Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Tortu
Tortu

Tortu

Selçuk Baran

Selçuk Baran öyküleri yeniden okuruyla buluşuyor Selçuk Baran’ın yedi öykü kitabı daha önce Yapı Kredi Yayınları’ndan “Ceviz Ağacına Kar Yağdı” (2008) adıyla tek ciltte…

Selçuk Baran öyküleri yeniden okuruyla buluşuyor

Selçuk Baran’ın yedi öykü kitabı daha önce Yapı Kredi Yayınları’ndan “Ceviz Ağacına Kar Yağdı” (2008) adıyla tek ciltte toplanmıştı. Bütün öyküleri şimdi gözden geçirilerek, yazar fotoğraflarının bulunduğu kapaklarla ayrı ayrı basılıyor.

Selçuk Baran’ın öykü kitapları dizisinde yer alan “Tortu” (1984) beş öyküden oluşuyor: “Ablam”, “Arif Hikmet Bey”, “Konak”, “Zekiye”, “Tortu”.

Yalnızlık ve umutsuzluk dolu öykülerinde düşsel, şiirli bir hava yaratmakta başarı gösterdiği kabul edilen Selçuk Baran, Behçet Necatigil’den Vedat Günyol’a, Füsun Akatlı’dan Selim İleri’ye, Hulki Aktunç’tan İbrahim Yıldırım’a, İnci Aral’dan Behçet Çelik’e pek çok yazarın övgüyle üstünde durduğu, ancak günümüz okuru tarafından daha fazla keşfedilmeyi bekleyen bir yazar.

“İşte böyle… Kırmızı gül bile yetişmeyen, kadınları oya işlemek istemeyen bir kasabada oturuyorduk. Bazı bahçelerde hemencecik geçen pembe güller olurdu. Güzel kokarlardı ama koparıp su dolu bir bardağa koymaya gelmezdi; hemen yapraklarını dökerlerdi.”

*

Ablam

Ablam üç gecedir odama gelmiyordu. Nedenini merak ediyordum, üzülüyordum; hatta bir süre gelmesini bekliyor, gelmeyince çaresiz ışığı söndürüp yatıyordum ama uyku tutmuyordu bu kez;; gene de nedenini soramıyordum bir türlü. Bir türlü “neden gelmiyorsun artık,” diye soramıyordum ablama. Birbirimizi çok seviyorduk; birbirine bizim kadar yakın iki insan yoktu evimizde, belki de kasabada, tüm dünyada, ama ondan çekiniyordum. Birbirimizden hep çekinirdik zaten. Sevgimiz kökü toprağın çok derinlerinde, sağlam, hantal gövdeli bir ağaç değildi belki; ince, narin bir çiçekti. Tabii öyle olması hiçbir şeyi değiştirmezdi. Yeryüzünde yalnızca kalın gövdeli, köklü ağaçlar değerlidir, denemez. Böyle bir kural yoktur.

Kahvaltıda yüzüne bakıyordum ablamın. Bakışlarını benden kaçırıyordu. Acaba kurallara, gelenek-göreneğe çok bağlı olan, aşırılığı kınayan -her şeyi aşırı bulurdu ayrıca, halam mı yasaklamıştı odama gelip gitmesini? “Kocaman delikanlı oldu artık, çocuk değil. Kardeşin bile olsa, geceleri yanında ne işin var? Böyle sevgilere aklım ermez benim,” mi demişti? Pek sanmıyorum. Ablamla yakınlığımızı halam bile olağan karşılardı. Çünkü ciğerlerimden hastalanıp da uzun süre yatmak zorunda kaldığım günlerde bana ablam bakmıştı. Yatağını odama taşımış, yanımda uykusuz geceler geçirmişti. Annemiz ben altı yaşımdayken ölmüş. Ve bana dul bir kadın olan halam değil, ablam analık etmişti o zamandan beri.

Sonra ben iyileştim. Sait ağabeyimin çocukları oldu, ev kalabalıklaştı. Ağabeylerimle birlikte dükkânda çalışmaya başladım. Artık ablamla eskisi kadar sık beraber olamıyorduk. Belki birlikte olmamız da o kadar gerekli değildi artık. Belki konuşacak fazla sözümüz yoktu. Çünkü ikimiz de büyümüştük. Ben on altı yaşındaydım, o da yirmi. Yatmadan önce odama geliyordu. Ancak o zaman yalnız, baş başa kalabiliyorduk. Dediğim gibi konuşacak sözümüz de yoktu. Büyümek bize yaramamıştı. Birden hüzünlü insanlar oluvermiştik; ailemizin ve kasabamızın öteki insanlarına benzemiştik kısacası.

