştım ama birkaç saat uyuyabilmiştim ve bu da son haftada bir ilerlemeydi. Yataktan çıktığımda kendimi neredeyse yenilenmiş hissediyordum ve terasta oturmak yerine yürüyüşe çıkmaya karar verdim.
Hiç farkına varmadan uzun süredir kendimi eve kapıyordum. Bugünlerde gittiğim tek yerler mağazalar, pilates derslerim ve terapistimdi. Bazen de Tara’ya gidiyordum. Geri kalan zamanlarımı evde geçiriyordum. Huzursuzlanmama şaşırmamak gerekti.
Evden çıktım, sağa döndüm ve sonra Kingly Caddesi’ne doğru sola saptım. The Rose adındaki barı geçtim. Oraya sık sık giderdik; neden artık gitmediğimizi unutmuştum. Aslında orayı çok sevmezdim, kırklı yaşların başında bir sürü çift sünger gibi içip daha iyi bir seçeneklerinin olup olmadığını görmek için etrafına bakarak cesaretleri var mı, merak ediyorlardı. Belki de oraya gitmeyi bu yüzden bırakmıştık çünkü bundan hoşlanmıyordum. Barı ve mağazaları geçtim. Uzaklaşmak istemiyordum, sadece bacaklarımı açmak için ufak bir tur atacaktım.
Erkenden, okul başlamadan, insanlar işe koşuşturmadan dışarı çıkmak çok güzeldi; sokaklar boş ve temizdi, gün olasılıklarla doluydu. Yeniden sola saptım ve sahip olduğumuz tek zavallı yeşil alan olan küçük oyun parkına doğru yürüdüm. Şu anda boştu ama birkaç saat içinde yeni yürümeye başlayan çocuklarla, annelerle ve bakıcılarla dolup taşacaktı. Pilatesten kızların yarısı, esnek rekabetçi vücutları ve Starbucks’larına sarılmış manikürlü elleriyle buraya gelip Sweaty Betty’ye doğru yola çıkacaktı.
Devam ederek parkı geçtim ve Roseberry Bulvarı’na doğru ilerledim. Buraya saparsam galerimin yanından geçecektim -bir zamanlar benim olan ve artık boş bir mağaza penceresinden ibaret olan galerinin- ama bunu yapmak istemiyordum çünkü hala biraz canımı yakıyordu. Başarılı olmak için çok çabalamıştım. Yanlış yer, yanlış zaman. Banliyöde sanata ihtiyaç duyulmuyordu, bu ekonomik durumda imkânsızdı. Onun yerine sağa dönüp Tesco Express’in ve emlakçıdan tanıdıklarımın gittiği diğer barın yanından geçerek dönüş yoluna geçtim. Artık uçuşan kelebekleri hissedebiliyordum, gerilmeye başlamıştım. Watsonlar’la karşılaşmak istemiyordum çünkü onları gördüğümde her zaman bir tuhaflık oluyordu; yeni bir işim olmadığı, onlarla çalışmaya devam etmek istemediğim için yalan söylediğim apaçık ortadaydı.
Ya da sadece Anna’yı gördüğümde bir tuhaflık oluyordu. Tom beni görmezden geliyordu. Ama Anna her şeyi kişiselleştiriyordu. Belli ki dadılıktaki kısa kariyerimin onun ya da çocuğunun yüzünden sonlandığını düşünüyordu. Her ne kadar çocuğun sürekli ağlayıp sızlaması onu sevmeyi zorlaştırsa da sorun o değildi. Her şey çok daha karmaşıktı ama tabii ki bunu ona açıklayamazdım. Her neyse. Sanırım kendimi eve kapatmamın nedenlerinden biri de Watsonlar’ı görmek istemememdi. İçimde bir parça taşınmalarını umut ediyordu. Anna’nın burayı sevmediğini biliyordum. O evden, eski karısının eşyaları arasında yaşamaktan ve trenlerden nefret ediyordu.
