“Tam o anda içimde Tramp Steamer’a karşı sıcacık, dayanışma içeren bir sevgi doğmaya başladı. Sanki başına uğursuzluklar gelmiş kardeşimdi, insanların acımasızlığının ve hırsının kurbanıydı, ıstıraplarını dünyanın tüm denizlerinde sürükleyerek başına gelenlere tepki göstermek gibi inatçı bir iradeye sahipti.” Kendi merakımı tatmin etme niyetiyle değil de daha çok içe dönük ve duyarlı Bask ruhuna işkence eden hayaletlerini içinden söküp atması için ertesi gece bana öyküsünün sonunu anlatmasını rica ettim.
“Hikâyelerin, arkadaşım,” diye yanıt verdi bana, “sonu yoktur. Bu yaşadıklarım ben öldüğüm zaman sonlanacak ve kim bilir, belki de başka varlıklarda yaşamayı sürdürecek. Yarın sohbete devam ederiz.”
… ve bir koku, eski gemiden bir gürültü,
çürümüş tahtalardan ve paslanmış demirden
ve uluyan ve ağlayan yorgun makinelerden,
çarpıyor pruvaya, çiğniyor geminin böğrünü,
ağır ağır yiyor ağıtları, yutuyor uzaklıkları biteviye,
acı sudan bir gürültü yapıyor acı suda,
ve sürüklüyor ötelere o eski gemiyi eski sularda.
Pablo Neruda
Yük Gemisinin Hayaleti
Yeryüzünde Birinci Konaklama
(Çeviren: İsmail Aksoy)
Hep denize kavuşma umuduyla,
yolculuk ettiler ıstırapsız, dayanaksız
ve küllerini saklayacak kavanozları olmadan,
ideal acının altın limonunu dişleyerek.
Stéphane Mallarmé, Le Guignon
Tıpkı içimizden birinin yaşamının kavranması en zor dönemini anlatmasının sayısız yolu olduğu gibi bu hikâyeyi anlatmanın da bir sürü yolu var. Benim için olayların sonu saydığım noktadan başlamayı tercih ediyorum, ancak burası bir başkası için her şeyin başlangıcı da olabilir pekâlâ. Ayrıca olup bitenleri üçüncü kişinin ağzından anlatmayı denemem, onun o zamanlar yaşadıklarının başının sonunun ayırt edilebileceği anlamına da gelmez. Bu nedenle öyküyü kendi kişisel deneyimime ve bana uygun gelen zaman sırasına göre anlatmayı yeğliyorum. Yaptığım, bu tuhaf aşk hikâyesini anlatmanın en ilginç biçimi olmayabilir. Bu hikâyeyi dinlediğimden beri, başkalarının başından geçenleri anlatmakta üstat sayılan birisine1 aktarmak niyetindeyim ama bir türlü fırsat olmadı, ben de öykümü yazıya dökmeye karar verdim; dehlizlerde, çıkmazlarda, girdaplarda kaybolmak için bunu en yalın şekliyle yapmalıyım; bu öyküyü anlatırken ne o yollara sapmaya çalışmanın anlamı var ne de ona üstünlük kurmanın. Umarım beceriksizlik edip de öykünün büyüsünü bozmam. O aşkların kendine özgü, az rastlanır, ıstıraplı cazibesi, ne denli geçici ve imkânsız da olsalar, yüzyıllardır bizi etkisi altına alan, hiç bıkmadığımız, hiç tükenmeyen efsanelerden bir şeyler barındırır; Pyramus ve Thisbe, Marcel ve Albertine, Tristan ve Isolde’den bir şeyler.
Anlatacaklarımı başkahramanının ağzından dinlediğim için öyküyü kendi başına akıp gitmeye bırakmaktan ve yapabildiğimce yazıya aktarmaktan başka seçeneğim yok. Bunu benden daha yetenekli birisinin yapmış olmasını isterdim ama mümkün olmadı; yaşamımızın karışık ve gürültülü günleri buna olanak tanımadı.2 Beni okurlarımın sert eleştirilerinden kurtarmayacak olan bu mazereti bir kenara bırakıyorum. Eleştirmenler de gerisini halledecek ve âdetleri olduğu üzere günümüzü ele geçiren beğeniye son derece uzak bu satırların unutuşa teslim olmasını sağlayacaklardır.
Petrol şirketlerinin sektörel yayınlarında uzman yazarlarla birlikte bir kongreye katılmak için Helsinki’ye yolculuk etmem gerekti. Hiç canım istemeden gidiyordum. Kasım sonlarıydı ve Finlandiya’nın başkenti için yapılan hava tahminleri pek de iç açıcı değildi. Sibelus’un müziğine olan hayranlığım ve aşinalığımla Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yazarların en unutulmuşu Frans Eemil Sillanpää’nın bazı unutulmaz sayfalarıydı Finlandiya’yı tanıma merakımı besleyen. Ayrıca Vironniemi Yarımadası’nın en uç noktasından, sis olmayan günlerde, kiliselerinin altın kubbeleri ve binalarının muhteşemliğiyle tıpkı bir serap gibi St Petersburg’un göründüğü de söylenirdi. Daha önce hiç katlanmak zorunda kalmadığım cehennem gibi bir kışla karşı karşıya kalmama değecek başka bir şey de yoktu. Helsinki sıfırın altında kırk derecede, yarı saydam ve zarar verilmesi olanaksız bir kristalin içinde felç olmuş gibiydi. Yapıların her tuğlası, mermer benzeri bir karın altına gömülmüş parklarını çevreleyen demir parmaklıkların her köşesi, kamu binalarının her ayrıntısı, neredeyse tahammül edilemeyecek kadar keskin bir netlikle göze batıyordu. Sokaklarda dolaşmak hem ölüm tehlikesi içeren hem de çarpıcı estetik mükâfatlar sunan riskli bir serüvendi. Kongre arkadaşlarıma limanın en doğu ucundaki dalgakırana gitmek ve Yüce Petrus’un kentine bakmak niyetinde olduğumu ima edince bana hayatta kalmak için en küçük şansı bile olmayan sağduyusuzun biriymişim gibi baktılar. Zorunlu yemeklerden birinde, Finlandiyalı bir meslektaş, akılalmaz ölçüsüzlükteki önerim karşısında ihtiyatlı bir nezaketle beni karşılaşacağım tehlikeler konusunda uyardı. “O yerde,” diye açıkladı bana, “rüzgâr yoluna çıkacak her türlü engeli bir buz kütlesine dönüştürecek kadar sert eser. İstediği kadar kalın ya da koruyucu olsun, hiçbir palto işe yaramaz.” Ona sakin bir günde, kısa ömürlü ama parlak güneş yüzünü gösterdiğinde, kuzeyin bu uzak Venedik’ini görme hayalimi gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğimi sordum. Hava döndüğü anda beni otelime geri getirecek bir araç yanımda hazır beklediği sürece bunun mümkün olabileceğini söyledi. O mevsimde an meselesidir havanın değişmesi. Şirketimin Finlandiya temsilcileri bana bir otomobil sağlayacaklarını ve hava raporu güneşli bir günden söz ederse önceden haber vereceklerini söylediler.
Beklediğim fırsata umduğumdan çok daha önce kavuştum. İki gün sonra bir telefon aldım. Ertesi gün beni söz konusu yere götürmek için geleceklerini söylediler. Bizim şirketin hava durumu uzmanları sisin emaresinin bile görünmeyeceği üç saatlik güneş garantisi vermişler. Ertesi gün otomobil beni örnek olacak bir dakiklikle otelimin kapısından aldı. Kenti boydan boya katettik, eteklerindeki mendireklere kadar uzanan bulvardan geçtik. Sürücü Finceden başka dil bilmiyordu. İsveççe söylediğim dört sözcük onunla iletişim kurmama yetmedi. Kalévala’nın3 sayfalarından fırlama, eski Yunan ya da Roma’daki atlı araba sürücülerine benzeyen bu adamla konuşacak pek bir şeyim de yoktu. Daha uzun hayal ettiğim yol yirmi dakika sürdü sürmedi. Arabadan inince manzara ağzımı açık bıraktı. Havada mutlak bir şeffaflık vardı. Rıhtımın her vinci, kıyıdaki her saz, gerçekdışı bir sessizlikle koyun kıpırtısız sularını yaran her gemi öyle net bir oradalık sergiliyordu ki sanki dünya henüz kurulmuştu. Koyun öteki ucunda da akılalmaz bir yakınlıkta ve benzer bir netlikte, Peter Romanoff’un dâhiyane soylu hezeyanını gerçeğe dönüştürmek, Korkunç İvan’ın densiz arzusunu yerine getirmek için kurduğu kent görünüyordu. Beyaz yapılar, kiliselerin parlak kubbeleri, kan rengi granitten rıhtımlar, kanalların üzerindeki İtalyan stili muhteşem köprüler elimi uzatsam dokunacağım kadar yakındı sanki. Deniz Kuvvetleri’ne ait binanın cephesinde dalgalanan devasa kırmızı bayrak, beni oranlarının kusursuzluğu, başka bir âleme aitmiş gibi görünen yarı saydam varlığıyla son derece konuksever görünen bu sahneye ve âna ait olamayacak bir şimdinin saçmasapanlığına geri döndürdü. Asfaltı denizden ayıran granit duvara oturarak ayaklarımı suların çelik aynasının üzerine sarkıttım ve yaşamımda bir daha asla tekrarlanmayacağını bildiğim o mucizeyi seyre daldım. İşte ilk kez o zaman gördüm Tramp Steamer ’ı, bu hikâyede kendine özgü, tuhaf bir öneme sahip o varlığı. Küçük tonajlı kargo gemilerinin bu adla anıldığı bilinir, büyük taşıma hatlarından hiçbirine bağlı çalışmazlar, limandan limana yolculuk ederek nereye olursa olsun taşınacak yük ararlar; koşulları güvenilmez, durumları eğretidir ve tahmin edebileceğimizden çok daha uzun bir süre hüzünlü siluetlerini oradan oraya sürükleyerek kötü bir yaşam sürerler.
Yaralanmış bir kertenkelenin yavaşlığıyla aniden görüş alanıma girdi. Gözlerime inanamadım. Arka plandaki St Petersburg’un muhteşem görüntüsünün önünde kargo gemisi su çizgisine kadar varan kir ve gövdesindeki paslı yarıklarla manzaraya egemen oldu. Kumanda köprüsünün, güvertenin, tayfaya ve arada bir gemiye binen yolculara ayrılmış kamaraların bulunduğu bölüm çok eski bir tarihte beyaza boyanmıştı. Şimdi üzerindeki kir, yağ ve pastan oluşmuş tabakayla belirsiz bir renge bürünmüştü; sefilliğin, geri dönüşü olmayan çürüyüşün, çaresizce durup dinlenmeden kullanılmanın rengi. Makinelerinin ıstıraplı mırıltısı, her an sonsuza kadar susma tehdidi savuran pervanelerinin ahenksiz ritmiyle tümüyle gerçekdışı bir varlıktı ve önümden kayıp gidiyordu. Benim kendi gerçekdışı ve huzurlu manzaramda ilk planı işgal ederek hayran olmuş şaşkınlığımı tanımlaması çok güç bir şeye dönüştürdü. Denizlerin bu serseri süprüntüsünde bizim yeryüzündeki varlığımıza tanıklık eden bir yan vardı. Metal rengi suların üzerinde kayan, son çarların altın renkli ve beyaz başkentinin önünde daha da dikkat çekici bir hâle bürünen pulvis eris. 4 Yanı başımda Finlandiya kıyılarının ince, uzun, zarif binaları yükseliyordu. Tam o anda içimde Tramp Steamer ’a karşı sıcacık, dayanışma içeren bir sevgi doğmaya başladı. Sanki başına uğursuzluklar gelmiş kardeşimdi, insanların acımasızlığının ve hırsının kurbanıydı, ıstıraplarını dünyanın tüm denizlerinde sürükleyerek başına gelenlere tepki göstermek gibi inatçı bir iradeye sahipti. Körfezin içine doğru uzaklaşmasını izledim, fazla manevra yapmadan yanaşabileceği sessiz bir liman arıyordu belki de; hem de en ucuzunu. Pruvasında Honduras bayrağı asılıydı. Dalgaların sildiği adının son harfleri şöyle böyle okunuyordu: …CIÓN. İroniden çok acı bir alay neticesinde, bu yaşlı kargo gemisinin adının Alción5 olması hiç de olanaksız değildi. Yarısı yenmiş harflerin altında, pek de zorlanmadan bandırasını okudum: Puerto Cortés. Bu denizcilik işlerindeki kısıtlı deneyimim, karmaşık ve rezil ticaret ağı hakkında bildiklerim, böyle sefil ve derbeder bir Karayip gemisinin Kuzey Avrupa’nın en unutulmuş ve en uyumlu panoramalarından birinde karşıma çıkmasındaki çelişki hakkında cahil değerlendirmeler yapmamama yetecek kadardı neyse ki. Honduraslı kargo gemisi beni kendi
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTramp Steamer’ın Son Durağı
- Sayfa Sayısı96
- YazarAlvaro Mutis
- ISBN9786057496121
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Arıların Tarihi ~ Maja Lunde
Arıların Tarihi
Maja Lunde
Yarınlarımızın umudu sarı-siyah kanatlarda saklı… Norveçli yazar Maja Lunde’nin, 40’tan fazla ülkede 4 milyonu aşkın okura ulaşan çoksatanı Arıların Tarihi, küresel bir ekolojik felaketi odağına alırken dünya...
- Vaiz ~ Camilla Lackberg
Vaiz
Camilla Lackberg
“Buz Prensesi”nin kahramanları Patrik ve Erika, Fjällbacka cinayetlerini araştırmaya devam ediyorlar Kadın cinayetlerinin ardında yatan sırlar… İsveç’te 2005 yılında Yılın Yazarı Ödülü kazanan Camilla...
- Yağmurdan Sonra Avrupa ~ Alan Burns
Yağmurdan Sonra Avrupa
Alan Burns
İsimsiz bir anlatıcının dolaştığı Avrupa toprakları harap haldedir; hem coğrafi hem de ahlaki açıdan çarpıklaşmış, biçimsizleşmiştir. Anlatıcı mesafeli bir ilgiyle, asla umutsuzluğa ya da...