Hastalığım sırasında ben sırtüstü yatardım, o sessizce işini işlerdi.

“Çeyizin mi o senin?” diye sormuştum bir gün. Kıpkırmızı olmuş, cevap vermemişti. Ben onun kızarmasına aldırmadan sorularımı sürdürmüştüm. “Nedir o, kırlent mi?”

“Kırlenti ne bilirsin ki sen?”

“Bilirim elbette. Halamdan, yengemden filan duymuş olmalıyım.”

“Kırlent değil bu. Sehpa örtüsü.”

“Çiçeklerin hepsini mavi yapsaydın ya…”

“Örnek böyle ama.”

“Olsun. Çiçeklerin hepsi mavi mavi daha güzel görünecek… İstersen çiçeklerin bazılarını koyu mavi ya da lacivertle işleyebilirsin ama.”

“O kadar da işledimdi.”

“Yok canım, hepsi hepsi dört tane pembe var içlerinde.”

“Madem istiyorsun sökeyim.”

“Maviler daha güzel görünüyor da…”

“Peki, senin dediğin gibi olsun.”

Ablam tüm çeyizini benim başucumda oturduğu saatler boyunca işledi. Onun gergef, tığ ya da bir örtü üzerine eğilmiş ince yüzünü, hünerli ellerini seyretmekten büyük tat alıyordum. Yaptığı her işe karışmaktan da kendimi alamıyordum. O da sözümü dinliyordu. “Yıldız çiçeğinin yaprağı öyle olmaz ki…”

“Bunun yıldız çiçeği olduğunu da nereden çıkardın?” “Yıldıza benziyor. Çiçekler içinde ancak yıldız olabilir o.” “Ama örnekte bu yaprak var.”

“Olsun, sen gene de şunu bir dene bakalım.”

Ablam çiçeğin yaprağını değiştiriyordu hemen.

Tabii yalnızca iş işlemiyordu. Arada konuşuyordu. Konuşması beni çok eğlendirirdi. Çünkü konuşmalarında mantık yoktu. “Fatma’nın kedisi yavrulamış. Bir görsen, üç tane oğlan.” “Oğlan mı?”

“Evet.”

Betimleme yeteneği de yoktu. Kasabalı öteki kadınlar gibi uzun uzun konuşmayı, anlattıklarını vurgulamayı hiç bilmezdi. “Ee, yavruladılarsa yavruladılar, ne olmuş yani?” sorusunu karşılamak üzere de, baştaki cümleyle hiç ilgisi bulunmayan sözler eklerdi konuşmasına.

“Kırmızı erikler bir çıksın, bir çıksın Halim, sana hoşaf yapacağım. Zaten yakında açık hava sineması açılır.”

İki yıl geçti aradan, o kadar canlı değildi artık, öyle yüksek sesle soluğu kesiliverecekmiş gibi coşkuyla konuşmuyordu. Geceleri odama geldiğinde, yatağımın ucuna ilişiyor, ellerini kucağına koyuyordu.

Aslında bir derdi filan olmadığını dudaklarındaki belirsiz gülümsemeden anlıyordum.

“Ferit, hala dedi bugün bana. Bir sevindim ki… Acaba halam da, ona ilk kez hala dediğimde böyle sevinmiş midir? Ferit sana ne zaman amca diyecek dersin? Belki abi der sana. Çünkü çocuksun daha. İyi, çok iyi bir çocuk… Yakında iyi bir delikanlı olacaksın. Sinemaya gittin mi?”

İyi bir delikanlı olmanın ilk koşulunu belirleyecek gibi görünen sorusunda, son cümlelerinin iki yıl önceki coşkusu yoktu. Tek örnek değildi bu. İyi biliyordum. Son cümlelerine eskisi gibi önem vermiyordu artık.

“Bugün dolmayı ben sardım. Pek iyi saramadım ama; farkındasındır ya sen de… Neyse abim bir şey demedi. Yengem yüzüne baksam gülüverecekti. Kurbağalar mayısta mı ötmeye başlarlardı?”

Ama üç gündür odama gelmiyordu ve ben onun isteksizce de söylenmiş olsalar, son cümlelerini, son cümlelerinin özgürlüğünü, başı boşluğunu özlüyordum.

Dükkânda ağabeylerim de bir hoştular. Ya yok yere gülüyorlar ya da durup dururken öfkeleniyorlardı. Yengem de telaşlar içindeydi, eli ayağı birbirine dolanıyordu. Onların bu tuhaflıkları beni ilgilendirmiyordu ama. Ben yalnız ablamı düşünüyordum. Ablam odama uğramayalı tam beş gün olmuştu. Mustafa Abim beni azarladı, işe yaramadığımı söyledi. Zeytinyağı tenekelerinin yanına yanlışlıkla çiçekyağı koymuşum. Bence büyük bir hata sayılmazdı bu. Müşteriye zeytinyağı diye çiçekyağı satmadıktan sonra… O bağıra dursun, Sait Abim de,

“Kimsenin aldırdığı yok zaten,” dedi.

Kimler, neye, neden aldırmıyorlarmış soramadım, çünkü onun da öfkesi burnundaydı.

O akşam ablam odama geldi. Yüzü solgundu. Tabii beş gündür nerelerde olduğunu soracak değildim. Gelmişti ya sonunda, yeterdi. Eskisi gibi yatağımın ayak ucuna oturdu. Yalnız bu kez kucağına koyduğu elleri titriyordu, önüne bakarak konuştu.

“Beni boyacıların Rıfkı’ya, istemişler,” dedi. Durdu, yutkundu. “Olmaz, dedim. Oysa siz bilirsiniz demem gerekirdi. Ağabeylerim surat asıyorlar şimdi bana. Yengemle halam da çıkışıp duruyorlar. Demek ki onlar Rıfkı’ya varmamı istiyorlar.”

Sustu. Verdiği haber o kadar ilgilendirmemişti beni. Ama son cümlesini, Rıfkı’yla, ailemizle, evlenmekle hiç ilgisi olmayacak olan son cümlesini söylemeyi unutmuştu. Bu yüzden kaygılıydım. Ablamın başına ne gelmişti? Rıfkı’yla ablamı evlendirmek istemeleri önemli değildi. Sonuç olarak ablam ona varmayı reddetmişti ya… Ama neden böylesine umutsuzdu? Neden hâlâ susuyordu?

“Yol kıyısındaki kavakları kesiyorlarmış, duydun mu?” diye sordu birden. Rahat bir soluk aldım.

“Evet,” diye bağırdım sevinçle. “Ama merak etme, yerine yenileri dikilecek. Fidanlar ısmarlanmış bile.”

“Bak bu iyi işte. Tazecik fidanları severim ben. Hem ağaç dikme zamanına ne kaldı ki şurda? Beni yol kıyısına götürürsün değil mi? Kavakları nasıl dikiyorlar görmek istiyorum. Bugün yağmur yağacak.”

O gece rahat uyudum. Düşümde ablamı, yeni dikilen kavak ağaçlarına salıncak kurmuş, kolan vururken gördüm. Yüzü pespembeydi, gülüyor, çığlıklar atıyordu. Ben de, “korkma, düşmezsin, birşeycik olmaz,” diyordum ona.

Oysa ablamın yanakları pembeleşmedi. Daha da soldu gün geçtikçe. Gülmüyordu bile. Çocukları severken bile gülmüyordu. Rıfkı’ya varmak istemeyişi hiç de hoş karşılanmamıştı evde. Zavallıcığı sıkıştırıp duruyor olmalıydılar. Nesi vardı Rıfkı’nın bu kadar tamah edilecek? Kaypak diye adı çıkmıştı. Askerlik arkadaşı Remzi de hiç tutmazdı onu. Boyacılar bir zamanın iyi, yani varlıklı ailelerindenmiş. Şimdi eski zenginlikleri kalmadı ama varlıklı günleri görmüş geçirmiş babalar, amcalar sağ oldukça güçlü sayılıyorlar gene de. Ne var ki, eski günlerin şatafatlı anılarıyla bugünün tatsız gerçekleri arasında kararsızlar. Bu yüzden sinirli adamlar olup çıkmışlar. Yüksekten atmaya, içip içip kavga çıkartmaya bayılırlar.

Rıfkı bana kalırsa biraz aptaldır. Tavlada, pişpirikte hep yenilir. Üst üste mars olduğu çok görülmüştür. Yenilgilerinin acısını yeni baştan yenilmek, kahvede bulunan herkese çay üstüne çay ısmarlamakla geçiştirmeye çalışır: Onursuzdur.

İnce, hüzünlü, becerikli bir kızdı ablam. Belki güzel sayılmazdı ama altın gibi bir yüreği vardı. Ben altın gibi diyorsam öyledir; çünkü iyi tanırım ablamı. İşte böyle bir kızı dedeleri bir zamanlar zengindi diye kaypak, bön, onursuz, üstelik işsiz-güçsüz bir adama vermeye kalkışıyorlardı ağabeylerim.

Evin içindeki gerginlik bir ay sürdü. Bir pazar günü camdan bakıyordum. Pencerenin önünde sıralanmış çiçek saksılarına ilişti gözüm. Sardunyalar, küpeler solmuşlardı. Ablamın çiçekleri yani. “Ablaaa!” diye haykırıvermişim, “çiçeklerin solmuşlar!” “Evet,” dedi ve yutkundu. Gözlerinin çevresi kızardı. “Bırak ölsünler. Çiçeklerle uğraşacak değilim artık.”

Sonra ablamın ikide bir kediyi tekmelemek istediği günler oldu. Yoo, kediyi tekmelediğini söyleyemem. Böyle bir şeyi yapmaya asla kalkışmaz o. Ama Sarman ne zaman karşısına çıksa, ablamın sağ ayağı arkaya doğru gidip hız alıyor, kısa bir duraklamadan sonra öne, gene eski yerine geliyordu. Ve yüzünde sanki kediyi gerçekten tekmelemiş gibi bir pişmanlık, gene de kediye ya da bir başka şeye duyduğu, bir türlü yenemediği öfke, sonra -tuhaftır-bir rahatlama görülüyordu. Onu böyle yakaladığım zamanlar kızarmıyor, şaşırmiyor, kendince bir özür bulmuş gibi ilgisiz cümlelere sarılıyordu hemen.

“Sacit’in topu kaybolmuştu da…”

“Yağmur yeni sildiğim camları berbat etti, gördün mü? Ama önemi yok. Üzülmüyorum.”

Bir gün yengemin halama şöyle dediğini duydum:

“Sinir minir değil, kendini beğenmişlik derim ben buna. Rıfkı’yı istemedi. İyi, kendi bilir. Ama bir başkasını beğenecek mi bakalım? Yaşıtlarından bile doğru dürüst arkadaşı yok. Kızlarla bir araya gelince öyle oturuyor, ağzını bile açmadan. Herkes gülüyor, bin türlü hikâye anlatıyor, bizimki susuyor. Beni de hor görüyor. Hani bir gün patlayıvereceğim ama neyse, tatsızlık çıkmasın diye susuyorum. Evlenmeyecek, başımıza kalacak. Oysa biliyorsun ya, dükkânın durumu iyi değil. Kaç kişiyi geçindirir ki tek bir dükkân?”

Ablam, bir akşam odama geldiğinde damdan düşer gibi, “Artık oya işlemeyeceğim,” dedi, “Picamanın düğmesi düşecek ama şimdi elime iğne iplik almak istemiyorum. Belki yarın…..”

Bizim kasabada aslında oya işlemesini bile bilmezdi kadınlar. Böyle ince işlere ayıracak zamanları mı yoktu, hevesleri mi? Yürekleri öylesine kuruyup kalmış mıydı yoksa? Mal müdürünün annesi Hanife Teyze (güneyliydi onlar) oya işliyordu. Bir ablam heveslendi, oya işlemesini öğrendi ondan. Çok güzeldi yaptığı oyalar… Satın almak isteyenler çıkardı ama o oyalarını kimselere vermeye kıyamazdı.

“Neden artık oya işlemeyecekmişsin?” diye sordum.

“İlk öğrendiğim oyanın adı zararsızdı: Kelebek… Gerçi oya kelebeğe benzemiyordu ama güzeldi ya… Bu yıl derenin azalmayacağa benzer.”

suyu hiç

Bir süre pencereden baktı, akarsuyun sesini dinledi. “Sonra unutma beni’yi öğrendim,” diye sürdürdü konuşmasını. “Nişanlı kızların oyasıymış bu, ya da sözlülerin. Sonra yar ardına baktıran, dedi Hanife Teyze. O zaman neden bilmem ağlamak istedim. Hanife Teyze sesini çıkartmadan önüme bir sürü oya serdi, öyle güzeldiler ki, bu kez sahiden ağladım. Hanife Teyze ağladığımı görmüyor muydu neydi, yüzüme bile bakmadan oyaların adlarını saydı bir bir. Aslında çiçeklerle, oyalarla ilgisi yoktu bu adların… Hatta ayıp şeylerdi. Şimdi öldürsen söylemem o adları… Ağzıma bile alamam. Ama o gün yüzüm kızarmadı. Utanmam gerekirdi, utanmadım. Yalnızca ağlıyordum. Hanife Teyze ağlamama aldırmadan boyuna konuşuyordu. Boyuna o çok güzel, o çok ayıp adları sıralıyordu. Oyalar öyle güzel, öyle güzeldi ki Halim! Acaba ayıp sandığımız şeylerin hepsi de güzel midir sence?.. Söylesene… Bizim kasabada neden hiç al güller açmaz?”

“Bırakmasan daha iyiydi,” dedim. “Oyaları söylüyorum.”

“Yok, yok… Dayanamazdım sonra. Sözgelimi çayır-çimen işliyorsun. Oyanın biri bitiyor, öteki başlıyor. Elinde koyu yeşil iplik, açık yeşil boncuklar… Oh, ne güzel çayırlık, çimenlik, diyorsun. Çıplak ayaklarla otlara basmak… koşmak koşmak… Ama oya bitiyor, hiçbir şey olmuyor, ötekine başlıyorsun. Gene bir şey olmuyor. Bütün çevre bitiyor sonra. Sen yalnız istediğinle kalıyorsun. Hem nerde çayır, nerde çimen? Hani nerde? Oya işlemezsen aklıma ne çayırlar

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıTortu
  • Sayfa Sayısı104
  • YazarSelçuk Baran
  • ISBN9789750847288
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Anaların Hakkı ~ Selçuk BaranAnaların Hakkı

    Anaların Hakkı

    Selçuk Baran

    Selçuk Baran’ın ikinci öykü kitabı “Anaların Hakkı” (1977) 1978 Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülmüştü. Dokuz öyküden oluşan kitapta Selçuk Baran çaresizliklerin, umutsuzlukların, acıların...

  2. Bozkır Çiçekleri ~ Selçuk BaranBozkır Çiçekleri

    Bozkır Çiçekleri

    Selçuk Baran

    İşinde, bodrumdaki odasında, üzerinde yükselen bütün katların ağırlığını duyuyor, boğulacağını sanıyordu. Üst katlarda odası olmayacaktı hiçbir zaman. Hayri Bey emekliye ayrıldıktan sonra onun yerine...

  3. Yelkovan Yokuşu ~ Selçuk BaranYelkovan Yokuşu

    Yelkovan Yokuşu

    Selçuk Baran

    Selçuk Baran’ın öykü kitapları dizisinde yer alan “Yelkovan Yokuşu” (1989) yedi öyküden oluşuyor: “Yelkovan Yokuşu”, “Değirmen”, “Bozacıda”, “Öğle Saatleri”, “Rose Bonbon”, “Bakırçalığı”, Eğrelti Yeşili”....

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Hayaletten Mektuplar ~ Mavisel YenerHayaletten Mektuplar

    Hayaletten Mektuplar

    Mavisel Yener

    Babasının işi nedeniyle yaşadığı kentten ayrılmak zorunda kalan Fidan, can arkadaşı Meltem’le mektuplar aracılığıyla dertleşip hasret giderirken, bir başka kentte Alper, Almanya’da yaşayan dayısı...

  2. Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu ~ Haldun TanerŞişhane’ye Yağmur Yağıyordu

    Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu

    Haldun Taner

    Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’da, Behçet Necatigil’in deyişiyle, “Olayları rintçe bir bakışla gülünç taraflarından alan, kıvrak, sürprizli, esprili bir üsluba aktaran” Haldun Taner’in unutulmaz öykülerinden dokuzu...

  3. Beyoğlu Çığlıkları ~ Murat TuncelBeyoğlu Çığlıkları

    Beyoğlu Çığlıkları

    Murat Tuncel

    “Temizliğe gittiğim evlerden birkaç kuruş alıyordum, ama ev sahiplerinin beni takip etmesi canımdan bezdiriyordu. Kimisi, bir şey almayayım diye arkamdan gezerdi. Kimisi de, işimi...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur