Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Tılsım
Tılsım

Tılsım

Roberto Bolaño

Bu bir korku hikâyesi. Bir tür polisiye, Fransızların “kara roman” dedikleri türden, hatta bir dehşet hikâyesi. Ama öyle görünmeyecek gözüne, çünkü bu hikâyenin anlatıcısı…

Bu bir korku hikâyesi. Bir tür polisiye, Fransızların “kara roman” dedikleri türden, hatta bir dehşet hikâyesi. Ama öyle görünmeyecek gözüne, çünkü bu hikâyenin anlatıcısı benim. Benim tarafımdan aktarıldığı için, öyle olduğunu fark etmeyeceksin. Oysa bu, özünde korkunç bir suçun hikâyesi. 1968 yılında, México’da, polis ve askerler üniversiteyi bastığında saklandığı tuvalet kabininden on küsur gün çıkmayan Uruguaylı Auxilio Lacouture’nin dudaklarından şiir gibi dökülen bir anlatı Tılsım. Roberto Bolaño, Vahşi Hafiyeler’den filizlendirdiği bu romanda, “Meksikalı şairlerin anası” Auxilio’nun hayatıyla hayallerini kesiştiriyor. Tılsım, Latin Amerika’nın baskıcı rejimleri tarafından yaşamları örselenen nesillere bir ithaf niteliğinde.

*

Zavallı bizler yardım dilemek istiyorduk fakat
imdadımıza koşacak kimse yoktu.
Petronius

