Cengiz Aytmatov, Toprak Ana romanında erkekleri askere alınan bozkırın ortasındaki bir Kırgız köyünde geride kalanların çektiği sıkıntıları anlatıyor. Eldeki yetersiz yiyeceğin muhtaç olandan başlanarak dağıtılması, dört gözle beklenen hasat zamanları, umutların hasat zamanına ertelenmesi, savaş yüzünden ürünün hemen hepsinin merkezden istenmesi, boşa çıkan umutlar, yine açlık, sefalet, bir yandan cepheden gelen ölüm haberleri, umutsuz bekleyişler, savaşın uzun sürmesi üzerine aşağı çekilen cepheye çağrılma yaşı, anaların evlatlarını bir bir askere göndermesi, ayrılıklar, gözyaşları… Yani tek kelimeyle ve bütün zulmetiyle; savaş. Cengiz Aytmatov, o her zamanki berrak ve akıcı üslûbuyla bizleri, adeta insanları öğütür gibi harcayan savaş düzeneğinin yarattığı trajedilerle sarsıyor.
-I-
Babam Törekul Aytmatov,
Bilmiyorum mezarın nerededir,
Bunu sana sunuyorum.
Anam Nahima Aytmatova,
Biz dört kardeşi sen yetiştirdin,
Bunu sana sunuyorum.
ÜzerInde yeni yıkanmış beyaz entarisi ve koyu renkli beşmenti, başında beyaz yazmasıyla, bir ana, biçilmiş tarlaların arasından geçen yolda ağır ağır ilerliyor. Yanında-yakınında kimsecikler yok. Yaz bitmiş, tarlalarda çalışanlar gitmiş. Kırlarda yankı yankı yayılan insan sesleri yok artık. Yollarda bulut bulut toz kaldıran kamyonlar ve biçerdöverler de yok. Sürüler henüz anızlara salınmamış. Uzakta, boz renkli büyük yolun ötesinde, sonbahar bozkırı gözalabildiğine uzanıyor. Gökyüzünü, bir yerlerden akıp gelen mavimsi bulutlar kaplamakta. Sessizce tarlalara yayılan rüzgâr, hasır sazlarına, sayar gibi tek tek dokunup geçiyor, ölü yaprakları dereye doğru sürüklüyor. Sabahleyin her yeri çiy kaplayınca, dereden otların kokusu yayılır çevreye. Hasattan sonra toprak dinlenmektedir. Çok geçmeden kötü havalar başlayacak, yağmurlar dinmeden yağacak, sonra ilk kar yere düşecektir. Daha sonra da fırtınalar, boralar… Ama şimdilik böyle bir şey yok. Her şey sessiz, sakin görünüyor.
Yaşlı anayı hiçbir şey rahatsız etmemeli. Bakın, işte, durdu. Yaşlılıktan kenarları iyice kırışmış gözlerle çevresine uzun uzun baktı: – Selamünaleyküm sevgili tarlam! dedi yavaş sesle. – Aleykümselam Tolgonay. Yine geldin demek? Görüyorum, biraz daha yaşlanmışsın, saçların bembeyaz olmuş. Aa, baston da kullanıyorsun artık. – Evet, güzel toprağım, yaşlandım. Ee, aradan bir yıl daha geçti ve sen bir hasat daha verdin. Biliyorsun, bugün “Ölenleri Anma Günü”. – Biliyorum ve seni bekliyordum Tolgonay, ama bu defa da yalnız geldin değil mi?
– Gördüğün gibi yalnızım, hep yalnız…
– Demek ona hiçbir şey söylemedin daha?
– Hayır söylemedim, söylemeye cesaret edemedim.
– Ya başkalarından duyarsa, biri istemeden ağzından
kaçırırsa?
– Niye söylesinler? Nasıl olsa, vakti gelince her şeyi öğrenecek. Hem artık büyüdü, başkalarından duyup öğrenebilir. Ama o benim için hâlâ küçük bir çocuktur ve bu yüzden ona gerçeği söylemekten çok, ama çok korkuyorum.
– Yine de insan gerçeği öğrenmelidir Tolgonay. – Biliyorum, biliyorum ama, nasıl söyleyeyim? Benim bildiğimi, senin bildiğini, başkalarının bildiğini, sevgili Toprak Anam, yalnız o bilmiyor. Bunu öğrendiği zaman ne olacak? Nasıl karşılayacak? Geçmişi nasıl yargılayacak? Aklıyla, yüreğiyle gerçeği olduğu gibi kabul etmesini bilecek mi? Ah bunu birkaç kelimeyle masal gibi, hikâye gibi kolayca anlatabilsem! Son zamanlarda bu konu hiç aklımdan çıkmıyor. Zaman akıp gidiyor ve hiçbir saat bir öncekine benzemiyor: Ecel her zaman kapımı çalabilir. Geçtiğimiz kış iyice hastalanıp yatağa düştüm ve o yataktan bir daha kalkamayacağımı, öleceğimi düşündüm. Aslında korktuğum şey ölmek değil. Ölümü, hiç şikâyet etmeden,direnmeden karşılayabilirim. Benim korktuğum, onun kim olduğunu söyleyecek vakit bulamamak, büyük sırrı ve gerçeği kendimle mezara götürmektir. İşte bunun için çok üzüldüğümü o anlamıyor bile.
Nereden bilecek? Tabiî bana acıyordu, benim için üzülüyor, hasta yattığım o günlerde okula gitmiyor, yatağımın etrafında dönüp duruyor, “Nineciğim, nineciğim, su getireyim ilacını içer misin? Üşüyor musun, bir şeyler daha örteyim mi üzerine?” diyordu. Ve ben, aklımdan çıkmayan gerçeği ona söyleme cesaretini bulamıyordum. Öyle saf, öyle içten bir çocuk ki! İşte, vakit geçiyor ve ben konuya nasıl gireceğimi hâlâ bilemiyorum. Belki yüz yol buldum ama sonunda hiçbirini beğenmedim. Olayları, bütün gerçeği ve hayatın manasını anlaması için ona yalnız kendisinden, kendi öz kaderinden değil, başka insanları, o başka insanların kaderlerini, kendimi ve benim çağımı, sonra seni sevgili Toprak Anam, bizim bütün hayatımızı anlatmam ve onun da anlaması gerekiyor.. hatta bisikletinden de söz etmeliyim.
Bütün kaygılardan uzak kalarak gezip tozduğu, binip okula gittiği o eski bisikletinden… Hiçbir şeyi unutmamalı, başka hiçbir şeyi katmamalıyım: Ne bir eksik, ne bir fazla. Hayat bizim hepimizi aynı teknede yoğurmuş, aynı yumağa sarmıştır. Ama yine de bu olayları anlamak için o olayların içinde yaşamış olmak ve onları ruhunda duymak gerek. İşte, durmadan düşünmemin sebebi budur. Ben görevimin ne olduğunu biliyorum. Bunu yapabilirsem ölünce gözlerim açık kalmayacak.
– Otur Tolgonay, ayakta durma, ayakların o kadar güçlü değil artık. Şu taşın üzerine otur da beraber düşünelim. Buraya ilk gelişini hatırlıyor musun? – Hayal meyal. O günden bu yana köprülerin altından çok sular aktı. – Hatırlamaya çalış, her şeyi tâ başından bir bir hatırla Tolgonay.
-II-
Evet, ilk gelişimi hayal-meyal hatırlıyorum. Küçücük bir çocukken hasat zamanı beni buruya getirirler, biçilmiş buğday saplarından oluşan bir yığının gölgesine oturturlardı. Ağlamayayım diye de elime bir dilim ekmek tutuştururlardı. Daha sonra biraz büyüyünce, yine burada, ekilecek tohumlara bekçilik etmeye başladım. İlkbaharda yaylaya çıkan sürüler buradan geçerlerdi. Çocukluğumun kaygısız, pek neşeli günleriydi o zamanlar. Hatırlıyorum: Sarı Vadi’den ilerleyen ve ardı arkası kesilmeyen sürüler, yeni otlaklar bulmak için serin yaylalarda dolaşırlardı hep. Düşünüyorum da, o yaşlarda çok aptalmışım doğrusu. Yılkı sürüleri bozkırdan bir çığ gibi ilerlerdi, önlerine çıkacak olsanız bir anda sizi ezip tozunuzu bile bırakmazlardı. Havalandırdıkları toz bulutu kilometrelerce uzar giderdi.
Ben sersem, onlar gelirken buğday demetleri arkasına saklanır, sonra, vahşi, küçücük bir hayvan gibi birden önlerine çıkar, onları ürkütürdüm. Atlar birden yön değiştirir ve çobanlar da başlardı beni kovalamaya: – Seni çalı saçlı yaramaz seni! Ama kolay değildi beni yakalamak. Arkların arasından kaçıp ellerinden kurtulurdum. Sırtlarına kırmızı boya çalınmış koyun sürülerinin buradan geçmeleri günlerce sürerdi. Koyunlar ayaklarıyla toprağı dolu gibi döver, ağır ve yağlı kuyruklarını toz-toprakta sürükler, durmadan akarlardı. Bu sürülerin çobanları pistiler, kalın ve boğuk sesliydiler. Sonra zengin ailelerin (köylerin) deve kervanları gelirdi. Bunların eyerlere bağlanmış tulumları kımız doluydu. Genç kızlar ve genç kadınlar en güzel elbiselerini giyer, bindikleri devenin yürüyüşüne göre sallana sallana, yemyeşil çayırlar ve dupduru ırmaklar üzerine yakılmış türküleri söylerlerdi.
Onlara bazen hayran hayran bakarken her şeyi unutur, uzun süre arkalarından koşardım. Sonra onlar gözden kaybolurdu ve ben kendi kendime “Ah benim de onlarınki kadar güzel fistanlarım, onlarınki gibi püsküllü başörtülerim olsa!” diye iç çekerdim imrenerek. O zamanlar yalınayak başıkabak küçük bir çocuktum daha. Babam tarım işçisiydi. Dedem, borçları yüzünden ırgat olarak çalışmaya başlamış. O zamandan beri bizim sülale toprakta çalışır durur. Hiçbir zaman ipekli fistanım olmadı ama büyüyünce güzel, albenili bir genç kız oldum. Gölgemi seyretmekten zevk alırdım. Sokakta yürürken arada bir gölgeme göz atar, kendimi aynadaymış gibi görür ve çok beğenirdim.
İşte öylesine tuhaf bir kızdım ben. Bir hasat mevsiminde Suvankul’la karşılaştığım zaman onyedi yaşındaydım. O yıl Suvankul, Yukarı Talas’tan bizim oraya çalışmak için gelmişti. Gözlerimi kapayınca onun o günkü halini çok iyi hatırlarım: Ondokuz yaşındaydı. Giyecek bir gömleği bile yoktu ve çıplak omuzlarının üzerinde eski bir beşment vardı sadece. Kızgın güneş tenini marsık gibi karartmıştı ve elmacık kemikleri bakır gibi, tunç gibi parlıyordu. İlk bakışta onu cılız, çelimsiz ve güçsüz sanırdınız. Oysa, güçlü omuzları, tunçtan dökülmüş gibi güçlü kolları vardı. Hiç kimse onun kadar hızlı çalışamaz, onun kadar iş üretemezdi.
Çok kolay, çok rahat biçerdi buğday saplarını. Onun yanından geçerken tırpanın başaklara çarparak çıkardığı hışırtıdan, biçilen sapların devrilirken çıkardığı yumuşak sesten başka bir şey duymazdınız. Bu yaradılışta insanlar vardır. Onları çalışırken görmek zevk verir insana. Suvankul işte onlardan biriydi. Ben de hızlı, çabuk biçen bir işçi olarak ün yapmıştım, ama onunla çalışırken hep gerilerde kalırdım. Çok defa Suvankul öne doğru epey uzaklaşırdı. Öyle zamanlarda durur, geriye, benim yanıma gelir, ona yetişmem için bana yardım etmek isterdi. Ben ise buna alınır, kızardım:- Kendi işine baksana sen, yardıma ihtiyacım yok benim! derdim. Hiç darılmazdı. Hafifçe gülümser ‘öyle olsun’ der gibi başını sallar, başka hiçbir şey söylemeden giderdi. Ona kızmam için hiçbir sebep yoktu. Ne aptalmışım! Her gün önce biz ikimiz işbaşı yapardık. Doğmakta olan güneşin kızıl aydınlığı yeni yeni yayılırken ve herkes henüz tatlı uykusundayken biz ikimiz buğday biçmek için yola koyulurduk. Suvankul köyün çıkışında her zaman beni bekler ve görünce de: – Geldin mi? derdi. Bensiz asla gitmeyeceğini bildiğim halde ona: – Senin çoktan gittiğini sanıyordum, diye cevap verirdim.
Sonra yanyana yola koyulurduk. Tan yeri pırıl pırıl parlar, önce dağların dorukları altın yaldızlar içinde kalır, sonra bozkırın hafif rüzgârı koyu mavi bir dalga gibi yüzümüze çarpardı. O yazın şafakları aslında bizim aşkımızdı. Hergün pırıl pırıl yeniden doğan aşkımızın şafakları. Birlikte yürürken gözümüzde bütün dünya değişirdi ve biz bir masal âleminde yüzerdik. Ve, her tarafı sürülmüş boz toprak, dünyanın en güzel tarlası olarak görünürdü bize. O sırada, önümüzden kalkan bir boz torgay da havalanırdı aydınlardan gökyüzüne doğru.
Çok yükseklere kadar çıkar, gökyüzünde bir nokta gibi görünür ve bir insan yüreği gibi çırpınarak mutlu mutlu ötmeye başlardı. – Bak, bizim torgayımız ötüyor! derdi Suvankul. Ne güzel değil mi? Bir torgayımız da vardı bizim! Hele o dolunaylı gece! Belki böyle bir gece bir daha hiç olmayacak. O gece biz ikimiz, geç vakitlere kadar çalışmak için tarlada kaldık. Ay bütün görkemiyle doğup, uzakları sınırlayan dağın tepesini aşınca, gökyüzünün bütün yıldızları gözlerini açtılar. Bütün yıldızlar bize bakıyordu sanki.
Biz, tarlanın kıyısında bir yerde, Suvankul’un beşmenti üzerine uzanmıştık. Ark kazılırken kenarına yığılmış yumuşak toprak bizim yastığımızdı ve yastıkların en yumuşağıydı. O gün orada geçirdiğimiz ilk gece oldu. Ondan sonra da hayatımız boyunca hiç ayrılmadık. Suvankul’un demir gibi ağır ve nasırlı elleri benim yüzümü, alnımı, saçlarımı okşarken yumuşacık gelirdi bana. Avuçlarında, kalbimin ateşli ve neşeli çarpışlarını duyar ve kulağına fısıldardım: – Suvan, mutlu olacağız değil mi? Cevap verirdi:
– Toprak ve su insanlar arasında eşit olarak paylaştırılınca, kendi tarlamız olunca, kendi tarlamızı sürüp eker, kendi ürünümüzü kaldırınca, biz de mutlu olacağız. İnsanın çok büyük bir mutluluğa ihtiyacı yoktur Tolgonay. Bir çiftçi için mutluluk, kendi tarlasını sürüp ekmek ve ürün almaktır.
Neden bilmem, bu sözler çok hoşuma gitti ve rahatladım. Suvankul’a sımsıkı sarıldım, sıktım, sıktım ve rüzgâr yanığı sıcak yüzünü uzun uzun öptüm. Sonra, arka girip yıkanarak, neşe içinde gülerek birbirimizin yüzüne su attık. Serin ve berrak suda, dağlardan esip gelen rüzgârın kokusu vardı. Sonra yine uzandık, elele tutuşarak yıldızları seyre koyulduk. Ne de çok yıldız vardı o gece! O aydınlık mavi gecede, bizim gibi toprak da mutluydu. O da bizim gibi sessizliğin ve serinliğin tadını çıkarıyordu. Tatlı bir huzur yayılıyordu bozkırdan. Arkta su şırıl şırıl akmaya devam ediyor, iyice açılmış yoncaların özsuyundan sarhoş oluyorduk. Bazen bozkırın kuru rüzgârlarına özgü sıcak bir nefes bize kadar ulaşıyor, tarlanın kıyısındaki başaklar hışırtılarla sallanıyordu. Böyle bir gece herhalde bir defa görünürdü. Gecenin tam ortasında gökyüzünü seyre daldım. Ve yukarıda Başak Burcu Yolunu, Samanyolu’nu gördüm. Gümüş parlaklığındaki serpintilerini yıldızların arasına yayarak ufuk boyunca uzanıyordu. Suvankul’un sözlerini hatırladım ve düşündüm ki, başak toplayıcı oradan elinde kocaman bir sepetle o gece geçmiş, o çok büyük kucağındaki sap ve samanı saça saça gitmişti.
Sonra birden bire kendi kendime şöyle dedim: Eğer hayallerimiz gerçekleşecekse, benim Suvankul’um, ilk biçtiği buğday saplarını tıpkı böyle kucaklayıp evimize getirecekti. Bu, onun biçtiği ilk buğday, ilk ürün olacaktı. Kucağında bu kokulu buğday saplarını taşırken, geçtiği yerlere döküp saçacak ve gerisinde parlak bir iz bırakacaktı.
Ben işte böyle hayaller kuruyordum ve yıldızların da benimle birlikte benim gibi hayal kurduklarını düşünüyordum. Her şeyin hayal ettiğim gibi olmasını dilerken, birden, bizi besleyen kara toprakla insanmış gibi, insan sözleriyle konuşmaya başladım: “- Kara toprak, sevgili Toprak Ana, hepimizi sinesinde barındıran sensin! Bizlere mutluluk vermeyeceksen neye yarar senin Toprak Ana oluşun? Dünyaya niçin geliyoruz? Biz senin çocuklarınız, bize mutluluk ver, bizi mutlu kıl Toprak Ana!” Sabahleyin uyandığımda yanımda Suvankul’u göremedim. Ne zaman kalktığını da bilmiyordum.
Herhalde çok erken kalkmış olmalı. Çevrem, yeni biçilmiş buğday yığınlarıyla doluydu. Buna darıldım doğrusu. Günün ilk saatlerinde onunla birlikte çalışmayı çok isterdim. – Suvankul, beni niye uyandırmadın? diye çıkıştım. Dönüp baktı. O sabahki halini hiç unutmam: Yarı beline kadar çıplaktı. Güçlü, yanık omuzları terden parlıyordu. Bakışlarında bir mutluluk sezmedim değil. Sanki tanımıyormuş gibi dalgın dalgın bakıyordu bana. Elinin tersiyle yüzünün terini sildi ve gülümseyerek cevap verdi: – Biraz daha uyumanı istedim.
– Ya sen niye uyumadın biraz daha?
– Ben artık ikimiz için çalışıyorum.
Bu cevap karşısında nerdeyse kızacak, hatta ağlayacaktım, ama içten içe, beni düşünmüş olmasına seviniyordum. Ona şöyle dedim: – Dün bana ne söylediğini unuttun mu? Artık her zaman, her şeyde, aynı ve tek kişiymiş gibi eşit ve beraber olacağımızı söylemiştin. Suvankul tırpanını bir yana attı, koşup yanıma geldi, kucaklayıp beni havaya kaldırdı. Bir yandan beni öpüyor, bir yandan konuşuyordu: – Bundan sonra her yerde beraber olacağız, tek vücut olacağız, canım benim, küçük boz torgayım, sevgilim… Beni kollarında taşıyor, boztorgayım diyor, daha birçok tuhaf isimler veriyordu bana. Ben ise, kollarım onun boynunda, ayaklarımı sallaya sallaya gülüyordum.
Gerçekten gülünç buluyordum bunu. Çünkü yalnız çocuklara boztorgay derler. Ama yine de onun ağzından bunları duymak çok güzeldi. Dağın ardında güneş başını kaldırmış, ilk ışınlarını salmaya başlamıştı. Suvankul beni usulca yere bıraktı, omuzlarımı tuttu ve şöyle seslendi güneşe: – Ey Güneş, bak, bu benim karımdır! Ne kadar güzel değil mi? Yüzgörümlüğü olsun diye ışınlarını gönder, sıcaklığını, aydınlığını ver! Böyle konuşurken ciddi olup olmadığını bilmiyorum ama, birden hüngür hüngür ağlamaya başladım. Yüreğimi dolduran mutluluk dalgalarına dayanamamıştım.
ilmem. Ne kadar da aptalım değil mi? Ama o ilk ağladığım zaman döktüğüm yaşlar başkaydı. İnsan o yaşları hayatında ancak bir defa döker. Hayatımız hayallerimizdeki gibi oldu mu? Evet oldu. Suvankul ve ben bu hayatın çatısını kendi ellerimizle kurduk, kendi temiz ellerimizle yoğurduk bu hayatı. Yaz demedik, kış demedik, elimizden çapa, orak ve yabayı düşürmedik. Kan-ter içinde kalarak çalıştık. Çektiğimiz zahmetin ölçüsü yoktu doğrusu. Artık yeni bir çağ da başlıyordu. Kendimize ev yaptık, sağılacak koyunlarımız oldu.. kısacası biz de insan gibi yaşamaya başladık. Hayatımızın en güzel olayı, ard arda üç çocuğumuzun dünyaya gelmesidir. Sağlıklı idiler, su damlaları gibi birbirlerine benziyorlardı. Bugün ise, onların doğumunu düşündükçe yüreğim sızlıyor. Koyun gibi, her onsekiz ayda bir çocuk dünyaya getirmeye ne gerek vardı? Başkaları gibi çocuklarımı üç dört sene arayla doğursaydım ya! Belki o zaman o işler gelmezdi başıma. Hiç doğurmasam da olurdu. Ah yavrularım ah! Acılarınıza dayanamadığım için böyle konuşuyorum, saçmalıyorum. Bir anayım ben, bir ana…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıToprak Ana
- Sayfa Sayısı136
- YazarCengiz Aytmatov
- ISBN9789754371543
- Boyutlar, Kapak11x19 cm, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölüm Can Düşmanım ~ Elias Canetti
Ölüm Can Düşmanım
Elias Canetti
Nobel Ödüllü Elias Canetti’nin yaşadığı ağır bir ruhsal sarsıntı neticesinde doğan Ölüm Can Düşmanım, dünyayı değiştirmeyi amaçlayan güçlü bir istenç, bir yaşam projesidir. Canilerde, diktatörlerde,...
- Sophie’nin Yaramazlıkları ~ Comtesse De Ségur
Sophie’nin Yaramazlıkları
Comtesse De Ségur
Moskova Valisinin kızı Sophie Rostopchine, Kont Eugene de Ségur ile evlenip (1819) Parise yerleşmiş, torunlarına anlatageldiği öyküleri, yıllar sonra kaleme almış bir soyludur. Sonuç,...
- Darren Shan Efsanesi 07: Gecenin Müttefikleri ~ Darren Shan
Darren Shan Efsanesi 07: Gecenin Müttefikleri
Darren Shan
Vampir prensi ve Vampanez avcısı Darren Shan, şimdiye kadar yaşamış olduğu tüm zorluklardan daha büyük bir kâbusla karşı karşıya: Okul! Ne var ki ödevler,...