Köşede durup altgeçide baktım. Soğuğun ve nemin o kokusu her zaman tüylerimi diken diken etmişti. Bu, altındakileri görmek için kayayı ters çevirmek gibi bir şeydi: nem, kurtçuklar ve toprak. Bana çocukken bahçede oynayıp Ben ile birlikte göletin yanında kurbağa aradığımız zamanları hatırlatıyordu. Yürümeye devam ettim. Sokak temizdi – Tom’dan ve Anna’dan hiç iz yoktu- ve dramaya hiç karşı koyamayan tarafım aslında epey hayal kırıklığına uğramıştı.
Akşam
Scott arayıp geç saatlere kadar çalışacağını söylemişti ve bu haber hiç duymak istediğim türden değildi. Kendimi bütün gün huzursuz hissetmiştim ve hala da öyleydim. Rahatlayamıyordum. Eve gelip beni sakinleştirmesine ihtiyaç duyuyordum. Oysa gelmesine saatler vardı ve beynimde sürekli bir şeyler dönüyor, dönüyor, dönüyordu ve yine uykusuz bir gecenin beni beklediğini biliyordum.
Burada öylece oturup trenleri izleyemezdim. Çok gergindim. Kalbim, tıpkı kafesinden çıkmaya çalışan bir kuş gibi göğsümde çırpınıyordu. Parmak arası terliklerimi giyip aşağıya indim. Ön kapıya gidip Blenheim Caddesi’ne çıktım. Saat hemen hemen yedi buçuktu, işten eve dönen güruhtan geriye yalnızca birkaç kişi kalmıştı. Etrafta başka kimse olmasa da akşam yemeği için içeri çağırılmadan önce arka bahçelerinde oyun oynayarak yazın son ışıklarının tadını çıkaran çocukların çığlıklarını duyabiliyordum.
Cadde boyunca, istasyona doğru yürüdüm. Bir an yirmi üç numaranın önünde durup kapıyı çalmayı düşündüm. Ne söyleyecektim ki? Şeker bitmiş mi? Sohbet etmek istedim mi? jaluzileri yarıya kadar açıktı ama içeride kimseyi göremedim.
Köşeye kadar devam ettikten sonra pek düşünmeden altgeçide yürüdüm. Yarı yola vardığım sırada tren geldi ve epey gösterişliydi: Deprem gibiydi, vücudunuzun merkezinde hissedebiliyordunuz, kan akışınızı hızlandırıyordu. Yere baktığımda orada bir şey olduğunu fark ettim. Bu mor renkte, bollaşmış, çok kullanılmış bir tokaydı. Muhtemelen koşu yapan birinden düşmüştü ama nedense tüylerim diken diken oldu ve hızla gün ışığına geri çıkmak istedim.
Eve doğru yürürken yanımdan arabasıyla geçti, bir anlığına göz göze geldik ve bana gülümsedi.
“Trendeki Kız” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTrendeki Kız
- Sayfa Sayısı360
- YazarPaula Hawkins
- ISBN9786053754428
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2015
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Herhangi Bir Jude ~ Thomas Hardy
Herhangi Bir Jude
Thomas Hardy
Herhangi Bir Jude geç Victoria dönemi edebiyatının en önemli yapıtlarındandır. Thomas Hardy 1895 tarihli bu son romanında üniversiteye gidip âlim ve din adamı olma...
- En Karanlık Öpücük ~ Gena Showalter
En Karanlık Öpücük
Gena Showalter
BİRÇOK ERKEĞİ BAŞTAN ÇIKARDI… FAKAT HİÇBİR ZAMAN ARADIĞINI BULAMADI. BUGÜNE KADAR… Asırlardır hayatta olmasına rağmen Anya, anarşi tanrıçası, bugüne dek tutku denilen şeyi tatmamıştır....
- Limon Yapraklarının Kokusu ~ Clara Sanchez
Limon Yapraklarının Kokusu
Clara Sanchez
Otuz yaşındaki Sandra, erkek arkadaşından ve işinden ayrıldıktan sonra Costa Blancadaki bir köye sığınır. Hayatına yeni bir yön vermek ister ve bunu nasıl yapacağına...
Güzeldi