1

Bu bir korku hikâyesi. Bir tür polisiye, Fransızların “kara roman” dedikleri türden, hatta bir dehşet hikâyesi. Ama öyle görünmeyecek gözüne, çünkü bu hikâyenin anlatıcısı benim. Benim tarafımdan aktarıldığı için, öyle olduğunu fark etmeyeceksin. Oysa bu, özünde korkunç bir suçun hikâyesi. Tüm Meksikalıların dostuyumdur. Hatta diyebilirim ki: Ben Meksika şiirinin anasıyım, ama öyle demesem daha iyi. Bütün şairleri tanırım, bütün şairler de beni tanır. Yani şöyle bir iddiada bulunabilirim: Ben Meksika şiirinin anasıyım ve yüzyıllardır bir cereyandır gidiyor… Ama iyisi mi böyle de söylemeyeyim. Arturito Belano’yu daha on yedi yaşında, tiyatro oyunları ve şiirler yazan utangaç bir gençken, içki içmesini dahi bilmediği zamanlardan beri tanıdığımı söyleyebilirim, ama bu bile son derece yüzeysel bir bilgi olur ve bana bütün yüzeyselliklerden kaçınıp doğrudan hikâyeye girmem öğretildi. (Kızgın çelik ve kırbaçla öğrettiler bunu bana.) Velhasıl bu hikâyeye başlarken söyleyebileceğim tek bir şey var. Adım. Adım Auxilio Lacouture ve Uruguaylıyım, Montevideo’dan geliyorum, ama nostaljiye kapıldığım, içimin sıla hasretiyle dolduğu zamanlarda Charrúa olduğumu söylerim ki üç aşağı beş yukarı aynı şeydir. Ama tam da aynı şey değildir ve bu durum Meksikalıların da diğer Latin Amerikalıların da kafasını karıştırır. Neyse, asıl mesele, günün birinde nedenini, nasılını, hatta zamanını tam olarak bilmeksizin Meksika’ya gelmiş olmam. 1967’ydi ya da belki 1965 veya 1962. México’ya yeni gelmiştim. Yeni gelmiştim diyorum ama artık hafızamda tarihlere yer yok, serüvenlerimin beni tam olarak nerelere götürdüğünü de hatırlamıyorum; tek bildiğim Meksika’ya geldiğim ve bir daha geri dönmediğim. Durun, hatırlamaya çalışacağım. Bir estetik cerrahın anesteziyle uyuttuğu hastanın derisini gerişi gibi, zamanı çekiştirelim. Şöyle bir düşünelim. Meksika’ya geldiğimde León Felipe hâlâ hayattaydı –ne muazzamdı o, gerçek bir tufan, tutabilene aşk olsun. Felipe 1968’de öldü. Meksika’ya geldiğimde Pedro Garfias hâlâ hayattaydı– ne muhteşem, ne melankolik adamdı o da. Don Pedro 1967’de öldü, demek ki 1967’den önce gelmişim. Öyleyse Meksika’ya 1965’te geldiğimi varsayabiliriz. Meksika’ya 1965’te geldiğime kesinlikle inanıyorum (ama yanılıyor da olabilirim ve bu kesinlikle ilk yanılgım değildir) ve günler günler üstüne, saatler boyunca o iki İspanyol’un, dünyaya mal olmuş o iki beynin etrafında pervane oldum. Şiire olan tutkumdu beni harekete geçiren, İngiliz hemşireleri veya ağabeylerini örnek alan küçük kız çocuklarını aratmayacak türde sınırsız bir kendini adamışlıktı. Onlar da benim gibi göçmendi, ama farklı nedenlerle gelmişlerdi – kimse beni Montevideo’dan sürmedi, bir gün şehirden ayrılmaya karar verip Buenos Aires’e gittim ve orada birkaç ay, belki bir yıl geçirdikten sonra yeniden yollara düştüm, çünkü daha o zamandan Meksika’nın kaderim olduğunu biliyordum, León Feli­pe’nin Meksika’da yaşadığından haberim vardı ve her ne kadar Don Pedro Garfias’ın orada yaşadığına emin olamasam da içten içe öyle olduğunu hissediyordum. Belki beni seyahat etmeye zorlayan deliliğimdi. Neden olmasın, delilik kulağa pek de uzak gelmiyor. Belki de kültüre olan aşkımdı, elbette delilikle kültürü birbirinden ayırmak gerekmez illa, kültür bazen bir tür deliliktir, en olmadı deliliği de barındırır içinde. Belki sevgi yoksunluğuydu beni seyahat etmeye iten veya sevgi aşırılığıydı. Belki delilikti. Geri kalan hiçbir şey değilse de şu kadarı açık ve net: Meksika’ya 1965 yılında geldim ve León Felipe’nin Pedro Garfias’la paylaştığı dairenin kapısına dikildim, işte geldim, hizmetinizdeyim dedim onlara. Sanırım beni sevdiler, sevilmeyecek biri değilimdir, bazen sıkıcı olduğum söylenir, ama sevilmeyecek biri olduğumu söyleyen çıkmadı hiç. İlk işim bir süpürge bulup dairelerini süpürmeye başlamaktı ve sonra camları sildim, ne zaman fırsat bulsam onlardan para isteyip alışverişlerini yapardım, hiç kaybetmedikleri o belirgin İspanyol aksanıyla, züppe bir melodisi olan o aksanla, z’leri vurgulayıp s’leri tıslatarak, s’leri olduğundan daha yalnız, daha duygusal kılan bir tonlamayla telaffuz ederek şöyle derlerdi bana: Bu kadar koşturmaca yeter Auxilio, bırak o kâğıtları be kadın, toz ve edebiyat her zaman kol koladır. Onlara bakar ve ne kadar haklı olduklarını düşünürdüm, toz ve edebiyat, ezelî ve ebedî birliktelik. O zamanlar bütün detaylara dikkat eden biri olduğumdan kafamda muhteşem, melankolik sahneler belirirdi, raflarda öylece duran kitapları ve dünyanın tozunun sinsi sinsi kütüphanelere girişini hayal ederdim, yavaş toz, ısrarcı toz, durdurulamaz toz ve derken bir gün kitapların toz için ne kadar kolay birer av olduklarını anladım (anladım ama kabullenmeyi reddettim), hortumları gördüğüm gündü, anılarımın derinliklerine gömdüğüm o meydana toplanan toz bulutları havaya kalkmış México’ya ilerliyordu; benim boşluklarımdan doğan, çoğu kişi yok saysa da aslında herkesin içinde yaşadığını bildiğim o bulutlar, işte o bulutlar okuduğum ve okumayı planladığım kitaplar arasında ayrım yapmaksızın her şeyi tozla kapladı. Elden ne gelirdi: Süpürge ve toz bezleriyle sergilediğim kahramanca çabalara rağmen, tozdan hiçbir zaman kurtulamayacaktım, çünkü o, kitapların var olma veya varoluşu taklit etme biçimlerinin içselleşmiş bir parçasıydı. Gördüğüm buydu. Sadece benim hissettiğim depremin ortasında dururken bunu görüyordum. Derken gözlerimi açtım ve Meksika göğü karşımda belirdi. Meksika’dayım, diye düşündüm depremin sarsıntıları geçtiğinde. İşte buradayım, diye düşünüyordum ve ben bunu düşünürken tozun kaçınılmaz var oluşuyla ilgili düşünceler kaybolup gitti. Pencereden gökyüzünü görüyordum ve sonra, México’dan gelen ışığı kesen duvarlara, İspanyol şairler ile ışıl ışıl kitaplarına kaydı gözlerim, şöyle dedim onlara: Don Pedro, León (gariptir ki ikisinden daha yaşlı ve daha saygın olana adıyla hitap ederken genç olana, belki de gözümü daha çok korkuttuğu için, Don Pedro demek zorunda hissediyordum kendimi), bırakın bununla ben ilgileneyim, siz işinize dönün, yazmayı sürdürün, görünmez bir kadın olduğumu varsayın, beni boş verin. O zaman bana gülerlerdi, daha doğrusu León Felipe bana gülerdi, ama doğruyu söylemek gerekirse gülüyor mu, öksürüyor mu, küfür mü ediyor anlamak güçtü, volkan gibi adamdı o; Don Pedro Garfias ise bana bakar ve sonra gözlerini kaçırıp bakışlarını (o hüzünlü bakışlarını) başka bir şeye dikerdi, bir vazoya ya da ne bileyim, kitaplarla dolu bir rafa (ne melankolik bakışları vardı) ve şöyle düşünürdüm: Şu vazonun veya baktığı kitap sırtlarının ne özelliği var, neden onu böylesine hüzünlendiriyorlar? Bazen odadan çıktığında veya bana bakmayı kestiğinde meraklanır ve bahsi geçen vazoya veya kitaplara daha yakından bakardım. Şu sonuca vardığımı söyleyebilirim (ki varır varmaz reddettiğim bir sonuçtur bu): Cehennem veya cehennem değilse bile ona açılan gizli kapılardan biri, ilk bakışta son derece masum görünen o nesnelerde gizliydi. Bazen Don Pedro, vazosuna veya kitaplarına bakarken yakalardı beni ve, neye bakıyorsun Auxilio, diye sorardı, bense, ha, diye karşılık verirdim ona, ne, ve aptal numarasına yatardım ama bazen, sadece ve sadece bazen, ilk bakışta yersiz görünse bile, üzerine kafa yorulduğunda konuyla bağlantılı olduğu anlaşılacak türden bir soruyla karşılık verirdim sorusuna. Mesela, Don Pedro, bu vazo ne zamandır sizde, derdim. Onu size biri mi verdi? Sizin için özel bir anlamı mı var? Ve o öylece, ne söyleyeceğini bilemeyerek bana bakardı. Ya da, sıradan bir vazo işte, derdi. Ya da: Hayır, benim için özel bir anlamı yok. Öyleyse niçin ona cehenneme açılan bir kapıymış gibi bakıyorsunuz diye sorabileceğim zaman işte o andı. Hiç sormadım. Hı hı, hı hı gibisinden bir şeyler söylerdim; ilk aylarda, Meksika’daki ilk aylarımda birilerinden kaptığım bir alışkanlıktı bu, ama dudaklarımdan kaç tane hı hı dökülürse dökülsün beynim çalışmaya devam ederdi ve bir keresinde, şimdi o günlere dönüp bakınca kendime gülüyorum, bir keresinde Pedrito Garfias’ın çalışma odasında tek başımayken hüzünlü bakışlarının hedefi olan vazoya bakmaya başladım ve şöyle düşündüm: Belki içinde çiçek olmadığındandır. Evde hiçbir zaman çiçek olmazdı ve vazoya yaklaşıp çeşitli açılardan onu inceledikten sonra (adım adım yaklaşıyordum ona, ama daireler çizdiğim, gözlemlediğim nesneye sarmal çizerek yaklaştığım da iddia edilebilirdi rahatlıkla) şöyle düşündüm: Elimi vazonun karanlık ağzından içeri sokacağım. Aynen böyle düşündüm ve elimin havaya kalktığını, vücudumdan uzaklaştığını, vazonun karanlık ağzına, parlak dudaklarına yöneldiğini gördüm. Tam o anda şöyle dedi içimden bir ses: Hey, Auxilio, ne yaptığını sanıyorsun seni deli kadın, ve beni kurtaran bu oldu sanırım, çünkü kolum havada asılı kaldı, elim cehennemin ağzına birkaç santim kala ölü bir balerinin eli gibi olduğu yerde durdu. Sonrasında bana ne oldu hatırlamıyorum, ama ne olabileceğini ve olmadığını hatırlıyorum. İnsan, riske girer. Doğruya doğru. Riske girer ve en beklenmedik anlarda kaderinin kurbanı olur. Vazo olayının yaşandığı gün ağlamaya başladım. Ya da şöyle diyelim: Pek farkında olmasam da gözlerimden yaşlar akıyordu ve koltuğa, Don Pedro’nun odasındaki tek koltuğa oturmak zorunda kaldım, yoksa bayılacaktım. Gözümün karardığını hatırlıyorum, bacaklarım tutmaz oldu ve oturduğum anda korkunç titremeler sardı vücudumu, sanki bir tür kriz geçirmek üzereydim. En kötüsüyse Pedrito Garfias’ın her an içeri girip beni o halde görebileceği düşüncesiydi. Vazoyu da bir türlü zihnimden atamıyordum; bakışlarımı kaçırdım, ama orada, odada olduğunu, rafta, gümüş kurbağanın, derisi Meksika’yı aydınlatan ayın tüm deliliğini emmiş gibi parlayan o kurbağanın yanında durduğunu biliyordum (o kadar da aptal değilim). Titremelerim geçmemişti, ama ayağa kalkıp yeniden vazonun yanına gittim, zannedersem onu elime almak ve yere atıp kırmak gibi son derece mantıklı bir amacım vardı, yeşil parkelere çarpıp parçalanışını görmek istiyordum. Bu sefer korkumun kaynağı olan nesneye daireler çizerek değil doğrudan yaklaştım, düz bir çizgi izledim, itiraf etmeliyim ki tereddütlü olmasına tereddütlüydü ama düzdü işte. En kısa yoldu. Vazoya birkaç adım kala yeniden durdum ve kendime şöyle dedim: Eğer cehennem orada değilse bile kâbuslar, kaybedilmiş her şey, acı veren ve unutulması hayırlı olacak her şey orada. Derken şöyle düşündüm: Pedrito Garfias vazoda neyin saklı olduğunu biliyor mu? Şairler, vazolarının dipsiz karanlığında neyin pusu kurduğundan haberdar mı? Biliyorlarsa onu yok etme görevini neden kendileri üstlenmiyorlar? O gün başka hiçbir şey düşünemiyordum. Her zamankinden erken evden ayrılıp Chapultepec Ormanı’ nda yürüyüşe çıktım. İnsanı rahatlatan, hoş bir yerdi. Ama ne kadar yürürsem yürüyeyim, etrafımı saran güzelliklere ne kadar hayran kalırsam kalayım, vazoyu ve Pedro Garfias’ın çalışma odasını ve kitaplarını ve onun bazen son derece zararsız bazen aşırı tehlikeli şeylere odaklanan hüzünlü bakışlarını düşünmekten kendimi alamıyordum. Gözlerim Maximiliano ve Carlota’nın sarayının duvarlarını veya Chapultepec Gölü’nün sularına yansımalarını düşürerek kalabalıklaşan ağaçları görüyordu, ama zihnimdeki tek görüntü, İspanyol şairin her şeyi kucaklayan bir hüzünle vazoya bakışıydı. Beni nasıl da öfkelendirdi bu. Daha doğrusu, başlangıçta öfkeliydim. Vazo konusunda neden bir şey yapmadığımı merak ediyordum. Neden şair iki adım atmaktan (oysa o ikiüç adımı atarken ne kadar zarif görünürdü kim bilir) ve vazoyu eline alıp yere fırlatmaktansa öylece oturup vazoya bakıyordu. Derken öfkem geçip gitti. Chapultepec Ormanı’nda (kartpostalımsı Chapultepec der Manuel Gutiérrez Nájera) esen rüzgârın burnumu okşayışının tadını çıkarır ve meseleyi yeniden düşünürken öfkem yavaş yavaş dindi ve yıllar içerisinde, Pedrito Garfias’ın zaten kendine düşen vazoları ve diğer gizemli objeleri paramparça ettiğini anlamaya başladım; iki kıtada sayısız vazo! Ben kimdim ki onu çalışma odasındaki vazoya teslim olmakla suçluyordum!

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıTılsım
  • Sayfa Sayısı144
  • YazarRoberto Bolano
  • ÇevirmenZeynep Heyzen Ateş
  • ISBN9789750735899
  • Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Tılsım ~ Roberto BolanoTılsım

    Tılsım

    Roberto Bolano

    Tılsım bir güç gösterisi. Bu yarı sanrı yarı gerçek anlatıda, melankoli ile Latin Amerika’nın kanlı yakın tarihi, bir kadının, Meksika şiirinin anasının sesinde hayat...

  2. Mösyö Pain ~ Roberto BolanoMösyö Pain

    Mösyö Pain

    Roberto Bolano

    Mösyö Pain, akşam saat onda Latin Mahallesi’ndeki Café Victor’da bekleniyorsunuz. Bu bir ölüm kalım meselesi. Lütfen ciddiye alınız.1938 baharında Paris’te bir hastane odasında yatan...

  3. Gerçek Bir Polisin Çilesi ~ Roberto BolanoGerçek Bir Polisin Çilesi

    Gerçek Bir Polisin Çilesi

    Roberto Bolano

    Edebiyatın verdiği ilk dersin cesaret olduğunu öğrenmişlerdi –tuhaf bir cesaretti bu– göller, sazlıklar arasında taştan bir kuyunun cesaretini, bir aynanın ya da bir girdabın...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Ateş ~ Kristin CashoreAteş

    Ateş

    Kristin Cashore

    Yedi krallığın ötesinde… Hem hayranlık uyandıran hem de kalplere korku salan bir kız yaşıyor. Vadi’de huzur kalmamıştır. Kral Nash, ordularını toplamış asi lordların yanı...

  2. On Üç’ü Bağlamak – Tommen Erkekleri Serisi 1 ~ Chloe WalshOn Üç’ü Bağlamak – Tommen Erkekleri Serisi 1

    On Üç’ü Bağlamak – Tommen Erkekleri Serisi 1

    Chloe Walsh

    Johnny Kavanagh her şeye sahipti. Ragbi sveasında dikkate değer bir rakipti. Yıldız olmaya kararlı bir şekilde zirveye doğru tırmanıyordu. Yoluna herhangi bir engelin çıkması...

  3. Wardstone Günlükleri – 06: Hayaletin Kurbanı ~ Joseph DelaneyWardstone Günlükleri – 06: Hayaletin Kurbanı

    Wardstone Günlükleri – 06: Hayaletin Kurbanı

    Joseph Delaney

    Hayalet’in çırağı olarak Tom’un asli görevi, eyaleti Karanlık’tan korumak. Fakat memleketi Yunanistan’a dönmüş olan annesinin yardıma ihtiyacı var. Kadim Tanrı’ların en tehlikelilerinden biri olan...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur