Latin Amerika edebiyatının “Boom” kuşağının Julio Cortázar, Carlos Fuentes, Juan Rulfo ve Gabriel García Márquez ile birlikte öne çıkan figürlerinden biri olan Guatemalalı yazar Augusto Monterroso’nun (1921-2003) en önemli eserlerinden biri kabul edilen Toplu Eserler ve Diğer Hikâyeler, VakıfBank Kültür Yayınları aracılığıyla ilk kez Türkçede. On üç kısa hikâyeden oluşan bu kitap, Italo Calvino’nun deyişiyle, Monterroso’nun bize “tek bir satıra, tek bir cümleye bir hikâye sığdırma” becerisini gösterdiği çok renkli bir eser.
İÇİNDEKİLER
Mister Taylor
006
Her Üç Kişiden Biri
015
Bitmiş Senfoni
022
First Lady
025
Güneş Tutulması
040
Diyojen’i Bile
042
Dinozor
057
Leopoldo (Uğraşıları)
058
Konser
080
Yüzüncü Yıl
084
Sizleri Kandırmak İstemem
087
İnek
095
Toplu Eserler
096
MISTER TAYLOR
–Daha az ilginç, ama bir o kadar numunelik olan –demişti sonra diğeri–, Amazon ormanlarındaki kafa avcısı Mr. Percy Taylor’ın hikâyesidir.
Tıpkı bir derviş gibi, cebinde tek kuruşu kalmayıncaya dek işi ileri götürdüğü Boston, Massachusetts’ten 1937’de ayrıldığı biliniyor. 1944 yılında Güney Amerika’da, ismi lâzım değil bir yerli kabilesiyle birlikte yaşadığı Amazon bölgesinde ilk kez ortaya çıkıyor.
Gözlerinin altındaki halkalar ve bir deri bir kemik kalmış yüzü sebebiyle kısa süre içinde orada “fakir gringo” adıyla tanınır oldu, hatta okul çağındaki çocuklar bile onu parmakla gösteriyor, altın renkli tropik güneşin altında parlak sakalıyla önlerinden geçerken ona taş atıyorlardı. Ama tevazu sahibi Mr. Taylor bu durumu hiç dert etmiyordu, çünkü William G. Knight’ın Toplu Eserler’inin ilk cildinde zenginlere haset duymadıkça yoksulluğun insan onurunu zedelemeyeceğini okumuştu.
Birkaç hafta içinde yerel halk ona ve tuhaf kılık kıyafetine alışmıştı. Ayrıca gözleri mavi olduğundan ve belli belirsiz bir yabancı aksanla konuştuğundan Başkan ve Dışişleri Bakanı, uluslararası anlaşmazlıklara yol açmamak için ona özel bir ihtimam gösteriyordu.
Öylesine yoksul ve sefildi ki, bir gün karnını doyurmak için ot peşinde ormana daldı. Arkasına bakmaya cesaret edemeden birkaç metre ya yürümüştü ya yürümemişti ki, tamamen tesadüf eseri çalıların arasından onu dikkatle inceleyen iki yerli göze rastladı. Bir ürperti uzunca bir süre Mr. Taylor’ın hassas sırtını dolaştı. Fakat gözüpek Mr. Taylor tehlikeyle yüzleşti ve sanki hiçbir şey görmemiş gibi ıslık çalarak yoluna devam etti.
Yerli sıçrayarak (burada kedi gibi demenin âlemi yok) yolunu kesip şöyle bağırdı:
–Buy head? Money, money.
Bundan daha berbat İngilizce konuşulması mümkün olmasa da, keyfi kaçan Mr. Taylor yerlinin ona elinde tuttuğu, ilginç şekilde küçültülmüş bir adam kafasını satmayı teklif ettiğini anladı.
Mr. Taylor’ın kafayı alacak hali olmadığını söylemek gereksiz; fakat anlamamış gibi yaptığından, yerli iyi İngilizce konuşamadığı için kendini aşırı derecede küçük düşmüş hissedip özürler dileyerek kafayı ona hediye etti.
Mr. Taylor kulübesine geri dönerken büyük bir mutluluk hissediyordu. O gece ona yatak olan dingildek palmiye şiltesine sırtüstü yatmışken, sadece daireler çize çize müstehcen şekilde sevişen kızışmış sineklerin vızıltısından rahatsızlık duyarak, ilginç ganimetini zevkle uzun uzun inceledi. En büyük estetik hazzı, sakal ve bıyık kıllarını teker teker saymaktan ve gördüğü hürmetten hoşnut, gülümser gibi gözüken bir çift minik göze bakmaktan alıyordu.
Engin bilgiye sahip bir adam olarak Mr. Taylor arada bir dalıp giderdi; fakat bu defa felsefi düşüncelerden sıyrılıp kafayı dayılarından birine, New York’ta mukim, küçük yaşlarından itibaren Latin Amerika halklarının kültürel varlıklarına büyük ilgi duyan Mr. Rolston’a hediye etmeye karar verdi.
Birkaç gün sonra Mr. Taylor’ın dayısı ona, rica etse, beş adet kafa daha gönderip gönderemeyeceğini sordu – öncelikle mühim sağlık durumu hakkında bilgi edinmek istedi. Mr. Taylor, Mr. Rolston’ın saçma isteğini yerine getirmeyi zevkle kabul edip –nasıl olduğu bilinmese de– mektubunda cevaben “arzularını tatmin etmekten zevk duyduğu”nu yazdı. Son derece müteşekkir olan Mr. Rolston bir on kafa daha istedi. Mr. Taylor’ın “ona hizmet etmekten ötürü başı göğün tepesine erdi.” Fakat aradan bir ay geçtikten sonra öteki yirmi adet kafa daha rica edince, kaba saba ve sakallı ama ince ruhlu, sanatsal duyarlılık sahibi adam, annesinin kardeşinin bu kafaların ticaretini yapıyor olabileceğine dair bir hisse kapıldı.
Madem bilmek istediniz, gerçek bu. Mr. Rolston tüm dürüstlüğüyle, dosdoğru ticari sözcükleri Mr. Taylor’ın hassas ruhunun tellerini daha önce hiç olmadığı gibi titreten güzel bir mektup aracılığıyla bunu anlamasını sağladı.
Hızlıca ortaklık konusunda anlaşmaya vardılar, Mr. Taylor küçültülmüş insan kafası bulup endüstriyel ölçekte göndermeye söz verdi, Mr. Rolston ise onları ülkesinde en uygun şekilde satacaktı.
İlk günlerde orada yaşayan bazı tipler zorluk çıkardı. Fakat Boston’da Joseph Henry Silliman üzerine yazdığı bir makaleyle en yüksek notları alan Mr. Taylor, kendini bir politikacı olarak tanıtıp yetkili makamlardan sadece ihracat izni almakla kalmadı, aynı zamanda doksan dokuz yıllığına özel imtiyazlar da elde etti. Bu vatanperver adımın topluluğu kısa süre içinde zenginleştireceği, sonrasında suya hasret yerlilerin sihirli formülünü bizzat kendisine ait buz gibi içecekler içmesini (kafa toplamaya ara verdikleri her seferinde) sağlayacağı konusunda savaşçı yöneticiyi ve şifacı kanun koyucuları ikna etmesi pek zor olmadı.
Meclis üyeleri kısa ve öz bir düşünsel çabanın ardından bu işin yararını kavradıklarında vatan sevgilerinin coşkun seller gibi akmaya başladığını hissedip üç gün içinde halka küçültülmüş kafaların üretimini hızlandırmalarını telkin eden bir kararname çıkarttılar.
Birkaç ay sonra Mr. Taylor’ın ülkesinde kafalar hepimizin aklına kazınan o popülerliğe erişti. İlk başta kafa sahibi olmak hali vakti yerinde ailelerin ayrıcalığıydı; ama demokrasi demokrasidir, bunu kimse reddedemez, birkaç hafta içinde öğretmenler bile kafa alabilmeye başlamıştı.
Kendi kafasına sahip olmayan ev evden sayılmıyordu. Kısa süre içinde koleksiyoncular çıkageldi, onlarla birlikte işler karıştı. On yedi kafaya sahip olmak zevksizlik diye değerlendirilir oldu; fakat on bir kafa seçkinlik işaretiydi. Kafalar o kadar ayağa düştü ki gerçekten ince zevk sahibi insanlar ilgilerini yitirmeye başladı, ancak istisnai durumlarda kafa alıyorlardı, o da kafanın halk işi olmayan bir özelliği bulunuyorsa mümkün oluyordu. Ender rastlananlardan bir tanesi, hayattayken Prusyalı bıyığına sahip hayli süslü bir generale ait olanı, Danfeller Enstitüsü’ne verilmişti, buna karşılık enstitü de Latin Amerika halklarının bu ilginç mi ilginç kültürel varlığının gelişimini teşvik etmek için şimşek hızıyla üç buçuk milyon dolar bağışlamıştı.
Bu sırada kabile öyle gelişmişti ki artık meclisin etrafını çevreleyen bir kaldırımları vardı. Bu neşeli kaldırımdan Pazar günleri ve Bağımsızlık Gününde, dolu dolu öksürerek, tüylerini takıp takıştırıp ciddiyetle gülümseyerek Şirketin kendilerine hediye ettiği bisikletleriyle Kongre üyeleri geçiyordu.
Fakat daha ne istiyorlar? İşler her zaman da iyi gitmiyor ki. En beklenmedik zamanda ilk kafa kıtlığı başgösterdi.
Böylece şenliğin en eğlenceli kısmı başladı. Tek tük vefatlar artık yeterli olmuyordu. Kamu Sağlığı Bakanı açık yürekli davranarak kasvetli bir gecede ışık kapalıyken karısının göğsünü bir süre okşadıktan sonra sanki onu hiç bırakmayacakmışçasına, ölüm oranını şirketin işine yarayacak makul bir seviyeye çıkarmak için elinden hiçbir şeyin gelmediğini itiraf etti, karısı da ona endişelenmemesini, her şeyin yoluna gireceğini, şimdi en iyisinin uyumaları olduğunu söyledi.
Bu idari açığı telafi etmek için kahramanca önlemler almak olmazsa olmazdı, böylece katı bir şekilde idam cezası yürürlüğe girdi.
Hukukçular birbirlerine danışıp ağırlığına göre en küçük kabahatte bile darağacı ya da kurşuna dizilmeyle cezalandırılan suç kategorilerini artırdılar.
En basit yanlışlıklar bile suç fiili sayılıyordu. Örneğin sıradan bir konuşmada biri tamamen dikkatsizlik eseri, “Bugün hava çok sıcak” dese, sonra da bunu elindeki termometreyle kanıtlamaya kalksa ve aslında hava o kadar da sıcak olmasa ufak bir ceza alıyordu ve oracıkta silahla işini bitiriyorlardı, kafanın Şirkete, gövdenin ve uzuvların arkada kalan yaslı aileye gittiğini de eklemek gerek.
Hastalıklara ilişkin kanunname çabucak yankı buldu, dost güçlerin diplomat çevreleri ve kançılaryaları tarafından üzerine çokça yorum yapıldı.
Bu unutulması imkânsız yasaya göre ağır hastalara belgelerini düzenleyip ölmeleri için yirmi dört saatlik süre tanınıyor; fakat o süre içinde şansları yaver gidip hastalığı ailelerine de bulaştırırlarsa, akrabaları hastalığa yakalandığı için bir aylık bir süre daha elde ediyorlardı. Hafif hastalıkların kurbanları ve sağlığı elverişsiz olanlar yurtlarında hor görülmeyi hak ediyorlardı, sokakta isteyen herkes onların yüzlerine tükürebiliyordu. Tarihte ilk kez kimseyi iyileştirmeyen doktorların (bazıları Nobel Ödülüne aday gösterilmişti) önemi teslim edildi. Hayatını kaybetmek en yüce vatanseverlik sayıldı, sadece milli çapta değil, en ihtişamlı haliyle tüm kıtada da öyle değerlendirildi.
Diğer yan sanayilerin de (başta Şirketin teknik desteğiyle serpilen tabut sanayii) ilerlemesiyle ülke, nasıl denir, büyük bir ekonomik patlama evresine girdi. Bu teşvik kendini özellikle yeni bir çiçekli kaldırımcıkta gösterdi, bu kaldırımcıktan sonbaharın altın renkli melankolisiyle sarmalanmış şekilde milletvekillerinin eşleri geçiyordu, diğer tarafta bir gazeteci şapkasını çıkarıp gülümseyerek onları selamlayarak soru sorduğunda, tatlı başları, “Evet, evet,” diyordu, “Her şey yolunda.”
Ayrıca bir keresinde bu gazetecilerden sulu bir şekilde hapşırıp buna gerekçe gösteremeyen birinin nasıl fanatik olmakla suçlandığını ve kurşuna dizildiğini de hep hatırlarım. Ancak bu kendini feda eyleminden sonra dilbilimciler bu gazetecinin ülkenin en büyük kafalarından birine sahip olduğunu teslim ettiler; fakat küçültülünce o kadar iyi durdu ki, aradaki farkı kimse anlamadı bile.
Peki ya Mr. Taylor? Bu süre zarfında Anayasal Başkanın özel danışmanlığı görevine çoktan getirilmişti. Artık, bireysel girişimle nerelere gelinebileceğine örnek olarak, binleri binlere katıp sayıyordu; fakat bu uykularını kaçırmıyordu, çünkü William G. Knight’ın Toplu Eserler’inin son cildinde eğer yoksullar aşağılanmıyorsa zengin olmanın insan onurunu lekelemeyeceği yazıyordu.
Galiba bununla birlikte işlerin her zaman iyi gitmeyeceğini ikinci kez söylemiş oluyorum.
İş öyle başarılı oldu ki, bir an geldi ve kasabada neredeyse sadece devlet görevlileriyle eşleri ve gazetecilerle eşleri kaldı. Mr. Taylor’ın beyni fazla çaba harcamadan işe yarayacak tek çarenin komşu kabilelere savaş açmak olacağına kanaat getirdi. Neden olmasındı? İlerleme.
Birkaç topçuğun yardımıyla ilk kabiledekilerin kafaları, hepi topu üç ay içinde tertemiz biçimde uçuruldu. Mr. Taylor hâkimiyet alanını genişletme zaferinin tadına vardı. Sonra ikincisi geldi; sonra da üçüncüsü, dördüncüsü ve beşincisi. İlerleme çok çabuk yayıldı ve öyle bir an geldi ki uzmanlar ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar savaşacak komşu kabile bulamaz oldular.
Bu sonun başlangıcıydı.
Kaldırımlar çürümeye başladı. Ancak ezkaza bir hanımefendinin ya da kolunun altında bir kitapla bir saray şairinin kaldırımları arşınladığı görülüyordu. Tıpkı eskiden olduğu gibi çalı çırpı her iki yanı ele geçirmişti, hanımefendilerin zarafet dolu geçişleri hem zorlu hem de diken dolu oluyordu. Kafalarla birlikte bisikletler de harap olmuştu, neredeyse kimsenin verecek iyimser bir selamı kalmamıştı.
Tabut imalatçısı içlerinde en mutsuzuydu, sürekli cenaze varmış gibi ortalıkta dolanıyordu. Hepsi sanki tatlı bir rüyadan uyanmış gibiydi, bu eşsiz rüyada altın paralarla dolu bir çuvala rastlıyordunuz, çuvalı yastığın altına koyuyor ve uyumaya devam ediyordunuz, ertesi gün çok erken bir vakitte uyanıp da çuvalı aradığınızda elleriniz boş kalıyordu.
Yine de iş ittire kaktıra yürümeye devam ediyordu. Fakat artık uyku, ertesi sabah ihraç edilerek uyanma korkusu yüzünden eskisi gibi rahat değildi.
Mr. Taylor’ın ülkesinden gelen talep beklendiği üzere artmaya devam ediyordu. Her gün yeni bir icat çıkıyordu, fakat aslında kimse onlara inanmıyor ve herkes Latin Amerika kafacıkları istiyordu.
Son krizden böyle çıkıldı. Mr. Rolston çaresizlik içinde dur durak bilmeden kafa istiyordu. Her ne kadar Şirketin faaliyetleri ani bir düşüşe geçse de Mr. Rolston yeğeninin onu bu durumdan kurtaracak bir çare üreteceğine emindi.
Eskiden her gün yapılan sevkiyatlar ayda bire düşmüştü, artık ne olsa gidiyordu, çocuk kafası, hanım kafası, vekil kafası.
Birden her şey durdu.
Sevimsiz ve gri bir Cuma günü, Borsa dönüşü, henüz bağırış çağırışın ve arkadaşlarının sergilediği zavallı panik tiyatrosunun yarattığı sersemliği üzerinden atamadan, Mr. Rolston, postayla gelen ve içinde Mr. Taylor’ın kafacığının bulunduğu paketi açınca (gürültüsünü dehşet verici bulduğu tabancasını kullanmak yerine) pencereden atlamaya karar verdi, Mr. Taylor’ın kafacığı ona uzaklardan, vahşi Amazon ormanlarından gülümsüyor ve hınzır bir çocuk sırıtışıyla sanki şöyle diyordu: “Özür dilerim, özür dilerim, bir daha yapmayacağım.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıDevridaim
- Sayfa Sayısı104
- YazarAugusto Monterroso
- ISBN9786057947345
- Boyutlar, Kapak15 x 24 cm, Karton Kapak
- YayıneviVakıfbank Kültür Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kızıl Altın ~ Ludmila Filipova
Kızıl Altın
Ludmila Filipova
Bu roman, gerçek olaylardan ve salgın olasılığına karşı kaynağı araştırılmamış kan ürünleri ticareti kurbanı, gerçek insanların dramından esinlendi…. Gerçeğe dayalı bilgiler, kurguyla harmanlandı… Kitapta...
- Lucky ~ Sezgin Kaymaz
Lucky
Sezgin Kaymaz
Sezgin Kaymaz’ın, kendi okurunu edinmesini sağlayan ve yeni kuşak yazarlarda fazla rastlanmayan hasletleri var. İnsanları, özellikle kaderin sillesini yemiş olanları, aşağıdakileri, kaybedenleri iyi tanıyor....
- Mühür ~ Gökçer Tahincioğlu
Mühür
Gökçer Tahincioğlu
“Bendire üç kere uzun vuruldu ve müritlerin dalgalanması durdu… Şeyhin eline yüzlerini sürdükten sonra, cübbesini üç kez öpen tekrar yerine dönüyor, diz çökerek, başını...